Şiddetin, bireyin dünyasında yer edinmeye başlaması, aynı zamanda içinde bulunduğu ruh halinin, sahip olduğu görüş ve düşüncelerin kaybetmek ve tutunma hırçınlığıdır. Toplumsal şiddet, sosyal çözümsüzlüklerin ve kurumsal dayatmaların sonucudur. Bu sonucu doğuran ana sebeplere indiğimizde kültür, eğitim ve yaklaşım felsefesi ile birbirini kabullenme ahlâkının ne kadar yerleşik olduğu sorularıyla konuyu açabiliriz.
Eğer fikrî kabızlıkla birlikte kişinin elinde yetki varsa, olaylar karşısında veya yaşadığı süreçlerde vereceği iki tepki vardır;
Biri, yetersizliğine makul cevap aramak, ortak hareketle kendini paydada bir pay kadar görme cesaretini gösterip, ortak misyonu büyütmektir.
İkincisi ise, problemlerin veya taleplerin çözüm standardını kendi seviyesine indirgeyip çaresizlik üreterek oluşan tepkileri de sahip olduğu yetki gücü ile bertaraf etmektir.
Birincisi demokratik ortaklıklara, imtiyazsız büyümelere, yeni akıllarla desteklenmiş köklü sonuçlara ve katılımcı bir huzura götürür. Buradaki en kritik nokta ve herkesin üstünden atlaması gereken hendek, birbirini kabullenme köprüsünden tek başına geçme inancını fiilen göstermesidir. Bu açılım, insanî değerlerin ve birlikte yaşamanın çıtası yüksek ve akidesi sağlam maddî ve gayri maddî varlıkları paylaştırmaya götürür. Adaleti tesis eder.
İkincisi ise, emanet olan hayatından saparak vazgeçilmez gördüğü “gücü”nü kullanmaya çalışır. Kendini merkeze oturtur. Kendisi gibi olanlarla “biz” sözcüğünü kendine ait kılar. “Biz”in içine gerçekte yalnız kendisi, ancak tuzak ve hilelerle dolu tatminsiz egosunun yanında “etraf”la birlikte örgütlenmeye girer. Bunu adı, ailedir, şirkettir, topluluktur, gruptur, devlettir, yönetimdir, vs. Burada başlıklar, insanlar ve konular değişse de, değişmeyen şey kendini vazgeçilmez görmenin otorite üzerine kurduğu şiddet sistemidir.
Şiddet, sosyal, siyasî, psikolojik, dinî, hususî veya genel olabilir. Şiddetin özünde, “birini düzeltme”yi üstlenmiş bir yaklaşımın ötekini yok saydıracak davranışlar ve eylemler serisini yapma isteği vardır.
Bu zalimce arzu; günümüzde dişini göstermeyecek kadar küstah, yanıltacak kadar sevecen ve sinsiliği yansıtmayacak kadar tedbirlidir. Arzular, böylesi bir iklimde fikirlerin ve masumca ifadelerin ve kendince “kutsanmış gerekçeler”in kılıfını giyer. Bazen kılıf, içindekini gösterecek kadar şeffafken bile esas hamlenin fitne boyutunu gizler.
Hal böyle olunca, karmaşa, güvensizlik, hiddet, suçlama, kendini aklayıp paklama heyecanları, başkasını kötüleme, memnuniyetsizlik ve anlaşmaktan uzak her yöne dümen kırma ile enerji kayıplarına sebebiyet verme had safhaya ulaşır.
Bu safhada herkes yanlışını, ötekini ithamla savuşturur. Zamanı direme, erteleme ve “ben” olgusunu menfi anlamda tatminde kullanır.
Siyasal şiddetin “etnik terör” boyutu ile ezilmişliğin baskın olma hali veya övündüğü ulus değerlerinin kendisini sevgi ve şiddet ikileminde, kendi tarafını sevdiği ölçüde ötekinden nefret ve kin duymayı aşılar.
Ölümü sevmekle hayatı sevmek tercihlerinde iki ayrı ruh halinin tercümesi vardır. Biri felâkete sürükleyecek ve hayatı aşağılayacak, onur kırıcı ve intikam alıcı bir hale bürünüp bunu eylemine girişir. Ütopyaları ve şişirilmiş balonları her an patlamaya hazır bir bomba gibi etrafı dağıtmaya ve parçalamaya adaydır.
Hayat eksenli insanlar ise, insanı merkeze oturtup onu anlamaya ve mutlu bir gelecekte başkaları ile ortaklıkların iklimine kendilerini planlarlar. Yalnızlıklarında iç sevgi, kabullerinde paylaşmak ve tepkilerinde olumlu bir teklif ve ötekini teşvik eden sıcak bir yaklaşım vardır.
“Düşüncelerinin şiddeti” olanlar, şiddeti tek çare olarak görürler. Önceden düşünemeyen, fark edemeyen, tedbirini alamayan ve büyük düşünemeyen her kafanın ve baskının ceremesini başta kendisi olmak üzere çevresi ve toplum çeker.
13.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|