Bu köşeyi takip edenler bilir. Siyasî sahaya fazla girmek âdetimiz değildir. Bu yazı da, siyasî değildir. Sadece muhatapları siyasîdir. Mümkün olduğu kadar hakperest ve dürüst davranmaya çalışmaktır.
Sayın Deniz Baykal,
Aynı ilde yaşıyor olmak ve TC vatandaşı olmak dışında sizinle bir ortaklığımız yok. Olmadı. Bu iki unsur asgarî müştereklerde birlikte olmaya yetmeliydi. Daha fazlasının olmasını da gönlüm isterdi. Ama olmuyor maalesef. Çünkü:
Son günlerde “başörtüsü” konusunda yaptığınız talihsiz açıklamalar, size bu mektubu yazmayı beni mecbur etti.
Bin seneden beri İslâmiyete beşiklik, sancaklık ve bayraktarlık yapmış bu mübarek topraklarda aynı Allah’a, aynı kitaba, aynı peygambere, aynı dine inanmış, aynı kıbleye yönelmiş milyonlarla Müslüman kardeşlerim var. Bunlarla asırları bulan, kökü bu dünya ve ebed âlemlerine uzanan vazgeçemeyeceğim ve paylaştığım değerler var. Sizinle de bu birliklerde birlikte olmayı isterdim.
Ama türban tartışmalarını kasıtlı olarak “siyasete” âlet eden zât-ı âliniz ve ekibiniz ve de iktidar mensuplarının marifetleriyle geldiği noktada, verdiğiniz beyânâtlar ve açıklamalarla, Müslüman ve mukaddes değerlere olan bağlılık ve saygımızı bu birlikteliğin içine koyamıyorum. Sebebine gelince: Son günlerdeki beyanlarınız, sizinle İslâm inancı ve anlayışımız konusunda çok büyük bir mesafe olduğunu bir kere daha ispat etti.
Kimsenin dinî inanç ve düşüncesini sorgulama hakkımın olmadığını bilecek kadar da, haddimi bildiğimi sanıyorum. Siz bir siyasetçisiniz. Bu sahadaki “marifetlerinizi de, başarılarınızı da” hem Türkiye, hem de dünya âlem biliyor. Muhalefetteyken bile yedi kere seçime girip hepsini de kaybeden, bu yarışı mağlûp bitiren ender “liderlerden” birisiniz. Bu sahadaki “marifetlerinizden” dolayı kendi partiniz içindeki muhaliflerinizin giderek çoğalması ve hakkınızdaki iddialar Türk ve dünya kamuoyuna delil olarak yeter de artar bile. O konuda da fazla söze gerek yok.
Benim dikkatimi çeken, din âlimi sıfatınız olmadığı halde, laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin, resmî Diyanet İşleri Başkanlığı varken, il ve ilçelerde fetva verecek müftülükler ve uzman kişiler varken, “dinî fetva” vermeye kalkmanızdır.
Basından aldığım bilgilere göre, bir TV programında şunları söylüyorsunuz:
“Başörtüsü mü, türban mı? Türban, bizim kültürümüzün parçası değil. Başörtüsü, örtünme bizim kültürümüzde vardır. Burada bir dışlayıcılık yoktur. Saçımın telini bile göremezsin diye bir şey yok. Başı açık dolaşmak diye bir günah yok. Türban takarsın Müslümansın, takmazsın değilsin. Böyle bir şey yok. Bu türban dayatmasıdır. Fırat’ın, Dicle’nin, Konya Ovasının çocuğu değil. Dışarıdan dayatılmış türban... İslâmiyetin özünü anlatırsanız, türbana sıra bile gelmez. Bu başka bir şey. Burada bir rejim kavgası var. Bana diyorlar ki, hem bu türbanlı çocuklarla fotoğraf çektiriyorsun, hem de düşmansın. Geçen Taha Akyol diyordu. Ortadaki sorun onlarla ilgili sorun değil. Burada haksız bir baskı var. Bunun değiştirilmesi lâzım. Elbette kızlarımız türban da, başörtüsü de takabilir. Bu onların sorunu değil. Yarın üniversiteye giden öğretim üyesi, sınıfta iki bölüm görecek. Başı örtülü, başı örtülü değil. Herkes burada mezhep ayrımı hâline getirecek. Herkes mezhebine göre birbirini ayıracak.”
Bütün bu beyanlar birer komple teorisi izleniminden başka bir şey değil Sayın Baykal!
Türkiye Cumhuriyetini ve müesseselerini, bir “Korku Cumhuriyeti” haline getirmeye hakkınız yok.
Dünyada her ilim sahasında ve hayat pratiğinde “otorite” diye bir kavram ve gerçek varsa ve bu kavram “ideolojiye” kurban edilmemesi lâzımsa, takip edilecek yol ve metot budur. Meşrû müessese ve otoriteye güvenmek ve gerektiğinde müracaat edip verdiği bilgi ve fetvaya uymaktır.
Hâlbuki siz, en ufak bir meselede bile, hemen devletin resmî kurumlarına başvuruyor ve onları savunuyorsunuz. Dinî ve mukaddese ait konularda niye bu yola başvurmuyorsunuz? Doğrusu meraka değer!
Hukuk konusunda, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, bütün yargı organlarına hemen müracaat ediyorsunuz ve meşrû hakkınızı kullanıyorsunuz. Elbette bu hakkınızdır, ama zaman içerisinde bu müesseselerin sadece size çalıştığı ve çalışacağı gibi bir izlenim vermek gibi bir intibâın uyandığının da farkında mısınız, bilmem. Bu millet bütün müesseselerine güveniyor ve verdiği her karara da–sevmese bile—rıza gösteriyor. Saygı duyuyor ve uyuyor. Ama siz meşrû müesseselerin üzerine çıkıp devre dışı bırakmaya nasıl cesaret ediyor ve bunu nasıl normal görüyorsunuz doğrusu merak konusu.
Ama artık bunlar demode oldu. Güneş balçıkla sıvanmaz. Bilhassa, gençlerimiz başta olmak üzere, bu memleketin düşünürleri, inananları, hatta inanmayanları bile; “başörtüsünün” yasaklanmasının meşrû olmadığını, bunun bir insan hakkı olarak kullanılmasını destekliyor ve meşrû görüyor. Sadece siz ve sınırlı ekibiniz bu fasit daireyi kıramadı ve kıramıyor. Tarih bunu böyle kaydedecek.
“Başörtüsüne”, “türban” diyerek kandırma tuzaklarınıza ve kelime oyunlarına artık millet kanmayacak. Siyasî hesap ve koltuk sevdası uğruna feda edilen manevî değerlerin faturası, sizin rağmınıza çalışacak bu gidişle de size asla ve kat’â iktidar nimetini göstermeyecektir. Meğer ki bu hatadan dönüle!
***
Bu konuda bir iki kelimemiz de, hem iktidar mensuplarına, hem de bu kadroları oylarıyla destekleyen kardeşlerimize var. Şahsen benim mevcut iktidar konusunda bir takıntım veya tarafgirlik hastalığım da yok. Ama “kudsî hakikatlerin”, dünyevî maslahatlara feda edilme eğilimi ve duyarsızlığı karşısında takınılan tavır çok ciddî mânâda beni üzüyor. Bazan da, inanan kesimin, “Müslüman kimliğiyle” yaptığı yanlış yorum ve tercihlerden dolayı sarsılıyorum.
Sayın Baykal, dinin kesin emri olan, “başörtüsüne” karşı çıkmayı çeşitli kelime oyunlarıyla ideolojisine kurban ederken, mevcut iktidar mensuplarının da Allah’ın bu mutlak emrini, koltuk ve rey adına “siyasete” kurban etmenin tehlike sınırına getirmeye haklarının olmadığını sorgulamanın hakkımız olduğunu belirtmek isteriz.
Başörtüsünün kamuda ve her yerde serbest olmasını savunan, kendi parti mensuplarından bir milletvekiliyle, bir belediye başkanına sahip çıkmayarak dışlamaya çalışmak ve onlara revâ gördükleri muâmele, “Aman bu tür beyanlarda bulunmayın. Bu, partimizin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatma gerekçesidir” iması ve ikazı tam ibret manzarası.
Sizin “dinî” bir parti olarak piyasaya çıkmanız, elbette lâik kanunlar karşısında bir sakınca ve suç teşkil edebilir. Bu konuda kendinizi mazur gösterebilirsiniz. Fakat son hadisede—iktidarınızı devam ettirebilmek için—bir yandan “ulusalcılarla” kısmen birlikte olmak ve sonucu çok şüpheli ve tehlikeli bir çizgide birleşmek... Diğer yandan belli konularda kesin strateji ve hedef belirlemeden hazırlıksız yola çıkarak, ciddî meselelerde, sol ve devletçi radikal cephenin salvoları ve şamataları karşısında geri adım atarak gereksiz ve zamansız karşınıza alıp, zemin kaybetmek... Sonuç alamamak ve başarıya ulaşamamak... Böyle bir garabet!
Neticede, size oy verenler hangi sâik ve düşüncelerle sizi destekleyip oy verdiler hiç düşündünüz mü? Onların dinî inanç kaynaklarına ters düşecek icraatlara âlet olmak veya desteklemek veya yönlendirmek, mevcut hakları da kaybetmeye sebep olmak, bu millete lâyık mı? Size yakışıyor mu?
Bunlar bir suçlama, ayıp arama, hata izi sürme değil. Sadece bir hatırlatma olduğundan emin olabilirsiniz.
Duâlarımızın daima meşrû zeminlerde, meşrûiyet, dürüstlük, saydamlık, berraklık, hak ve hukuk üzerinde olanlar üzerinde olduğunun da altını çizelim.
09.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|