Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri 100 yıl önce din ilimlerinde kazandığı ihtisası, çeşitli fenleri araştırarak tamamlamış, doğup büyüdüğü Şark topraklarının sıkıntılarını müşahede ederek eğitimin zarurî ihtiyaç olduğunu anlamış din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulması için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmişti.
İstanbul’un ilim dünyasına kendisini derin bilgisiyle kabul ettirmiş, o günlerde Osmanlı’yı çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına gazetelerde yayınlanan makaleleri ve halka yönelik konuşmalarıyla katılmıştı. İlân edilen Meşrûtiyete İslâm namına sahip çıkmıştı.
O dönemde kaleme aldığı eserleri okuduğumuzda, hürriyet ve demokrasi mücadelesi konusunda 1908’den, 2008’e çok da fazlaca bir şeyin değiştiğini göremiyoruz.
En azından eğitim hakları konusundaki tablo böyle, kısaca içler acısı.
Baksanıza ülkemizin kimi aydınları, yaklaşık yüz yıldır kadının örtüsünde takılıp kaldılar. 2008 Türkiye’sinde hâlâ üniversiteli kız öğrenciler baş örtülerini iğne ile mi, fiyonk şeklinde mi, nineler gibi mi bağlamalı sorusunun cevabını bulmaya çalışıyorlar!
Gazetelerde bol miktarda başörtüsü bağlama şekillerinin yer aldığı haberler de cabası.
Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış misâli…
Kısasa kısas mı?
“Kadın da kendini savunmak için eşini dövebilir!”
Geçtiğimiz yıl Lübnan’ın etkili din adamlarından Şii asıllı Ayetullah Fadlallah’ın verdiği bir fetva idi bu.
Bir erkeğin kadına karşı küfür ve kırıcı sözler de dahil şiddetin hiçbir türünü uygulamasını hoş görmediğini belirten Fadlallah, bunun günah olduğunu, cezalandırılacağını, aslında şiddetin erkeğin “zayıflığının bir işareti” olduğunu belirtmiş ve kadınların haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini ifade etmişti.
Bu fetva, o dönemde medyamızda yer almıştı.
Geçtiğimiz günlerde ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığının da benzer görüşü savunduğunu gazetelerden öğrendik. Diyanet Dini Bilgiler Hattı’nda kısaca şöyle deniliyordu: “Sen erkek olarak dövüşmeyi göze alırsan, kadına niye hak tanınmasın ki? Aslında ikisinin yaptığı da edepsizlik olur.”
Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ise konuya daha ılımlı yaklaşıyor, çözüm olarak kadının başka bir odaya kaçmasını ve kısasa kısas esasından yola çıkılmaması gerektiğini ifade ediyordu. “Sen bana vurdun, al sana bir yumruk olmaz. Diğeri caiz değilse, bu da değildir. Ne kadın kocasını, ne de koca karısını dövebilmelidir. Nefsi müdafaa ayrı bir kavramdır. Sizi öldürmek isteyen birine lakayt kalamazsınız herhalde. Bu sadece eşlerle alâkalı bir mesele değil, hukukî bir kavramdır. İnsan mecbur kalırsa kendini savunur.” (28 Ocak 2008, Akşam gazetesi)
Haberi okuyunca aklımıza Nisa Sûresi’nin 34. âyetinin iniş sebebi olan olay geldi: Medine’de Ensar’dan Sa’d ibni Rabia, isyankâr davranan hanımına bir tokat atar. Olaydan kayınpeder haberdar olunca kızını alarak Peygamberimizin (asm) huzuruna gelir ve damadını şikâyet eder. Peygamberimiz (asm) kısasla hükmeder. Yani hanımı da kocasına bir tokat atacaktır. Bu karar üzerine âyet iner. Peygamberimiz (asm) “Biz bir emir irade ettik. Allah da diğer bir emir irade etti. Şüphe yok ki hayır Allah’ın irade ettiğidir” der.
Âyetin indirilmesiyle Peygamberimiz (asm) kısasa kısas kararından vazgeçer.
Harbiye müzesine giderken…
İstanbul’daki Harbiye Askerî Müzesine özellikle uzun yaz günlerinde, hafta sonları hususan Pazar günleri gitmek keyiflidir!
Altı yüz yıllık şanlı Osmanlı tarihinin askerî izlerini taşıyan eserleri, modern müzecilik esaslarına göre titizlikle sergilenmiş vitrinlerinde gururla, ama buruk bir şekilde seyreder, tarihin altın sayfalarını tefekküre dalarsınız. Eğer bu ziyaretinizi Pazar günü yapmışsanız, öğleden sonraki Mehter Takımının muhteşem konserini dinleme fırsatını da bulursunuz.
Yalnız müzeye gitmeye niyet ederseniz, özellikle başını örtmeyi tercih etmiş bayanlara özel bir tavsiyemiz var: Başörtünüzü çenenizin altından düğümleyerek çıkın evinizden. Çünkü “çene altını düğümlemek” asker modelidir. Ve müzenin kapısındaki güvenlik biriminden başka türlü geçemezsiniz.
Tıpkı sağlık hizmetini alan yakınlarınızı askerî hastanelerde ziyarete girerkenki gibi.
Tıpkı şimdilerde üniversitelerde başörtülü öğrencilere tavsiye edildiği gibi.
Müzeyi gezerken içinize çöreklenmiş kökü derinlere inen tek acıdır bu. Şimdiki dayatmalara mukabil, Osmanlı tarihinde yüzyıllar boyu kadının örtüsü mukaddes bilinmiştir zira.
Mehter takımının konserini dinlerken gözleriniz dolar, Fetih Sûresi okunurken yaşadığınız bu tablo içine âyetin mânâsını yerleştirmeye çalışırsınız, kendinizi Hz. Hızır (as) ile yolculuğa çıkan Hz. Musa (as) gibi hissedersiniz. (Hani Hz. Musa (as) “Benimle yolculuğa dayanamazsın!” diyen Hz. Hızır’ı ikna etmişti de, yolculuk boyunca onun her yaptığına itirazda bulunmuştu.)
“Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık. Tâ ki, Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola iletsin. Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin. İmanlarına iman katmak için mü’minlerin kalplerine sükûnet ve emniyet indiren Odur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar.” (Fetih Sûresi, 1-4.)
Evet hayatınıza yön veren formül işte budur:
“Allah her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar.”
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|