Kendine has bir üslûp oluşturmak isteyen, yahut alelâde kelime ve cümle kalıplarını yeni bir üslup içinde harmanlayan edebiyatçılar, çoğu zaman günlük dilden farklı bir dil tercih etmelerinden dolayı eleştirilirler. Bu eleştiriler de herkesin anlayabileceği sade dile dayanan ve anlam giriftliğine kaçmayan metin oluşturma isteğinden doğar genelde.
Bu eleştirileri mantık çerçevesine oturtup düşünmeye başladığımızda, iddiâ edilenin biraz eksik ve yanlış olduğu ortaya çıkacaktır. Ve biraz araştırıldığında, her bilim dalının kendine has bir dil ve üslûbu olduğu hemen görülecektir. Çünkü her disiplin nasıl ki bir dizi kural üzerine işliyorsa, bir disiplin olan edebiyatın kullandığı edebî dilin de tâbi olduğu kurallar elbette ki var olacaktır.
“Bu da nereden çıktı?” demeyelim. Meselâ bir eserin edebî derinliğini, fikrî altyapısı ve omurgası hüviyetinde olan üslûbunu çözümleme cehdinden mahrum bir edebiyat bölümü öğrencisi bile bu tarz eleştirileri sıralamaktan geri durmuyor. Şahsım adına, çok karşılaştım ve son günlerde de çeşitli mahfillerde karşılaşınca, aklıma aynı sınıfta okuduğum arkadaşımın, “Yahu şu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde fayda namına hiçbir şey yok. Ne dediğini anlamıyorum. Öyle kapalı bir üslûbu, ifadeleri çetrefilli bir sunumu var ki, çok defa geri dönüp tekrar okumak zorunda kalınca, okumayı bıraktım” şeklindeki düşünceleri beni gülümsetti. Çünkü karşımda alelâde birisi değil, bu işin ilmini alan, talim etmeye tâlip olan birisi vardı. Ve yine biliyordum ki Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Hâşim’in deyişiyle, bir “edebiyat memuru” düşüncesiyle değil; bir san'atkâr dehasının gerektirdiği bir üslûp ve düşünce cehdi içinde örmüştü edebî eserlerini.
Tanpınar ve üslûbu hakkında elbette söylenecek çok şey var. Ancak Tanpınar’dan hareketle diyebiliriz ki, her edebî dil, günlük ve sade dilden farklı bir temele oturtularak meydana getirilir. Yazar yahut şâir, edindiği bilgiler ve yaşadığı çevrenin etkisiyle özel dünyasında anlamlandırdığı üslûp sarmalı içinde okuyucuya seslenir. Okuyucuya, özellikle edebiyat araştırıcısına düşen, bu sarmalı çözümleyerek düzlemini keşfetmektir. Böylece edebî dilin kapısı da aralanmış olacak.
“Ne yani, günlük dille yazılmayan bir eser, ne kadar edebî olursa olsun, okuyucu bulamadıysa, neye yarar?” şeklinde bir soru sorulabilir. Ancak, sadelikle alelâdelik arasındaki ince çizgiyi fark etmek gerekir. Ve bilmek gerekir ki, edebiyat ve dolayısıyla edebî dil, bir başkaldırıdır günlük dile. Çünkü hemen her şeyiyle, tam anlamıyla bir planlılıktan uzak duran günlük hayat gibi, dili de bir plandan uzaktır. Dolayısıyla edebiyat da malzeme olarak önünde bulduğu “nasıl geldiyse, öyle söylenen” günlük dilden; göze, gönle ve akla güzel bir şekilde hitap edecek kelimelerle kuleler yapar. Bu kulelerin adı da edebî dildir. İşte bu kuleye çıkıp kâinatı, kendimizi ve hayatı temâşâ etme ayrıcalığını tatmak istiyorsak, en azından “edebî bir gayreti” göze almak gerekir.
Yalnız şunu unutmamak lâzım: Edebî bir üslûpla duygu ve düşüncelerimizi ifade ederken, lâfızperestlik yahut nazımperestlik hastalığına düşmemek şarttır. Böyle olursa, bir mânâ anarşisinin sebep olacağı taklitçiliğin ortaya çıkması muhakkaktır. Edebî eserin dili, içine girdikçe farklı mânâ kapıları açılan ve her mânâ kapısında anlaşılırlığıyla bizi kucaklayıp sihirli bir bağla iç ve dış âlemin tılsımlarını fark ettiren özellikte bulunma gayretinin bir timsali olmalıdır.
Nihayetinde bir mermeri yontup heykelleştirmek ne kadar maharet ve zorluk gerektiriyorsa, edebiyat için de kelimeleri yontmak o derece zorluk ve maharet ister. Kolay değil, seçicilik denen zorlu özelliği içinde barındıran edebî dil, bir edebiyatçının ne kadar zor bir işe kalkıştığını gösteren yegâne delillerdendir.
18.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|