Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

'Allah bize yeter'



Her şey bir kapının kapanmasıyla başladı.

Binlerce benzerinden biriydi o kapı da. Kale kapısı kadar büyük ve sağlam, saray kapısı gibi işlemeli ve zarif değildi. Arkasında sıfat, üzerinde tezyinât, cephesinde hüsn-ü hat taşımıyordu, ama sıradan bir ev kapısı kadar da küçük ve alelâde değildi.

Önünde som mermerden merdivenleri, kenarında kesme taştan duvarları, üstünde örgülü kemerleri ve yanlarında dökme pirinçten yapma menteşe, çivi, kol, tokmak takımları ile bezeli kündekârî ceviz kanatları da yoktu.

Yapılırken san’at değeri taşıyıp güzel görünmesinden ziyade, sağlam olmasına dikkat edildiği için malzeme olarak köşeli demir profiller, kendinden desenli saç levhalar, eğilip bükülerek çeşitli geometrik şekiller verilen ince demir çubuklar ve kalın buzlu camlar kullanılmıştı.

Kapı olması hasebiyle bir tarafına ‘içeri’ diğer tarafına ‘dışarı’ sıfatı kazandırdığı ve herkes ona o nazarla bakıp o şekilde muamele ettiği için gün boyu girip çıkanlar tarafından bir içeri, bir dışarı itilir kakılır, gün bitip zaman geceye döndükten sonra da sımsıkı kapatılıp kilitlenirdi.

O akşam da çalışanlar işlerini bitirip peyderpey evlerine dağıldıktan sonra, sabahleyin aynı saatte tekrar açılmak üzere itina ile kapatılmış, üst üste kilitlenmiş, birkaç sefer kontrol edilmiş ve binanın içi ile dışının irtibatı muvakkaten kesilmişti.

O gece zaman zifiri karanlıklar içinde geçti.

Sabahleyin işe biraz erken gelenler, bazı arkadaşları içeride olduğu hâlde kapıyı kilitli bulunca, zile basıp cama vurarak kapıyı açtırmaya çalıştılar. Fakat zil seslerini ve cam tıkırtılarını duyarak gelenlerin, kapıyı açmak yerine kapının arkasında ‘kapı gibi’ durduklarını görünce şaşırdılar.

Onlar içeride nelerin olup bittiğini anlamaya çalışırken, yeni gelenler de aralarına katılınca, dışarıdaki kalabalık bir hayli arttı. Onları görünce içerdekiler de kapının arkasında toplanmaya başladılar.

Çok geçmeden kapının iki tarafı orada çalışan insanlarla doldu. Herkes yüz yüze olduğu hâlde, tanıdığı simalarla göz göze gelmemek için birbirinden ziyade, açılması ümidi veya açılmaması kastıyla kapıya bakmayı tercih edince, sıcak nazarlar soğuk demirlerde donup kaldı.

Müessesede meydana gelen malî krizi ve hizmet bünyesinde yaşanan bazı şahsî imtizaçsızlıkları görüşmek üzere toplanan temsilcilerin günlerce süren müzakerelerinden sonra, gruplar arasında mutabakat sağlanmış ve çeşitli kararlar alınmıştı.

Ne var ki, şahitler huzurunda verilen sözlere ve edilen yeminlere rağmen, daha alınan kararlar kayda geçmeden, gruplar arasındaki irtibat kesilip münasebetler gerilince, mesele bu raddeye kadar gelmişti.

Artık herkes bir şeylerin olduğunun farkındaydı. Lâkin içerdekilerin de, dışarıdakilerin de ekseriyeti ne olduğunu bilmiyordu. Bilenlerse ya ortalarda görünmüyor, ya da kimseye bir şey söylemiyorlardı. Meselenin mahiyeti bilinmeyince, içerde ve dışarıda sıkıntı içinde bekleyenler de hadiseye kendilerince farklı yorumlar getiriyorlardı.

Onlara göre, bu hareketin, iki taraf için de hayatî riskler taşıdığı âşikârdı. Korkulan olduğu takdirde, içerdekiler varlıklarının sebebi olan cemaat zeminini yitirecekler, dışarıdakilerse yıllar içinde ve çok zor şartlar altında teşekkül ettirilen müessesenin imkânlarından mahrum kalacaklardı.

Ama bu arada asıl kaybeden Nur Hareketi olacaktı.

***

Aslında bu bir tahmin değildi.

Taraflar, giriştikleri hareket kendi istedikleri istikamette tecellî etse de yaşayacakları maddî, mânevî zorlukları ve cemaatî, içtimaî sıkıntıları müdriktiler. Buna rağmen teşebbüslerinden vazgeçmediler ve birbirlerine karşı tahkimatlarını güçlendirmeye çalıştılar.

Günün yarısı bu hengâme içinde geçti.

Zaman ilerledikçe sabır dağarcıkları daraldı, asablar bozuldu, sinirler gerildi ve iki taraf da kapıya yüklendi. Dışarıdakiler zorladı, içerdekiler dayandı ve açılmakla açılmamak arasında kalan kapı ilk defa kapılığından utandı.

Seksenli yılların başında da böyle bir hadiseye şahit olmuştu bu kapı. Gerçi o zaman çok daha yeniydi ve sağlamdı. Üstelik şimdiki gibi açılmakla açılmamak arasında müşkül bir vaziyette kalmamış ve kızgın da, öfkeli de olsa; sakin, üzgün veya neşeli de olsa gelen herkese açılmıştı.

İçerde yapılan istişarede zaman zaman sert tartışmalar yaşanmış; ağabey sıfatlı, hoca lâkaplı, müdebbir vasıflı bazı kişiler kızarak, bir daha o kapıdan içeri girmeme kararlılığıyla çıkıp gitmişlerdi.

Âdeta kendi evlerini terk etmek gibi bir hareketti yaptıkları. Kimse o kapıyı onlara kapatmamıştı, ama onlar içindekileri ademe mahkûm etmek için kendi dünyalarında kapıyı kapatmışlardı.

Bu gün orada olanlar, o zamankilere benzer sıfatlar taşıyorlardı. Yaşanan hadiseler mevzu itibariyle o zaman yaşananlardan pek farklı değilse de yapılan hareket oldukça farklıydı. Çünkü, şimdi zorla kapıyı açıp girmeye çalışanlar ve onlara mani olmak için kapıyı kapalı tutanlar vardı.

Yılların yıpratamadığı demir kapının, iki tarafından yapılan bu şiddetli tazyiklere daha fazla dayanamayacağı anlaşılınca, Nur Hareketi tarihinde rastlanmayan garip bir hadise daha yaşandı ve kapının yerini eli coplu beli silâhlı polisler aldı.

Yıllarca onları her yerde arayan, dershanelerine baskınlar yapan ve bulduğu yerde yakalayarak götürüp nezarete atan, işkence eden polislerin, şimdi onları birbirlerinden korumak için aralarına girmeleri mânidardı.

Onların müracaatı üzerine yapılan bu müdahaleyi müteakip içerdekiler odalarına çekilirken, dışarıdakiler de çaresiz kalıp elleri boş evlerine dönerken hep aynı âyet-i kerimeyi terennüm ettiler:

“Hasbinallah venimelvekil…”

Aslında onlara, Üstadları Bediüzzaman Said Nursî’den tevarüs etmiş uhrevî bir hasletti bu. Zîra onun, ibadet ve tesbihâtın dışında her gün beş yüz kere okumayı vird edindiği “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” mealindeki âyet-i kerime onun mânevî istinatgâhıydı.

Lem’alar başta olmak üzere, eserlerinin pek çok yerinde o mânâları ihtiva eden Tevbe Sûresi’nin 129. âyetini, Âl-i İmran Sûresinin 173. âyetini ve Ahzâb Sûresinin 3. âyetini çeşitli yönleriyle tefsir etmişti.

Bunun yanı sıra, mühim hadiselerle karşılaştığı veya hizmetine kasteden hareketler vuku bulduğu zamanlarda o hakikatlere sığınmış ve mahkemelerde yaptığı müdafaalarda son söz olarak hep o âyeti kerimeyi okumuştu.

Onun yalnız eserlerini değil, hâl ve hareketini de ders vesilesi sayıp dikkatle takip eden talebeleri, iradelerini zorlayan bir hadise ile karşı karşıya kaldıkları zaman, yüksek sesle o âyeti okumayı âdet ittihaz etmişlerdi.

Gerçi, Bediüzzaman mezkûr âyeti, ancak muarızlarının tarizlerine, tacizlerine, tahriklerine maruz kalarak mukabele ettiği veya mahkemelerde savcıların mesnetsiz iddialarına cevap verdiği zamanlarda yüksek sesle telâffuz ederdi.

Fakat talebeleri, hariçten yapılan saldırılarla birlikte, kendi aralarında çıkan bazı meseleleri müzakere ederken de söylemekte bir beis görmedikleri için, bu hadiseden sonra da gayr-ı ihtiyarî aynı şekilde hareket ettiler.

Bu yüzden içerdekiler, hayret ifade eden hareketler ve tavırlarla ‘Hasbinallah’ çekerek kapının önünden ayrıldılar ve odalarına gidip masalarının başına geçerek biraz geç de olsa işlerine başladılar.

Zaten işleri başlarından aşkındı. Gazeteyi yayına hazırlayan yazı işleri personelinin iş akitleri feshedilerek içeriye alınmadığından, o iş de kendilerine kalmıştı. Üstelik gazetenin belli bir saate kadar hazırlanıp matbaaya verilmesi gerekiyordu.

Hepsi o binada çalışsa da çoğunun işi gazetecilik değildi, ama iş başa düşünce el yordamıyla da olsa birinci sayfayı hazırladılar, diğer sayfalara iri yazılı büyük resimli kitap reklâmları koyarak o günü kurtardılar. Daha sonra da dışarıdan eleman yardımı alarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler.

Bir süre sonra, satılmak üzere dağıtım şirketine verdikleri gazetelerin geri geldiğini görünce, cemaatin kahir ekseriyetinin kendilerine karşı tavır aldığını, çok farklı bir gazete çıkarsalar da o tavrın değişmeyeceğini anladılar.

Bunun üzerine, zaten maliyeti oldukça yüksek, geliri ise bir hayli az olan gazeteyi çıkarmaya devam etmenin, müesseseyi kaldıramayacağı ağır bir maddî külfetin altına sokacağını düşünerek gazeteyi kapatmaya karar verdiler.

Yeni Nesil gazetesinin ismini ve imtiyaz haklarını sattıktan sonra, bir yandan kitap neşriyatına devam ederken, diğer yandan kendilerine yeni hizmet sahaları aramaya başladılar.

Zîra, Nur Hareketi içinde varlıklarını devam ettirmenin başka yolu yoktu.

***

O gün, orada dışarıda kalanlar da hareket hâlindeydi.

Hiç beklemedikleri bir anda sokağa atılmalarına rağmen, ne tehevvüre kapılıp sağa, sola saldırdılar, ne de ümitsizliğe düşüp hayata küserek bir kenara çekildiler. “Allah bize yeter” deyip ‘En güzel Vekile’ tevekkül ettiler.

Kendilerine reva görülen muamele pek hoş olmasa ve maddî-mânevî bir yığın zorlukla karşı karşıya kalsalar da yılmadılar. Bediüzzaman’ın; “Sivri sinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın. Hiç teessüf etmeyiniz” şeklindeki teşvikini örnek alarak, her gün çeşitli yerlerde bir araya geldiler ve neler yapıp, nasıl hareket etmeleri gerektiğini konuştular.

Başarı ile yapabilecekleri hizmetleri vardı, ama o çalışmalarını devam ettirecekleri mekânları ve imkânları yoktu. Onun için yeni hizmet sahaları aramaktan ziyade, bir yer bulup imkân temin etme gayreti içine girdiler.

Şehrin kenar mahallelerinde de olsa, küçük bir yer tutup gazeteyi çıkararak hizmetlerine devam ettikleri takdirde, hiçbir sağlam kapının ve maddî yapının, bazı kişileri cemaatin içinde bırakma veya dışına atma imkânına sahip olmadığını da herkese göstermiş olacaklardı.

Dâvâsının nâşir-i efkârı olarak gördüğü ve cemaatin irtibatını sağladığını düşündüğü için, gazetenin neşriyatının bir gün bile aksamasına gönlü razı olmayan cemaat de en az onlar kadar heyecanlı ve hareketliydi.

Onların bilgi ve tecrübeleri, cemaatin duâsı, teşviki, desteği, karzları, yardımları ile birleşince, hazırlıklar hızlandı ve ilk olarak basın dünyasının merkezi hüviyetini koruyan Cağaloğlu’nun merkezinde çok katlı bir bina kiraladılar.

Ardından binayı, hizmetin her türlü neşir faaliyetlerini yürütecek şekilde tanzim ve tefriş ettiler, gazeteyi hazırlamak için lâzım olan zarurî malzemeleri alıp yerlerine yerleştirerek her şeyi hazır hâle getirdiler.

Gazetenin yanında dergilerin ve kitapların yayınlanmasına da ihtiyaç hissediliyordu, ama gazetenin acilen çıkarılması gerektiğinden, diğer elemanlar yazı işleri kadrosuna yardım etti, onlar da bütün bilgilerini ortaya koyarak, her yönden yepyeni bir gazete hazırlamaya başladılar.

Bu arada, yaşanan nahoş hadiseler yüzünden bütün dikkatler onların üzerinde olmasına ve bazı yerlerde karşılarına keyfî engeller çıkarılmasına rağmen, resmî müracaatlarını yaptılar, muameleleri tamamladılar, hukukî meseleleri hâlledip yeni bir gazete çıkarma hakkı kazandılar.

Gazeteye isim olarak da ilk ve asıl adını verdiler.

Güzel bir tevafuk neticesinde gerçekleşen bu isim hadisesi, çalışanları şevke getirmeye yetti. Şartları zorlayıp, bütün maharetlerini sergileyerek mükemmel bir gazete hazırladılar ve matbaaya gönderdiler.

Artık işin bundan sonrasını matbaa ustaları ve teknik elemanlar yapacağından, onlara evlerine gidip güzelce dinlenerek günlerce süren hummalı çalışmaların yorgunluğunu üzerlerinden atmak kalıyordu.

Fakat, onlar evlerine değil, matbaaya gittiler, makinelerin başında bekleyip, çıkan gazeteleri kendi elleri ile paketleyerek dağıtım arabalarına yüklediler ve yaşanan hadiseden on gün sonra okuyucularına yepyeni bir gazete takdim ettiler.

Böylece Yeni Asya gazetesi, yeniden yayın hayatına başladı.

Hem de ilk yayınlandığı yerde ve ilk günün heyecanıyla.

21.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (10.02.2008) - II. Abdülhamid Hanın hatıraları

  (03.02.2008) - Şiir ve iklim

  (27.01.2008) - ‘Hakikatli bir rüya’

  (20.01.2008) - Bir hânedânın serencâmı (2)

  (13.01.2008) - Bir hânedânın serencâmı (1)

  (06.01.2008) - ‘Bir ömr-ü heder’in hikâyesi (2)

  (30.12.2007) - ‘Bir ömr-ü heder’in hikâyesi (1)

  (23.12.2007) - Müslüman zamanları

  (16.12.2007) - Mevlânâ yılı vesilesiyle

  (09.12.2007) - Hayata hizmet etmek

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri