19’ncu yüzyılın sonlarından itibaren Batılı olmayan toplumlar, özellikle de İslâm coğrafyası, yönünü, biçimini ve zamanlamasını kendilerinin belirlemediği bir değişim süreci içindedir.
Tabiî olmayan, planlı ve zorlamalı olan bu değişim süreci sonunda, Türk-İslâm coğrafyasında oluşan sınırların, yeni yeni devletlerin ve siyasal rejimlerin, bu coğrafyada sürekli kronik ihtilâflar doğuran bir şekil kazandığı herkesçe bilinmektedir.
Bu ihtilâfların, Türk-İslâm coğrafyasının kontrol ve yönlendirilmesinde ve ABD ile müttefiki Avrupalı devletler ve İsrail’in müdahalelerine karşı bütün stratejik oluşumların engellenmesinde olduğu kadar, bölgede yapılan siyasî, ekonomik ve askerî müdahalelerin meşrulaştırılmasında, fonksiyonel bir araç olarak kullanıldığı da açıktır.
Bir yanda çıkarları elverdiği oranda alabildiğine işbirliği yapan ABD, İsrail ve Batılı devletler; öte yanda çıkarları ile taban tabana zıt bir biçimde alabildiğine ayrışan, parçalanan, ufalanan ve birbirleri ile ihtilâfa düşmüş, her türlü birlik ve beraberlik ve dayanışmaya elverişsiz hale gelmiş bir İslâm dünyası...
ABD ve müttefikleri için son derece fonksiyonel olan bu yapı İslâm coğrafyasında nasıl inşa edilmiştir? Bu yapıyı, sömürgecilik hareketlerinden, bu hareketlerin yol açtığı değişim süreçlerinden soyutlayarak sağlıklı bir şekilde anlamamız mümkün değildir.
İslâm coğrafyasının bugün içinde bulunduğu siyasî ve ekonomik duruma yol açan sosyolojik süreç, “sömürgecilik hareketleri” ile başlayan kültürel müdahaleler ile gerçekleştirilmiştir. İslâm coğrafyasında sömürgecilik hareketleri ile birlikte başlatılan alt kimlik dayanışmalarını ön plana çıkarıcı tedricî süreçler sonunda, Ortadoğu fotoğrafının tedricen Batılı devletler lehine değiştiği tartışılmaz bir gerçektir.
Emperyalizmin temel stratejisi
Emperyalist teşkilâtların politikalarını çizenler, Osmanlı İmparatorluğu, İran ve Hindistan gibi, çeşitli kültür gruplarının aynı bir millet halinde yaşadıkları topraklar üzerinde, bu kültür gruplarının etrafında kendi kontrollerinde bir çok küçük devletçiklerin doğmasını sağlamak amacıyla, bu etnik grupları kendi etnik dillerinde eğitip, onlara “ayrı bir millet olma şuuru” vermeyi planlıyorlardı. Bu amaçla, Ortadoğu’daki soy, dil, din ve mezhep farklılıklarını, kendi çıkarlarına hizmet edecek doğrultuda evrimleştirmeyi temel politika haline getirmişlerdir. İlk planda, ayrışmaya en elverişli Hıristiyan topluluklarda, soy ve mezhep farklılıkları temelinde ayrışma sağlanmıştır.
Farklı etnik ve mezhebî kökenlere sahip Müslüman toplumlarda da, eğer “ortak payda” devre dışı bırakılır ise, bu takdirde, birlik ve bütünlüğün bozulacağı, bunun da yalnızlaşan fertleri kendi ait olduğu alt kimlik dayanışmasına iteceği bir gerçekti.
İşte, Ortadoğu’da bu alt kimlik dayanışmasının ön plana çıkartılıp, birbiri ile tutarsızlaştırılması ve siyasallaştırılması ile hem en kapsayıcı kimlik olan İslâm’dan gelen dayanışma ortadan kalkacak, hem de Müslüman toplum uzun vadede baş edilebilecek boyutlarda alt kimlik dayanışmalarına ufalanacaktı. Artık, bu ufalanmış kimlikler istendiği gibi çatıştırılıp, kullanılabilirdi.
Bu amaçla, Osmanlı bünyesinde tezatları daha da arttırmaya yönelik olarak, bütün içinde farklı, kendi içinde homojen ulusal kültürler ve farklı etnik grup veya azınlıklar meydana getirme süreci başlatılmış ve geniş bir zamana yayılan faaliyetlerle bu süreç sürekli olarak beslenmiştir.
Ülkelerinin dış politika manevralarında doğrudan ve etkin bir şekilde rol almış olan oryantalistler, geçmişte olduğu kadar, bu gün ve uzun bir gelecekte de devletlerine bölgede etkili olacak ve hakimiyetlerine hizmet edecek politik mekanizmalar sağlamayı amaçlamaktadırlar.
Lawrence gibi oryantalistlerin, Batılı devletlere, ne derece fonksiyonel politik mekanizmalar oluşturduğunu somut bir örnek ile açıklamamız yerinde olacaktır.
Hindistan’dan Mağrip’e kadar Müslümanların gözbebeği Osmanlı İmparatorluğu, 1800’lü yılların başlarından beri sürdürülen yoğun faaliyetler sonucunda 1914’lü yıllara gelindiğinde, artık batış işaretleri veriyordu. Osmanlı, Batılı güçlerce, hazırlıksızlığın ve tutarsızlığın ağırlaştırdığı bir askerî ve siyasî savunma içinde kıstırılmıştı. 1820’li yıllarda başlayan oryantalist faaliyetler, artık Batılı güçlerin yayılmacı dalgalarının önünü açmıştı.
Batılı güçler Birinci Dünya Savaşının başından itibaren, yaptıkları görüşmelerde, Osmanlı İmparatorluğunun etki alanlarına bölünebilmesi için nihaî parçalanması ilkesini getirmişlerdir. Savaş yılları boyunca İngiltere ve Fransa’nın diplomatik ve askerî eylemleri, Türklerin Arap Ortadoğu’sundan bütünüyle tasfiyesini hedef almıştır. Harekât alanının cesameti düşünülürse, bu tür bir stratejinin başarısı silâhların gücüne olduğu kadar, kaynaşan milliyetlerin sempatisini kazanmaya yönelik psikolojik girişimlere de dayandırılmak zorundaydı. İngiliz istihbarat servisleri bu amaçla, bir Arap krallığının kurulmasına yatkın unsurları harekete geçirmeye yöneldiler.
İngiltere’nin Ortadoğu siyasetinin esas hedefleri, kutsal yerleri denetlemek ve uluslar arası siyonizmin işbirliğini sağlamak, Sykes’in bir raporunda “İngiltere’nin deniz, hava ve sanayi gücü için esas” olduğunu belirttiği Irak petrol alanlarına hakim olmak için Filistin’e ve Mezopotamya’ya el koymak, ünlü Hint yolu üzerindeki bütün engelleri bir darbe ile aynı anda ortadan kaldırmaktı. İşte bu hedeflere ulaşılmasında, Türklere karşı uygulanacak strateji, Arapların işbirliğini zorunlu kılıyordu.
Amerikalı oryantalistler ve eğitimciler, öteden beri faaliyetlerini sadece Hıristiyan kültür gurupları ile sınırlandırmamışlardır. Aynı zamanda klasik Arap edebiyatının canlanmasını teşvik etmişler, böylece Osmanlı bünyesinde büyük bir kitleyi ve coğrafî alanı işgal eden farklı soydan Müslümanların da ayrışmasını sağlayacak “modern Arap milliyetçiliğine” zemin hazırlanmasına kültürel yatırım yapmışlardır. İşte, uzun bir zaman diliminde yapılan bu kültürel yatırımların sonucunu alma zamanı gelmişti.
—Devam edecek—
|