Değerli yazarımız Şaban Döğen’in “Namaz zaferi” isimli yazısını okuyunca, aklım ister istemez yıllar öncesine gitti. Yazıda geçen ihtida etmiş Prof. Lang’ın yaşadığı ilk namaz tecrübesini ben de yaşamıştım zira.
“Yahu o adam Amerikalı, sen Türksün be adam” diye, bir soru akla gelebilir. Zaten yazıyı ilginç kılan nokta da burası. İbretli bir hadise olması sebebiyle okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
Bundan 26 yıl önceydi. Askerî okula henüz girmiştim. İntibak kampı adı verilen bir dönemi yaşıyorduk. Dönem sonunda askerî okul öğrencisi olup çıkacaktık.
O güne kadar namazlarımı kılmış, hemen hemen hiç aksatmamıştım. Lâkin şimdi yapılan telkinler sonucu namaz kılmakta tereddüt geçiriyordum.
Çevremdeki birçok kişi “Namazlarını evinde kıl, açıktan kılarsan okuldan atılırsın” diye, güya benim iyiliğim için, tavsiyelerde bulunuyordu. Okul arkadaşları da aynı fikirdeydi. Burası askerî okuldu. İhtilâl yapan ve cumhurbaşkanlığı makamına oturmuş kişiyi dinlemek gerekirdi. Zira irtica en önemli tehdit idi. Güya namazını kılan insanlar “irtica” suçu işliyorlardı.
Fakat okuduğum kitaplar, onları dinlememem gerektiğini söylüyordu. Başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) “Namaz dinin direğidir” diyor, Kur’ân’da yüzden fazla yerde namazı kılmamız emrediliyordu.
Söylendiği gibi, namazı hafta sonu kaza etmek çok yakışıksızdı. Buna, aklı başında hiçbir insan “olur” diyemezdi. Kaza denilen şey, uykuya kalıp geçen namazlar için geçerliydi. Namazın farzlarından bir tanesi de “vakit” idi, vakti girince namazı kılmak bir borç, hatta zimmet idi.
O ikilemle mücadele ederken, namaz vakti girmiş, namaz kılmam gerekmişti. Yatakhane koğuşunda boş bir alan bulmuş, namaz kılmaya hazırlanmıştım. Fakat, aynen henüz Müslüman olmuş Jefri Lang gibi, kalbim hızla çarpıyordu.
Acaba insanlar bunu nasıl karşılayacaklardı? O dönemde moda olan askerî okul öğrencilerini okuldan atmak için bir fırsat daha mı çıkıyordu?
Aynı heyecanı yaşıyor olsak da, benim durumum ihtida etmiş profesörden çok daha farklıydı. Zira, ben namaz kılmaya alışmıştım. Fakat bunu yapmadığım zaman, sanki birisi boğazımı sıkıyormuş gibi bir hale giriftar oluyordum. Bu hal, okuldan atılmaktan daha fenaydı. Ne olursa olsun, namazımı kılıp rahatlamam gerekiyordu.
Tevekkeltü Alellah deyip namazıma başladım. Çok heyecanlıydım. Şimdi birisi çıkıp “Ne o Vehbi namaz mı kılıyorsun?” diyecek diye, bir an önce namazımı bitirmeye çalışmıştım.
Beni gören oldu mu bilmiyorum, lâkin namazımı kıldıktan sonra üzerimden büyük bir yükün kalktığını hissettim. O kadar çok rahatlamıştım ki, okuldan atılmak bir yana, işkence bile yapılsa vazgeçmeyecektim. Zira o an yaşadığım mutluluğu, belki de hiç yaşamamış ve belki de yaşayamayacaktım.
Evet, namaz kılmak; ruha safa, cana şifâdır. Hem ne oluyor ki, bu güzel ibadetten mahrum kalıyoruz? Her şeyden önce aşağıda sıraladığım nimetleri veren Rabbimize şükür borcumuz yok mu?
Şunu iyice bilmeliyiz ki, Allah’ın bize vermiş olduğu hayat nimetine karşı namaz kılmak karşılık bile olamaz.
Bir kere yoktan var edilmiştik. Yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkmıştık. Bize verilen vücut nimeti “kimse sahip çıkmamış da ortaya atılmış bir mal” değildi. Var olmak büyük bir lütuftu.
Var olmakla kalmamış canlı bir vücudumuz olmuştu. Bu da bir yana, vücudumuz bitkiler gibi sabit değil, hareket etme kabiliyetine sahipti.
Daha da güzel olanı, canlıların en mükemmeli insan olarak yaratılmıştık. Biz, düşünen duyguları olan ve de şuur sahibi bir varlıktık.
Bütün bunlardan daha güzel olanı ise, Müslüman bir anne ve babadan doğmuştuk. Bu ise, en büyük bir nimetti. İki rekât namaz kılmak ile bu büyük nimete karşılık vermek ne mümkündü.
Daima şükretmek ve Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı alnımızın yerden kalkmaması bile gerekirdi. Fakat nefis ve heva günde beş vakit namazdan alıkoyuyordu işte.
Cenâb-ı Allah cümlemize son nefesimize kadar iman ile yaşamak ve mü’minlerin miracı olan namazı lâyığı veçhile kılmayı nasip etsin…
17.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|