“Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakkın…
Kim
bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”
Bu dörtlükte hususan gençlere hitap eden Şair, onların gerekirse gövdelerini siper ederek canavar ruhlu düşmanların hayasız saldırılarına karşı koymaları ve düşmanı vatanın semtine bile uğratmamaları gerektiğini hatırlatmaktadır.
Düşman, yurda zaten zorla giremeyecek, hasbelkader girdiği yerlerden de perişan olarak çıkacaktır. Parçadaki “uğratma” kelimesinin mânâsı, yalnız savaş zamanının şartlarını değil, barış zamanını da içine almaktadır.
Çünkü, Avrupa’nın karakterini teşkil eden La Fontaine’in fabllerinde kurnaz tilki, tuzağa düşürmek istediği horoza asıl niyetini sezdirmemek için geçiyorken ‘uğradığını’ söylemektedir. Avrupa’nın ‘uğramaları’ da hep sinsi ve gizli emeller içindir. Millet bu oyunlara gelmemeli horozun tilkiye yaptığı gibi “oyunbazı oynatmalıdır.”
Allah, inananlara ebedî saadet vaad etmiştir. Eğer millet imanının gereğini yerine getirir, “her taşı bir mabed-i iman olan” vatanın değerini bilir ve korursa; bu uğurda şehit olanlar Cennette, gazi kalanlar dünyada, inandıkları hakikatleri yaşamanın ebedî saadetine ulaşırlar. Bu da ancak vatanın kıymetini çok iyi bilmekle mümkün olacağından Âkif, vatanın taşıdığı kudsî değeri de millete hatırlatma ihtiyacı hissetmiştir.
“Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.”
Vatan, sıradan bir toprak parçası değildir. Milyonlarca insanın kendisini lâyıkıyla temsil edip değerlerini yaşatması için uğrunda her şeyini feda ederek şehit olduğu bir değerler manzumesidir.
Yalnız san’at itibariyle değil, his ve heyecan cihetiyle de Âkif’e benzeyen Mithat Cemal de bayrağı ve vatanı, kanla ve insanla tarif etmiştir:
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır;
Toprak, eğer uğruna ölen varsa vatandır.”
Bu açıdan bakılınca, yeryüzünde bizim vatanımız kadar uğrunda insan ölen başka bir toprak parçası az bulunur. Nice genç insan, kalbinin en şevkli çarptığı bir zamanda kendisini vatana feda ettiği için onların canı toprağa geçmiş ve vatanı canlı bir uzuv hâline getirmiştir. Onun için, bu toprağın her zerresi “Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”
Aslında, Gökyay’ın tabiriyle “Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır.” Bu gün vatanın üstünde yaşayanlar, toprağın altında yatan binlerce kefensiz şehidi düşünmeli, onlarla değer kazanan vatanı dünyalara değişmemelidirler.
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Canı, cânânı, bütün varımı alsa da Hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.”
Bu dörtlükte en güzel ifadesini bulduğu gibi, vatan cennet kadar güzel ve kıymetlidir. Şehitler Cennete gittiklerine göre, bu toprağa defnedilen milyonlarca şehit, gittikleri yer olan vatanın toprağını cennetleştirmişlerdir.
Öyle olduğu içindir ki bu vatan, Nedim’e, “Altında mı üstünde midir cennet-i âlâ” dedirtirken; şehitler, Yunus Emre’ye “Kara toprağın altında, gül deren eller” şeklinde görünmüşlerdir.
Vatan hasretinin acısını tadanlar, bir daha vatan lezzetini zor duyacaklarına göre, vatandan ayrı kalmadan, Yunus’un gözünde güzelleşerek imrenilen toprağa girmek pahasına, vatana sahip çıkılmalıdır. Yahya Kemal’in deyişiyle “Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor / Lâkin vatandan ayrılışın ıztırabı zor” dedirten bu vatan, uğrunda her şeyi feda ettirecek kadar güzeldir.
Vatanını seven bir insan için ondan ayrı kalmak ölümden daha acıdır. Bir an onun yokluğunu farz etmek bile insanı dehşete düşürmeye yeteceğinden Âkif, müteâkip dörtlükte millete, vatana sahip olmanın şartını da hatırlatmıştır:
“Rûhumun senden, İlâhî, şudur ancak emeli:
Değmesin mâbedimin göğsüne nâmehrem eli;
Bu ezanlar ki şehâdetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim, inlemeli.”
Şairin içli bir niyaz şeklinde ifade ettiği bu şartların başında elbette, onu bize ihsan eden Allah’a iman gelmektedir. Allah’a imanı ihya edecek halis ibadet de ancak kem gözlerin bakamadığı, düşmanın istilâya cesaret edemeyeceği hür bir vatan üzerinde yapılabileceğinden vatan da mâbed kadar mukaddestir.
Hatta, diğer dinlerde ibadet ancak kilise, havra veya tapınaklarda yapılırken, bir Müslüman vatanın temiz olan her yerinde ibadetle gönlünü Allah’a arz edip kulluk borcunu ödeyebildiğinden, bütün vatan bir mabed sayılabilir.
Yeryüzündeki dinlerin içinde insanı, insan sesiyle ibadete dâvet eden tek din İslâmiyettir. Ezan-ı Muhammedî, her seferinde “şehadet” kelimesi olan “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasulullah” hakikatini âleme ilân etmektedir.
İslâm dinine girmek için ilk yapılacak iş, bu şehadet kelimesini kalbî bir sevgi ve arzuyla söylemek olduğundan, “şehadetleri” dinin temeli olan bu ezanlar bu yurdun üzerinde inlediği müddetçe, ona hain eller ve emeller uzanamayacaktır.
O halde, bu vatan üzerinde ebediyen bayrak inmemeli, ezan susmamalı ve bu milleti var eden ezanla hür eden bayrak gönüllerde de beraber hissedilebilmelidir. Âkif’in, millet adına Allah’tan dilediği tek şey de budur.
İstiklâl Savaşı başlar başlamaz cepheye koşan Âkif, savaşın her safhasını bütün heyecanıyla yaşamış, görmüş, hissetmiştir. Onun için İstiklâl Marşı, görülenlerin yazıldığı ve yazılanların her an görülebileceği mükemmelliktedir.
“Şu kopan fırtına Türk ordusudur, Yâ Rabbî!
Senin uğrunda ölen ordu budur, Yâ Rabbî!
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâmın”
Yahya Kemal’in o günlerde yazdığı bu dörtlük de Âkif’in İstiklâl Marşı’nda işlediği heyecanın şahsî bir hissediş değil, milletçe yaşanan mânevî bir inşirah hâli olduğunu göstermektedir.
Onun için İstiklâl Marşı da tıpkı İstiklâl Savaşı gibi hamasî bir heyecanla başlamakta, ibadet ruhuyla şekillenip duâ ve niyazlarla mânâ kazanmaktadır. Her dörtlükte ölçülü, âhenkli bir şekilde artan ve sadece o marşa has olan bu vecd hâli şahikaya çıkmaktadır.
“O zaman vecd ile bin secde eder, varsa taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-u mücerred gibi yerden nâşım!
O zaman yükselerek Arş’a değer, belki başım.”
Bu dörtlükte âdeta şehitler coşmuşlardır. Kazandıkları zaferlerin nişanesi olarak okunan ezanlarla Allah’a binlerce kere şükür secdesi ederek bütün maddî ağırlıklarından kurtulmuşlar ve gaza yaralarından akan kanlara sevinç gözyaşlarını da katarak, yerden fışkırırcasına Arş’a kanatlanmışlardır.
İstiklâl Marşı’nın en bariz özelliklerinden biri de bütününde coşkun bir duâ ve niyazla Allah’a iltica ihtiyacının izhar edilmiş olmasıdır. Birinci ve dokuzuncu dörtlüklerde ise münhasıran bu hususiyet işlenmiştir.
Bu itibarla denilebilir ki diğer Müslüman milletler de dahil, dünyada hiçbir millî marş, İstiklâl Marşı’mız kadar temsil ettiği milletin ruhu ile birleşmiş; cesareti imanla, ümidi duâ ile güçlendirmiş değildir.
Zaten, onda en güzel terennümünü bulan bu iman gücü sayesinde millet, vatanına sahip olma, dinini yaşama ve bayrağını bağrına basma şuuruna kavuşmuştur.
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakka tapan, milletimin istiklâl.”
Nihayet, karanlık ve kanlı bir gecenin sonunda bayrak, gittikçe nura yaklaşarak güneşin doğuş ânını tablolaştıran şafak vaktinde, âsumanı kendisine hayran eden bir güzellikle dalgalanarak; milletin imanının coşkunluğunu, namusunun temizliğini ve şanının yüceliğini âleme ilân etmeye başlamıştır.
Âkif ikinci dörtlükten sonra burada da ırk kelimesini kullanırken Türk milletini nazara vermiştir. Türk milleti tâbiri ile de İslâmiyeti tedâi ettirmek istemiştir. Çünkü Türk tâbiri genellikle İslâm kelimesinin müteradifi olarak kullanılmaktadır.
Dünyadaki bütün Türklerin Müslüman olması, Türklüklerini de İslâmiyet sayesinde korumaları, Bulgar ve Macar gibi Türk soyundan gelen toplulukların, Müslüman olmadıkları için Türklüklerini de kaybetmiş olmaları bu mânâyı kuvvetlendirmektedir.
Zaten, hayatı boyunca İttihad-ı İslâm ideâlini taşıyan ve bu fikrin tahakkuku için çalışan ve birçok şiirinde dininden ve imanından gelen hassasiyetle ırkçılığı tel’in eden Âkif’in, İstiklâl Marşı’nda kelimeyi o mânâda kullanması mümkün değildir.
Bu itibarla İstiklâl Marşı’nda vatan, millet, din ve bayrak tâbirleri hep birbirini tamamlayacak şekilde kullanılmış ve marşın son beş mısraında insicamlı bir tenâsüp teşkil etmiştir.
Hayatının gayesini, Allah’a iman ve ibadetten ibaret sayan bu millet, mâbed kadar mukaddes saydığı vatanı üzerinde, böyle şanlı bir bayrağın uğrunda döktüğü kanlarını helâl edecek ve o dalgalandığı müddetçe hür olarak yaşayacaktır.
Gerektiğinde hakkını, hürriyetini ve imanını koruyacak kadar güçlü olduğunu da “Gerek söz, gerekse şiir kalitesi bakımından yeryüzündeki millî marşların hiçbirisiyle ölçülemeyecek kadar üstün ve zengin mânâlı bir şiir” olan İstiklâl Marşı’nın refakatinde, dinî ve millî hislerini temsil eden bayrağını semâlarda dalgalandırarak dünyaya ilân etmektedir:
“Hakkıdır Hakka tapan milletimin İstiklâl.”
16.03.2008
E-Posta:
[email protected]
|