Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

De ki: Ben ancak Allah'a kulluk ederim; ibâdetimi ihlâs ile Ona yönelttim.

Zümer Sûresi: 14

09.02.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

En güçlünüz öfkelendiğinde kendisine hâkim olandır. En yumuşak huylunuz, intikama gücü yettiği halde affedendir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 612

09.02.2008


Helâl dâiresi keyfe kâfîdir

Aziz hemşîrelerim!

Katiyen biliniz ki, dâire-i meşrûanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde, on derece onlardan ziyâde elemler ve zahmetler bulunduğunu, Risâle-i Nur yüzer kuvvetli delillerle, hâdisatlarla ispat etmiştir. Uzun tafsilâtını Risâle-i Nur’da bulabilirsiniz.

Ezcümle, Küçük Sözler’den Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için, dâire-i meşrûadaki keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.

Hem katiyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dâiresindedir ve imandadır. Ve a’mâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet ve sefâhette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risâle-i Nur yüzer kat'î delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette ve sefâhette bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve hâdiselerle aynelyakîn görmüşüm ve Risâle-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış. En şedit muannid ve mûterizlerin eline girip, hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler o hakikati cerh edememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve mâsum hemşirelerime ve evlâtlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risâlesi ve Gençlik Rehberi ve Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.

Ben işittim ki, benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün mânevî kazançlarıma ve duâlarıma Nur şakirtleri gibi dahil etmeye karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risâle-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit, kaidemiz mûcibince, bütün kardeşleriniz olan Nur şakirtlerinin mânevî kazançlarına ve duâlarına da hissedar oluyorsunuz.

Ben şimdi daha ziyade yazacaktım. Fakat çok hasta ve çok zayıf ve çok ihtiyar ve tashihat gibi çok vazifelerim bulunduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ ettim.

(Lem’alar, 24. Lem’a, 3. Nükte)

Lügatçe:

a’mâl-i saliha: Salih, hayırlı işler.

dalâlet: Sapıklık.

sefâhet: Dinin yasak ettiği zevk ve eğlenceler.

aynelyakîn: Gözle görür derecede inanma.

şedit: Şiddetli.

muannid: İnatçı.

mûteriz: Îtiraz eden

ehl-i vukuf: Bir mesele hakkında bilgi ve selâhiyet sahibi olanlar.

esbab: Sebepler.

şakirt: Talebe, öğrenci.

mûcib: Îcab eden, gerektiren.

09.02.2008


Nur hizmetinin kerâmeti olur mu?

Aradan yıllar geçti.

Ankara’nın dondurucu bir kış mevsimiydi...

Uzak bir semtte, Etimesgut’ta oturan bir arkadaşın evine akşam nur dersine dâvetliydik. Mahallemizde oturan bir arkadaşla birlikte gitmek için anlaştık. Çocuklar henüz küçüktü. Özel arabamız da yoktu. Dostlara uzaklık engel değildi.

Çocukları kucakladık, düştük yollara. Uzun bir yolculuktan sonra birkaç vasıta aktarma yaparak arkadaşın evine ulaştık.

Ders, çay, bir ders daha...

Güzellikler gece boyu devam etti. Allah için yapılan sohbet koyulaşmıştı. Semâvât ehlinin bize gıpta ettiklerini düşündüm. Bediüzzaman da, “Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâl’inin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler”1 diyordu.

Zaman ne çabuk geçmişti, farkına bile varamadık. Gelişin bir de dönüşü vardı. Ev sahibinden dolmuş, otobüs saatlerini sorduk.

Dolmuşlar çalışmaz, son otobüs de 23.30’da gelirmiş. Kendimizi son otobüse göre ayarladık.

Çocuklar çoktan uyumuştu. Ev sahibi ile vedalaşıp çocukları kucaklayıp otobüs durağının yolunu tuttuk.

Bir saate baktık, bir yola...

Nihayet belediye otobüsü uzaktan göründü. El kaldırdık, otobüs durdu. Şoför kapıyı açtı, “Garaja gidiyorum. İsterseniz İstanbul yoluna kadar götüreyim” dedi. Başka alternatifimiz yoktu. “Tevekkelnâ alellah” dedik, otobüse bindik. Bizden başka yolcu da yoktu.

Birkaç dakika sonra İstanbul yoluna ulaştık. Şoför “Buradan garaja döneceğim” dedi. Kapıyı açtı. İndik. Yolda eskilerin tâbiriyle “ins, cin yoktu.” Etrafta mesken de görünmüyordu. Karanlık bir yolda kalmıştık. Yürüsek bile oturduğumuz semte sabah namazına varamazdık. O zaman oralar şehir dışı sayılıyordu. Çocuklar kucakta ve uyumaya devam ediyordu. Ne yapabilirdik?

Etrafımıza bakarken karşı yolda şehir merkezinden gelen bir araba göründü. Beklediğimiz kavşaktan geri döndü. Önümüzde durdu. Arabanın içinden birisi “Nereye gideceksiniz?” diye sordu.

“Ankara’ya gideceğiz!” dedik. Doğru ya burası Ankara dışıydı. Biz önce Ankara’ya gidecektik. Sonra da mahallemize...

“Bu saatte buradan araba geçmez. Buyurun, götürelim” dediler. Birbirimize baktık. Sonra arabanın içine baktık, güven duyduk. “Bu da Allah’ın bir lütfudur” dedik. Arabaya bindik. Selâm verdik. Tanıştık.

Gece yarısı bir de seyyar dershanemiz olmuştu. Hem gittik, hem ders yaptık. Bir ara sordum:

“Nerede çalışıyorsunuz?”

“Esenboğa hava alanında çalışıyoruz” dediler.

“İşiniz?” dedim.

“Güvenlik” dediler.

“Bu tarafta ne işiniz var? Sizin iş yeriniz bulunduğumuz yerin tam tersi değil mi? Yolunuzu mu şaşırdınız?” dedim.

“Vardiya saatimize daha vardı. Canımız biraz gezmek istedi. Yolumuz tesadüfen bu tarafa düştü. Bu kadar yeter, dedik. Geri dönüyorduk...”

“Kâinatta tesadüf yoktur. Allah sizi bize göndermiş herhalde.”

“Galiba öyle. Peki siz nerede oturuyorsunuz?”

“Etlik’te.”

“Gecenin bu saatinde burada ne işiniz vardı?”

“Gönül dostlarımızı ziyarete gelmiştik. Belediye otobüsü garaja gittiğinden bizi burada bıraktı.”

Konuşmalarımız devam ederken şehir merkezine girmiştik. Seyyar dershanemizin kaptanı “Evinize götürmek isterdik” dedi. Biz “Etlik dolmuşlarının geçtiği yolda bırakırsanız memnun oluruz” dedik. Kaptanımız saatine bakarak “Özür dileriz, vaktimiz az kalmış. İşe yetişmemiz gerekiyor. Biraz daha zaman olsaydı” dediler. Teşekkür ederek arabadan indik.

Mahallemize geldik sayılır. Artık yürüyebilirdik de. Birkaç cümle konuşmadan dolmuşumuz da geldi. Bindik, evin yolunu tuttuk.

Gecenin bu saatinde yollarda kimler olurdu?

Nurcular veya sar...

Dönüşümüz gidişimiz kadar uzun sürmemişti. Şartlar olumsuzdu, ama netice olumluydu. Neden?..

O gece “hizmetin kerâmeti”ni bir kere daha görmüştük.

Dipnotlar:

1- Barla Lâhikası, s. 144

Ahmet Özdemir

09.02.2008


Gül, nur ve insan

Güller ekilsin ki gönüllere, dünyanın yüzü gülsün artık. Gülün zarafeti ve kokusu ile dolsun hayat. Gülsüz her söz biraz eksik, biraz bayat… Gülsüz günler soluk ve soğuk, fersiz ve nursuz. Gülsüz günler renksiz ve sevgisiz. Duygusuz ve hissiz...

Güllerin Efendisinin sevgili ümmeti gülsüz nasıl yaşar? Âlemlerin Gülü Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm gittikten sonra, güllerin de rengi, kokusu aynı değil belki. Ama yolumuz onun yolu. Zaman gül zamanı, yol gül yolu… Işığımız gül nuru.

Nicedir hasretiz gül kokusuna, gül güzelliğine, gül iffetine… Lâkin her kalpte potansiyel bir gülistan vardır. Belki bakımsızdır biraz, uzun zamandır ihmâl etmişizdir. Belki hoyrat davranmış, incitmişizdir. Öyleyse herkes kendinin bahçıvanı olsun da gönül bahçesine girip bir dolaşsın. Kırılan dalları sarsın, çiçekleri, gülleri sulasın… Tek tek hâl hatır edip, muhabbetle baksın.

Gül’ün nuru bütün gönülleri ve âlemi sarsın. Gül kokuları salâvatlara karışıp buram buram ona ulaşsın. Dünya Gül’ün rengine boyansın. Bu koku ve nur ile dünya uyansın. Mesleği gül ve nur olanlar çoğalsın. Dünyanın dört bir yanına dağılsın.

Diller o gül ve nuru anlatan bülbüller olsun. Düşmana doğrultulan namlular bile gül olsun. Dereler, şelâleler gül muhabbeti ile coşsun. Tuttuğunuz gül olsun. Gülün sevdası her sabah güneşle birlikte kalbimizin tepelerinde doğsun. Yatağından fırlayan gülle uyanıp güle koşsun.

Cemil sıfatının sırlarını anlatan gül güzelliği kalplerimizden sûretlerimize de uğrasın. Gözde gül, yüzde gül, elde gül, dilde gül, gönülde gül açsın.

“Levlâke levlâk” sırrının tecellîsi, muhabbetin sembolü gül. Kavurucu çöl sıcağında, cehalet dikenleri arasında açan o Gül. Muhabbetin kutup yıldızı olan gül. Dille ifade edilemeyenleri bir çırpıda anlatan gül. Her zaman gizemli her zaman lâtif ve esrarlı gül.

Mesnevî-i Nuriye’de, “Evet, cesedin genç iken lâtif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder” denir. Böylece insan genç de olsa, yaşlı da olsa bir gül’e benzetilir. Kışın kuru ve uyuşmuş bir kış çiçeğine dönüşmesi benzetmesi, ömrün faniliğini, gençliğin geçiciliğini hatırlatır. İnsan da gül gibi ömrünün nasıl geçtiğini anlamaz.

“Fenâ-yı ömürden güya değüller gonca tek vâkıf, / Olar kim özlerin dünya içün dil-teng dutmuşlar.”

(Dünya için ömürlerini kederli hale getirenler, / Sanki gonca gibi ömrün geçici olduğunu bilmezler.) (Fuzûlî)

Mehtap Yıldırım

09.02.2008


BİR KISSA, BİN HİSSE

Amr bin Mürretü’l-Cühenî (r.a.) bir gurup arkadaşıyla Mekke’ye gelmişti. Mekke’de bir rüya gördü. Rüyasında Kâbe’den bir nur çıktı. Nur büyüdü, yükseldi, Medine Dağı ile Cüheyne kabilesinin Eş’ar Dağı arasını doldurdu, aydınlattı. Nur içinde birisi yüksek sesle, “Karanlık perdesi yırtıldı! Işık parladı! Nur çıktı! Peygamberlerin sonuncusu gönderildi!” diye bağırdı.

Sonra bu nur bir daha parladı. Hire sarayları ile Medâin’in beyaz köşkü göründü. Bu nur içinde de bir ses, “İslâm dini ortaya çıktı! Putlar kırıldı! Akrabalık haklarına riâyete başlandı!” diyordu. Amr (ra) kan ter içinde ve heyecanla uykudan uyandı. Arkadaşlarına rüyasını anlattıktan sonra, “Vallahi, Kureyş’in bu kabilesi içinde bir hâdise çıkacaktır!” dedi.

Amr (ra) memleketine dönmüştü. Bir gün Mekke’de Ahmed isminde bir peygamber çıktığını duydu. Derhal yola koyuldu. Doğruca Peygamber Efendimizin (asm) yanına geldi ve gördüğü rüyayı anlattı. Peygamber Efendimiz (asm), “Ey Amr bin Mürre! Ben bütün insanlığa gönderilen bir peygamberim. İnsanları Müslümanlığa davet ediyorum. Onlara kanları korumayı, akrabalık haklarına riâyet etmeyi, yalnız Allah’a ibadet edip putları reddetmeyi, hac etmeyi, senenin on iki ayından biri olan Ramazan’da oruç tutmayı emrediyorum. Bana kulak verip, emirlerime uyanlara Cennet; bana muhalefet edenlere Cehennem vardır. Öyle ise ey Amr! Bana iman et ki Allah seni azabından emin kılsın!” buyurdu. Bunun üzerine Amr (ra), şehâdet kelimesi getirerek Müslüman oldu.

(Hayatü’s-Sahâbe, 1/243.)

Süleyman KÖSMENE

09.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri