TCK 301. madde ile ilgili tartışmalarda ortaya çıkan fikirlerin neler olduğu az çok biliniyor. Zaten bir çok konuda olduğu gibi 301. madde meselesinde de herkes otorite kesildi. Otorite bolluğu(!) sebebiyle ortam bir anlamda toza, dumana bulandı. Hükümet, yeni bir teklif getirsinler diye aralarında veterinerlerin, iş adamlarının, işçi sendikalarının olduğu STK’ları görevlendirdi, ama ortaya yine tutarlı bir sonuç çıkmadı.
Biz de konunun uzmanı bir akademisyenle, doçentlik tezini eski 159 yeni 301. madde konusunda yapan Türkân Yalçın Sancar ile konuştuk. Maddeyi “TCK’nın belki de en ele gelmez, en kaypak hükümlerinden biri” olarak niteleyen Ankara Üniversetisi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sancar, yapılan tartışmaları, yeni diye ortaya sürülen teklifleri, Avrupa’daki örnekleri değerlendirdi. En önemlisi de bu konu üzerinde kafa yormuş biri olarak teklifini anlattı.
YARGI POLİTİK RÜZGÂRLARDAN ETKİLENİYOR
*301. maddede sayılan kavram ve kurumların uygulamadaki şekliyle bir korumaya ihtiyaçları var mı?
Bu bir tercih sorunu. Madde devletin çok temel kurumlarının saygınlığını azaltacak, toplumdaki prestijini düşürecek nitelikteki beyanlara karşı getirilen bir düzenleme. Bu tip düzenlemeler Avrupa’da ilk yapılmaya başlandığı zaman, “Bunlar o kadar önemli ve büyük kurumlar ki sıradan bir vatandaşın bunları aşağılayabilmesi, saygınlığını azaltabilmesi mümkün değil. Mecliste kavga eden milletvekilleri, hükümette sürekli olarak görevini suistimal eden bakanlar, yargıda hukuktan, adaletten tamamen ayrılmış, kişisel menfaatleriyle hareket eden yargıçlar… Asıl bunlardır kurumları aşağılayacak olan. Dolayısıyla bunları koymaya hiç gerek yok” şeklinde görüşler de ortaya atılmış.
*Aynı maddenin Avrupa’da olduğu iddiaları doğru mu?
Avrupa’nın bir çoğunda 301 benzeri hükümler var, ama kesinlikle aynı biçimde olduğunu söyleyemeyiz. Avrupa’da korumanın kapsamındaki kurumlar çok daha dardır. Meselâ, Almanya’da yasama, yürütme ve yargı şeklinde devletin temel erkleri korunmaya çalışılıyor.
*Alman yasasında kurum ismi tek tek sayılmıyor mu?
Hükümet ve yargı deniyor. Bizde İtalyan Ceza Kanunu ilk alındığında aklımıza gelen bütün devlet kurumları maddeye ekleniyor. Bir taraftan hükümet, bakanlıklar diğer taraftan emniyet ve muhafaza kuvvetleri korunuyor. Devlet kendisini ve kurumlarını her şeye, her türlü muhalefete karşı koruma refleksine girdikçe hem burada sayılan kurumların sayısı artıyor, hem de ifade özgürlüğü giderek daraltılıyor ve yok sayılıyor.
*Bu sadece Türkiye’ye özgü bir şey mi?
İtalya’da nasyonal sosyalist zamanında veya faşist Almanya’da çok uygulanmış. Devlet kendini koruma ihtiyacı duyuyor. Resmi bir ideolojisi var. Resmî ideolojiye karşı her türlü muhalefet, her türlü farklı düşünce susturulmaya çalışılıyor.
*İtalya ve Almanya’da madde aynı şekilde mi yer alıyor yoksa zamanla müdahale edilmiş mi?
Her kural farklı ülkelerde farklı şekillerde uygulanabilir. Meselâ 141 ve 142’nin benzeri İtalya’da vardı, ama uygulanmıyordu. Bizde ise her türlü muhalefet, ekonomik sisteme yönelik her türlü söylem, komünizm propagandası sayılıyordu ve insanlar cezaevlerinde sürünüyorlardı. Bu hükümler politika ile çok iç içe. Politik rüzgârlardan ve değerlendirmelerden çok etkileniyor. Meselâ, AB ve demokratikleşme sürecinde 159. maddeye daha az başvuruldu.
*Daha az başvurulmasının sebebi özgürlük havasının daha baskın gelmesi miydi?
Bu tür dönemlerde bu kuralların uygulanması azalıyor. Yargı da bundan etkileniyor tabiî ki. Meselâ Susurluk öncesinde çok başvuruluyordu. Çetin Altan, “Devlet çete olmaktan çıksın hukuka otursun” dediği için 159’dan yargılandı. Susurluk’tan sonra bu tür söylemler artık koğuşturulmamaya, soruşturulmamaya başlandı. Yani politika ile çok iç içe olan düzenlemeler. O zaman ceza hukukunun nasıl bir politik temele oturduğunun sorgulanması gerekiyor. Bu ilişkide de ortaya çıkan değişik sistemler var; Baskıcı, özgürlükçü ve ayrıcalıkçı ceza hukuku…
TOTALİTER REJİMLERİN
RESMî İDEOLOJİSİ OLUR
*Türkiye saydığınız hukuk sistemlerinden hangisine daha yakın. Türkiye’nin ceza hukuku şu sisteme giriyor diyebilir miyiz?
Diyemeyiz. Baskıcı ceza hukuku daha çok mutlakiyetçi düzenlerde, hükümdarın despotizmini meşrulaştırmanın bir işlevi olarak kullanılıyordu. Günümüzde ise bunun karşılığı totaliter rejimler. Totaliter rejimlerde temel unsur resmî ideolojinin olmasıdır. Bu resmî ideolojinin karşısındaki her türlü söylem, muhalefet bastırılmaya çalışılıyor. Sistemin yürüyebilmesi için yapılıyor.
Bugün kendini demokratik olarak değerlendiren her devletin ya da ceza hukuku sisteminin özgürlükçü olduğunu söylemek mümkün değil. Bütünüyle baskıcı olduğunu söylemek de mümkün değil. Ama bazen öyle normlar vardırki bunlar baskıcı bir anlayışla uygulanır. Eğer o devletin belli resmî doğruları varsa ve bunların karşısında başka bir şey duyulmak istenmiyorsa, toplum da bu yönde güdülenmişse o zaman farklı düşünceler susturulmaya çalışılır. Bu o devleti de, ceza hukukunu da özgürlükçü olmaktan uzaklaştırır.
*Peki, Türkiye’yi son zamanlardaki uygulamaları göz önüne alırsak hangi sisteme dahil olduğunu söyleyebiliriz?
Son zamanlardaki uygulamalardan ziyade ceza yasasına özellikle gerekçelere baktığımızda yasa koyucunun, yasayı kaleme alanların belli şeylerin konuşulmamasını isteme konusundaki eğilimlerinin olduğunu görüyoruz. Meselâ TCK 305. maddenin gerekçesinde bunlar sayılarak “millî menfaatlere aykırıdır” denilmiş.
*Maddede geçen cümle tanımsız, yine yoruma oldukça açık bir ifade değil mi?
301’in gerekçesine baktığınızda, “Türk; dünyanın neresinde olursa olsun Türk kültüründen olan insanlar” ifadesi var. Bu millet kavramını aşan bir şey. Dünyanın her yerindeki Türkü kapsayan, Türkiye’deki etnik olarak Türklerin dışındakileri de dışlayan bir söylem. Bunlar gerekçede var. Yargıç gerekçeye bağlı değildir, ama çok önemser.
Türkiye’deki durum şu; cumhuriyetten bu yana bizim belli tabularımız var. Bazı şeyleri konuşmak, tartışmak istemiyoruz. Belli doğrularımız var. Onların karşısında herhangi bir muhalefet görmeyi tahammül edemiyoruz. Bunlar da daha çok bizim ezberlerimizle alâkalı şeyler. Kafamızda öyle şablonlar varki onlara en ufak bir müdahale olduğu zaman birden bire allak bullak oluyoruz. Toplum olarak da böyleyiz.
Son dönemdeki uygulamalar daha çok bu şablonlara müdahaleler dolayısıyla ortaya çıktı. Şablonlara müdahale eden, fikirlerini açıklayan insanlar birden bire 301’le karşı karşıya geldiler. Bu daha çok Türklükle bağlantılı söylenebilecek bir şey ama 301. maddeyi diğer bağlamında çok yabana atmamak lâzım. Çünkü biz vatandaş olarak günlük yaşamda bu kurumların uygulamalarıyla çok iç içeyiz. Hükümetin aldığı kararlar, emniyetin eylemleri ya da silâhlı kuvvetlerin Türkiye’deki önemini biliyoruz. Bunlar politik yaşamın çok içinde olan kurumlar. Dolayısıyla bu kurumların faaliyetlerine yönelik beyanlar,—hakareti söylemiyorum—derhal bir muhalefetle karşılaşabiliyor. Duvara çarpıyorsunuz. İşte eleştiriye tahammülsüzlük de burada ortaya çıkıyor.
Biz herhangi bir devletten söz etmiyoruz demokratik hukuk devletinden söz ediyoruz. Demokratik hukuk devletinde vatandaşların temel görevi devletin her yaptığına “olur” demek değildir. Tam tersine bu kurumları eleştirmek, eğer bu kurumlar demokratik veya hukukî olmaktan çıkıyorlarsa onları hukuka ve demokratikliğe çağırmaktır. Eğer böyle olursa vatandaş o sistem içinde kendini rahat hisseder. “Beni dinliyorlar” diye düşünür.
Aksi takdirde maalesef sesini duyuramayan insanlar hiç arzu edilmeyen biçimde illegal yönlere gidebilirler.
DEVLET KİMDEN KORKMUYOR Kİ?
*Özgürlük taleplerinin arttığı, sınırların kalktığı bir dünyada tabulaştırma inancı daha ne kadar devam edebilir?
Devlete nasıl bir önem atfettiğiniz önemli. Anayasanın daha başında kutsallıklardan söz ediliyor. Kutsal olanın bir tabulaştırılması vardır. Şimdi en basit bir sözlüğe bile baktığınızda kutsalın “dokunulmaz, eleştirilmez, ona hiçbir şey yapılamaz” anlamları olduğunu göreceksiniz. Bu kurumları kutsal olarak algılarsak hem koruyacağımız kurumların sayısı artar hem bu tür kurumlara ilişkin her türlü ifade suç olarak değerlendirilebilir. Bir de buna yargıçların kutsalı koruma refleksi eklenirse işte o zaman iş çok daha tehlikeli bir boyuta varır. Devletin nasıl algılandığıyla ilgili bir durum.
*Zaman içinde algılamada herhangi bir değişim veya gelişim görüyor musunuz?
Bir makalemde bu durumu ‘bir ileri, iki geri’ diye yazmıştım. Susurluk olayından sona umutlanmıştık, herkes konuşuyordu. Konuşanlar biraz da suyun üstüne çıktı sonra arkasından öyle bir şiddet geldi ki. Şimdi yine öyle bir rüzgâr var insanlar biraz konuşuyor.
Gerçi çok umutsuz da olmamak lâzım. Tarihe baktığımızda insan haklarıyla ilgili kazanımlar o kadar basit kazanımlar da değil. Çok büyük mücadeleler veriliyor. Türkiye elbette ki bugün ifade özgürlüğü bağlamında 20-30 yıl önceki durumda değil ama 12 Eylül’ü hiç unutmamak lâzım. Bugün 25-26 yaşında olan gençler tamamen apolitik bir hale getirildiler maalesef. Okulda gençlerle iç içeyiz. Sorgulayan, düşünen çocuklar var. Ama anne-babalar çocuklarına, “Çok da sorgulama başın belâya girer” öğütleri veriyor. 12 Eylül’le düşünmeyen, eleştirmeyen, konuşmayan bir toplum arzuladık maalesef.
*Bunlar kutsal devleti korumak adına yapılanların bir sonucu mu?
E öyle oluyor maalesef. Kutsalı koruma, düzeni, sistemi koruma…
* Kimden korunuyor peki bunlar?
Değil mi yani, ben de en çok bunu düşünüyorum. Devlet her şeyden bir korku içerisinde. Vatandaştan, gençten, farklıdan korkuyor. Azınlıktan, Kürtten, Aleviden, solcudan korkuyor. Bütün bunları bir araya getirdiğinizde çok büyük bir rakam çıkıyor. “Devlet kimden korkmuyor?” Bunu sormak lâzım herhalde. Bu korkulardan kurtulmak lâzım.
Mersin’de olanlar bugünkü olaylar değil. Türkiye’de on yıllardır güneydoğuda yaşanan bir olağanüstü hal var. Şimdi 20-25 yaşına gelen gençler devleti hep silâhla tanıdılar. Binlerce köy terörü yok etmek amacıyla boşaltıldı. Milyonlarca insan nereye gitti? İnsanlar topraklarından, mezralarından koparıldı. Gittikleri yerlere uyum sağlamaları kolay değil. Bir kere gittikleri yer kabul etmiyor. Dolayısıyla bu insanlar kendi ülkelerinde hep mülteci durumunda yaşayabiliyorlar maalesef. Bugün Mersin’de yaşanan ‘kuvayı milliye’ olayında 13 bin 500 hain listesinin olduğu ortaya çıktı. Devlet bunlardan hesap sormuyor. Hain, “vatana ihanet eden” demek. Bu da vatandaşın kafasında “katli vacip olan kişi” demek. Bunların sorgulanması lâzım gerçekten.
*Düşünceye karşı gösterilen tepkiyi burada göremiyoruz. Kuvayı milliye adı altında resmen öldürmekten bahsedilmesine rağmen daha müsamahalı bir tavır söz konusu değil mi?
Tabiî. ‘Ben gerektiğinde şiddet uygularım’ diyor, ama hesap sorulmuyor.
DÜŞÜNENLER, YAZANLAR,
SORGULAYANLAR YARGILANIYOR
*İfade özgürlüğü nerede başlar, nerede biter? Veya bittiği bir nokta var mı?
Düşünce özgürlüğünün bitiş ve başlama yerini koyabilmek çok kolay değil, ama hukuk metinlerinin koyduğu, AİHS’nin uygulanması sırasında ortaya çıkan bir takım sonuçlar var. Meselâ şiddete açık çağrı, açık hakaret, iftira bütün bunlar ifade özgürlüğünü sınırlar. Türkiye’deki sorun eleştirinin hakaret sayılması. Türkiye’de işkencenin olmadığı söylenir. Resmî ağızlar bunu söyler. Ama Uluslararası Af Örgütü’nün, Türkiye’deki STK’ların istatistikleri ortadadır. İşkence maalesef Türkiye’nin bir gerçeği. Şöyle düşünün bir vatandaş polise, devlete güveniyor. İşkence ve kötü muameleye maruz kaldığında bunu çıkıp söyleyemezse, bunu söylediğinde “Emniyet kuvvetlerini tahkir ediyor” denirse nasıl konuşacak bu vatandaş? Bu bir talep, istek. Kurumların bu kadar alıngan olmaması lâzım. Kurumlar, esas kurumların içindeki kişiler tarafından aşağılanır ve alçaltılabilirler.
*‘Şu kanun kalksın da ben de istediğim gibi hakaret ve küfredeyim’ diyen kimse var mı? Veya böyle düşünen birkaç kişi var diye genele teşmil etmek doğru mu?
Elbette hayır. Günlük yaşamda hangimiz evimizde otururken bir şeylere kızmıyoruz. Burada bir aleniyet aranmalı. Aleniyet de sıradan bir aleniyet olmamalı. Gerçekten kurumun prestijini, saygınlığını azaltacak nitelikte bir aleniyet olmalı. Bu kanunla daha çok düşünenler, yazanlar, çizenler, sorgulayanlar, kafa yoranlar yargılanıyor.
*Ve de tabuyu, resmî ideolojiyi sorgulayanlar…
Buna biraz dokunanlar... Düşünün 300-400 sayfa bir kitap yazıyorsunuz. O kitabın içinden bir satır alınıyor. Meselâ bir panelde bana dense ki “hocam Türklük ya da kurumlar nasıl ihlâl edilir bize bir örnek verin.” Ben de “şunu şunu derseniz bu ihlaldir” derim. Bir basın mensubu “Türkan Yalçın Sancar konuştuğu panelde şöyle şöyle dedi” diye haber yapsa hakkımda dâvâ açılabilir. Halbuki ben bunu bir panelde örnek diye söylemişim. Hangi bağlamda söylediğim çok önemli.
Medyada yer alınca bir kere milyonlarca insan tarafından okunuyor. Herkesin kafasında bir yargı oluşuyor. Dolayısıyla basının, mahkemenin çok dikkatli olması lâzım. Yüzlerce sayfanın içinden bir satırı alıp niyeti yargılamak doğru değil. Yargı niyetle ilgilenmez. Yargı objektif olarak fiille ilgilenir. Yargı, “bunu söylüyorsa arkasında şöyle bir niyet vardır” şeklinde niyeti mahkûm edemez. Ben meselâ “Ahmet’i öldüreceğim” diyorum. Silâh alıyorum. Bu bir hazırlık hareketidir. Bunu bile cezalandırmazken bir sözden çıkarak “bunun arkasında şöyle niyet olabilir” diye mahkûmiyet yoluna gidilmemesi lâzım.
301’in maalesef Türkiye’deki konumu bir tür teşhir etme aracına dönüştürüldü. 301’den yargılanan insanlar bir tür teşhir edildi, hedef tahtası haline geldiler. Türklüğü tahkir eden 6 ay ceza aldığında iş bitmiyor. Ceza burada bitmiyor. İnanılmaz bir düşmanlık oluşuyor. Bir linç kültürü geliştirildi. 301’in kendi kutsanıyor. Özellikle muhalefet, “noktasına, virgülüne dokundurmayız” diyor. İşte kutsal budur. Kutsallaştırma budur. Hem içindeki kurumlar hem de maddenin kendisi kutsallaştırılıyor. Şu anda “301 değiştirilsin, kaldırılsın” şeklinde fikir beyan edenler de belki 13 bin 500 kişinin arkasına yavaş yavaş ilâve edilecektir.
[email protected]
Devam edecek
|