İmanımızı, inancımızı kuvvetli, tahkikî bir hale getirmedikten sonra, mânevî hayatımızı koruma altına almak mümkün değil. Taklîdî bir imanla, görenek hâlindeki bir itikadla günahlardan, haramlardan nasıl korunabiliriz ki? Hele de bu asırda... Enâniyetlerin kavîleştiği, dünyevîleşmenin öne çıktığı, helâl ile haramların harmanlandığı, doğrulukla yalanın içe içe geçtiği bu asırda yarım yamalak, yüzeysel bir inançla nasıl ayakta durabiliriz ki?
Güçlü, tahkikî bir iman, ne derece günahlara, haramlara karşı en muhkem bir siper, en sağlam, en dayanıklı bir koruyucu ise; mum ışığı mesabesindeki zayıf ve taklidî bir iman da, kebîrelerin, haramların adeta bir dâvetçisi gibidir.
İşlediğimiz büyük veya küçük bütün günahların yegâne sebebi, zaaf-ı imandır. Gıybetin, yalanın, riyanın, enaniyetin, kibirin vs... hepsinin altında yatan ana sebep zaaf-ı imandır. Bu ve benzeri günahlardan bizi koruyan esas âmil de, güçlü bir inanç, sarsılmaz bir itikaddır.
Sözgelimi yukarıda saydığımız günahlardan, isterseniz riyayı ele alalım. Kısaca riya, inandığı gibi yaşayamama, gösteriş, ikiyüzlülük manasına geliyor. Ve bu kötü alışkanlığın önemli bir sebebi de, dediğimiz gibi iman zaafıdır. Riyanın veya riyakârlığın önü alınmasa, ciddi manada bundan sakınılmasa insanı münafıklığa kadar götürebilir. Öyle ki; riyakârlık, insanın ibadetlerini, iyiliklerini dahi iptal ettiği gibi, daha başka günahlara da kapılar açabilir.
Meselâ, bir mü’minin farzlarını, vaciplerini, sünnet-i seniyyelerini, bilhassa da dinî sembol sayılan şeâirlerini hiçbir gizliliğe lüzum kalmadan açıktan yerine getirmesinde hiçbir sakınca olmadığı gibi, hatta daha makbuldür. Bu şekilde yerine getirilen ibadetlere riyâ giremez. Ama kişide zaaf-ı iman varsa veya fıtraten riyakâr ise, bu çeşit ibadetlerine gösteriş veya riya girebilme tehlikesi vardır.
İmanı kavî olmayan insanlar, yüce Allah’ın rızasından öteye, insanların rızasını, beğenisini kazanmaya, onlara hoş görünmeyi ön planda tutmaya çalışırlar. Düşünmezler ki, Allah’ın rızasının yanında insanların rızasının veya memnuniyetinin bir değeri yoktur. İnsanı bu gibi yollara sevk eden de yine zaaf-ı imandır.
İnsanı riyaya sevk eden diğer bir sebep de, hırs ve tamadır. Şükür, kanaat, tevekkül gibi güzel hasletlerden mahrum olan insanlar fakirliklerini öne çıkarıp, insanlardan maddî bazı menfaatler sağlamak için, teveccüh-ü nâsa kapı aralayacak riyakârâne bir vaziyet takınırlar.
Bu meyanda makam-mevkî düşkünlüğü, şan ve şerefe olan meyiller, insanlara karşı üstünlük taslama, sürekli önde görünüp insanların teveccühlerini arzulama gibi hoş olmayan hâl ve davranışlar da gösteriş ve riyaya kapı aralayan sebeplerdir. Konuyla alâkalı, Bediüzzaman’ın şu tespitlerine kulak verelim isterseniz: “Hırs-ı şöhret, hubb-u cah, makam sahibi olmak, emsâline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannukârâne (haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek) ve tekellüfkârâne (lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek) tarzını takınmak ile riya eder.”
Bu ve benzeri tehlikelerden korunmanın çaresi, enemizden feragat edip, hizmetimiz, kabiliyetimiz, faziletimiz, bilgimiz ne olursa olsun, bunları hiçbir zaman nazarlara vermeden, bazen de gerilerde durmayı tercih ederek, dâvâ arkadaşlarımızı öne çıkararak, “ben” yerine “biz” demeyi alışkanlık haline getirerek, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini nazarlara vererek, gösteriş ve riya gibi, mânevî hizmetlerimizi lekedâr eden marazlardan kurtulabiliriz.
Unutulmamalı ki, nefis ve hevâ boş durmuyor... Cemaatin şahs-ı mânevîsi düşünülmeden, ihlâs ve uhuvvet düsturları gözetilmeden, kendi malumatlarımıza, kabiliyetlerimize, sahibi olduğumuz vehmine kapıldığımız feyizlerimize, faziletlerimize veya takvamıza güvenerek, yaptığımızı zannettiğimiz hizmetlerimizi, riya marazı akamete uğratabilir.
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|