“Envâr-ı Kur’âniye mizan ve bürhanlarından ve kıymeti takdir edilemeyen Sözler namındaki risâle-i şerifler fakiri ihya ediyor, kalbimi nurlandırıyor. ‘Bu Rabbimin fazlındandır.’ Çoktan beri aramakta iken, lehül’hamd Cenâb-ı Hak Sözleri bu fakire ihsan buyurdu. Kalp ve gönlüme âciz kalemim ve kâlim tercüman olamıyor.”
ir tenevvürün terennümü bu ifadeler.
Kalem ve kelâm, okuduğu hakikatlerle mutmain olan bir kalbin tecessüslerine ve müsterih gönlün inşirahlarına tercüman olmaya çalışınca bu cümleler teşekkül etmiş.
Paragraf zahiren küçük, cümleler şekil itibariyle kısa da olsa, anlatılmak istenen hakikat büyük, hissedilen iştiyak coşkun, duyulan sevinç sonsuz, yaşanan sürûr ebedî.
Kelimelerde, mânen ihya olmaya müheyya asil bir ruhun, uzun süren arayışların neticesinde bulduğu hakikatler karşısında hissettiği sevinç, sürûr, iştiyak ve hayranlık hislerinin in’ikası var.
Lâkin beşerî zaafların neticesi olan ve böyle zamanlarda tezahür eden riya, his, heves, gösteriş, tasannû temayülü sayılabilecek hâllerden, hareketlerden hiçbirinin en ufak bir emaresi bile yok.
Zîra bu ifadeler umuma hitap eden bir kitapta, gazetedeki makalede, dergideki yazıda, internetteki mesajda geçmiyor. Radyo mikrofonlarında veya televizyon ekranlarında da söylenmiyor.
Gönül ehli bir insanın, mürşidine yaptığı hususî hitabında geçiyor.
Binbaşı Âsım Beyin, Bediüzzaman Said Nursî’ye yazdığı mektupta.
***
Ahmed Âsım Önerdem…
1877 senesinde İzmit’te dünyaya geldi. Çocukluğunun geçtiği yollar maddî, içtimâî ve siyasî yönden bir insanın yetişmesine pek müsait olmamasına rağmen ailesinin itinası sayesinde iyi bir eğitim aldı.
Teşebbüs edeceği her işi başarı ile yapacak bilgi birikimi, istidat ve kabiliyetlere sahip olduğu hâlde, memleketin parçalanmaya yüz tutan vaziyetini nazara alarak o da pek çok akranı gibi meslek olarak askerliği seçti.
Askerî okullardan mezun olup kıta eğitimini başarı ile tamamladıktan sonra genç yaşta muvazzaf subay olarak Osmanlı Ordusuna katıldı ve Birinci Cihan Harbi yıllarında Trablusgarp’ta, Şam’da bulundu.
Osmanlı Devletinin yıkılıp Cumhuriyetin kurulmasından sonra da ordudaki vazifesine devam etti ve Muğla, Manisa gibi şehirlerdeki askerî birliklerde yıllarca çalıştı.
Bu zaman içinde askerliğin bütün icaplarını yerine getirmesinin yanı sıra, sair istidatlarını da ihmal etmedi ve gittiği yerlerde mahallin âlimleri ile tanışarak ilmini, irfanını, hattını geliştirmeye gayret etti.
Nitekim bu merakı ve hasleti sayesinde, binbaşı rütbesi ile Burdur’da vazife yaptığı yıllarda önce Şeyh Mehmed Efendi ile tanıştı. Onun delâleti ve tavassutu ile orada sürgünde bulunan Bediüzzaman Said Nursî’yi tanıdı.
Askerlerin sürgünlerle görüşmesi pek hoş karşılanmadığı hâlde ‘kâinatın muamma-yı tılsımını açan anahtarın’ onda olduğunu anlayınca sık sık yanına giderek o anahtarı almaya çalıştı.
Bediüzzaman onun hattının güzel olduğunu görünce, ‘Eski Said’le Yeni Said’in birbiriyle münâzara edip nefs-i emmareyi susturan ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın âyetlerinin, âynelyakîne yakın şuhud derecesindeki hakikatlerini ihtiva eden on üç dersten’ müteşekkil Nur’un İlk Kapısı adlı eserini yazdırdı.
Onu tanıdıkça meftun olan ve yazdığı her dersten ayrı bir feyiz alan Binbaşı Asım Bey, Bediüzzaman Burdur’dan Isparta’ya sürgün edildikten sonra da sık sık ona hâlini anlatıp himmetini isteyen mektuplar yazarak irtibatını devam ettirdi.
Ondan aldığı müşfik mektuplardan ve yanından gelen insanlardan, Burdur’da başladığı telifâtına “Risâle-i Nur’un tarlası olan Barla’da” Sözler adını verdiği eserlerle devam ettiğini öğrenince büyük bir sevinç ve sürur duydu.
Çeşitli vesilelerle temin ettiği risâleleri okudukça ruhunu saran karanlıkların dağıldığını, kalbinin nurlandığını, gönlünün aydınlandığını hissederek daha çok yazmaya ve okumaya başladı.
İstinsah ettiği risâleleri tashih için Said Nursî’ye gönderirken duygularını, “Bir gülistan-ı ferahfezâ, gayet nâdide ve hoş bu ezhâr-ı lâtife gûna-gûn bulunur bunda. Hangisini koparmaya, koklamaya, tercih etmeye mütehayyir kalıp da neticede hepsinden bir deste, bir demet yapmaya karar verdiği gibi; bu risâle-i şerifler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur deryasına gark edip de mütefekkir, mütehayyir edip hepsinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar” sözleri ile dile getirdi.
Risâle-i Nur’un intişarına vesile olmak maksadıyla yaptığı çalışmalarda eşi Nigâr Hanımdan büyük destek ve yardım gördü. Telif edilen her risâleyi onunla birlikte günler, geceler boyu hem yazdılar, hem okudular.
Risâle-i Nurlarla meşgul olmaktan o kadar büyük haz aldılar ki, eşinin hastalanıp yatağa düştüğü ve uzun zaman kalkamadığı zamanlarda bile ‘Hakikat-i Kur’âniye olan risâle-i şeriflerin’ imdatlarına yetiştiğini hissederek hizmetlerine ara vermediler.
Bilhassa Bediüzzaman’dan, “Hizmet-i Kur’âniyede kuvvetli arkadaşım ve tarîk-ı hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşım” gibi mültefit hitaplarla başlayan müşfik mektuplar aldıkça daha da şevke geldiler.
Nigâr Hanım biraz iyileşip ayağa kalkınca evlerini bir medrese-i nuriye hâline getirdiler ve istinsah çalışmalarının yanında Nurları daha çok okuyup daha fazla insana duyurma gayreti içine girdiler.
Bu derslere iştirak eden insanların, âdetâ mânen ihya olduklarını gören Âsım Bey, bir mektupta “Bütün okuduğum arkadaş ve kardeşlerin hepsi hep takdir ve tahsin ve tasdik ediyorlar ve kanaat-ı kâmilede bulunuyorlar. Hizmet-i Kur’ân’a şevk ve gayretleri tezayüd ediyor ve bu kafilede ve bu dairedekilere gıpta ediyorlar” diyerek mutluluğunu Üstadı ile paylaşmak istedi.
Bediüzzaman, cevâbî mektubunda onları tebrik ettikten sonra “Ben öldüğümde sizi arkamda vâris bırakarak ferah ile kedersiz kabrime girmek Rahmet-i İlâhiyeden ümid ederim” dedi.
Bazı mânevî sırlar taşıdığını hissettiği bu ifadelerin tesirinde kalan Âsım Bey; Bediüzzaman’a vâris olmalarının, kendisi gibi insanları mesrur etse de beşeriyete pek bir şey kazandırmayacağını, ama onun yaşadıkça yazacağı eserlerin insanlığı ihyâ edeceğini düşünerek hemen kaleme kâğıda sarıldı.
“Bu fakir, Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz, dâr-ı bekânın ilk kapısına gelinceye kadar dâr-ı dünyada bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz duâ ve hediyenizle mütenaim, şâd ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizle - ki erhamürrahimîn olan Rabbü’l-âleminden duâ ve niyazım budur - ruhum sizi istikbal etmek şerefi ile müşerref olabilmek gibi gönül arzu ve hayatı hâsıl oluyor” diyerek tecessüslerini terennüm etti.
Hâlis bir niyetle yaptığı bu duâ, ruhunu harekete geçirmeye yetti. Hem Üstadının kendisine atfen söylediği sıfatlara lâyık olabilmek, hem de daha çok insanın imanının kurtulmasını sağlamak için Cuma günleri evinde mutad dersler yapmaya başladı.
O derslerden birinde evine baskın yapan polisler, derse gelenleri dağıttılar, evi arayıp bütün risâleleri topladılar, Binbaşı Âsım Beyi de yanlarına aldılar ve Isparta’ya götürdüler.
Hapishâneye girdiğinde yalnız kendisinin değil, Bediüzzaman Said Nursî ile birlikte pek çok Nur Talebesinin de ilkelere, inkılâplara, cumhuriyete karşı çıkma, dini siyasete âlet etme, izinsiz neşriyat yapma, asayişi bozma gibi iddiâlarla hapsedildiklerini görünce şaşırdı.
Sorgulama başlayınca, kendilerinin vereceği ifadenin, Bediüzzaman’a isnat edilen suçların delili sayılacağını ve cezasının o nisbette artacağını hisseden Âsım Bey çok üzüldü.
Bilhassa devlete hâkim olan zihniyetlerin, ona karşı sinsi bir suikast hazırlığı içinde olduklarını, verecekleri ifadeyi bahane ederek menfur emellerini gerçekleştirmeye çalışacaklarını anlayınca tereddüt etmeye başladı.
Çünkü sorgu hakiminin sorularına doğru cevap vererek Bediüzzaman’dan ders aldığını, ondan aldığı mektupların teşvikiyle Risâle-i Nurları okuyup yazdığını söylese, uğrunda her an can vermeye hazır olduğu Üstadına zarar gelebileceğini düşündü.
Ona zarar vermelerine mâni olmak için her şeyi olduğu gibi söylemeyip çeşitli tevillerle bazı hadiseleri gizlemeyi de kırk yıllık askerlik mesleğinin şerefine ve mert fıtratına yakıştıramadı.
Zihni o tereddüt noktasında düğümlenip kalınca, ölmekten korktuğundan dolayı öyle düşündüğünü zannederek endişelendi ise de o anda hareketlenen ruhunun iştiyakla bu uğurda ölmeyi beklediğini fark edince rahatladı.
Said Nursî’nin ve Nur Talebelerinin, tağûtların hazırladığı bu dehşetli girdaptan sağ salim kurtularak iman, Kur’ân hizmetine devam edebilmeleri için bir kişinin, onun bedeline kendisini feda etmesi gerektiğini düşündüğü zaman içinde farklı bir ferahlık hissetti.
“Yâ Rabbi, canımı al!” dedi sorgulama sırası kendisine geldiği esnada.
Adâletin tecellîgâhı olması gereken mahkeme salonunu mezalim meydanı hâline getirmeye çalışan sorgu hakimi; ona doğru dönerek hiddetle, gazapla, öfkeyle ithamlarını sıralamaya hazırlanırken o yavaşça öne doğru eğildi ve secde edercesine yere kapaklandı.
“Lâ ilâhe illallah!...” diyerek ruhunu Rahman’a teslim etti.
Ve, Nur’un ilk ‘istikamet şehidi’ oldu.
***
7 Mayıs 1935 tarihinde vuku bulmuştu bu hâdise.
Aynı gün orada, daha elim bir başka hadise daha yaşandı.
Isparta havalisindeki Nur Talebelerinin hepsi hapiste olduğu, din görevlileri de hükümetin emriyle Ankara’dan gelerek şehri abluka altına alan emniyet kuvvetlerinin hışmından korkarak gelmedikleri için cenaze işlerini yapacak kimse çıkmadı.
Bunun üzerine Nigâr Hanım, şehid eşine yakışır bir cesaret, metânet ve vakarla Binbaşı Âsım Beyin nâşını güzelce yıkayıp itina ile kefenledi, ferâset sahibi yedi sekiz kişinin kıldığı cenaze namazını müteakip onların da yardımı ile götürüp Isparta’daki Alaaddin Mezarlığına defnetti.
Aradan tam yetmiş üç yıl geçti.
O gün, Isparta’da cenazesine ancak beş altı kişinin katılabildiği istikamet şehidi Binbaşı Âsım Bey, bu gün yalnız orada değil, memleketin her yerinde ve dünyanın pek çok ülkesinde milyonlarca Nur Talebesi tarafından rahmetle anılıyor.
Zîra hepsi onun kalbi ile ikrar, dili ile terennüm ve hayatı ile tasdik ettiği hakikati yaşıyor:
“Kasem ederim doğrudur, sözü özüyle beraber.
Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bedmâyeler,
Kalır dalâlet ve vadi-i hüsranda nice seneler.
Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner;
Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer.
Cümlenin ıslahına niyet edip Hâlık’a yalvaralım,
Hep envâr-ı Kur’âniye olan Sözler’i okuyup anlatalım,
Bu yolda bizler de feyz alıp dilşâd olalım,
Fenâyı bekâya tebdilde rıza-i Bârî’ye kavuşalım.”
11.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|