|
|
Abdurrahman ŞEN |
Taceddin Ural’dan mektup var! |
|
Ekrem Kaftan kardeşimin yayınladığı şiir kitapları hakkında bir şeyler karalarken, 18 Kasım tarihli yazımda adını zikrettiğim, sanatalemi sitesindeki yazımda ise biraz daha ayrıntıya girdiğim Taceddin Ural kardeşimden önceki hafta içinde bir mesaj aldım… Bir nev’î mektup yani!
Kasım ayında sanatalemi sitesinde yayınlanan yazıya Ocak ayında cevap vermesini normal karşılamak için Taceddin’i tanımak lâzım.
Taceddin Ural başka bir âlemdir tek kelimeyle, ama bu kadar “geri” kalması tamamen Ankara’nın hâlet-i rûhiyesinden kaynaklanıyor… Eskiden böyle değildi…
Sözü uzatmadan, lâfı dolaştırmadan, Taceddin kardeşim gibi haftalarca beklemeden hem mesajı paylaşalım hem de o mektup mesajdan yola çıkarak bir şeyler söylemeye gayret edelim.
Önce… Burnunun direğini sızlatan anılara dalan Taceddin kardeşimin yazdıkları şöyle: “S.A. Abi, sanatalemi’ndeki yazını okudum. Fakire teveccühkâr davranmışsın. Ah bir de ‘1 hikâye’ olmasaydı :) Sahi, literatürde pek yoktur di mi tek hikâyeli ‘yazar’?
Ah ah, ne kuğulu park eski kuğulu park, ne sen eski sen, ne ben eski ben...
Cemre’nin yerinde yeller eser, Babıali yokuşundaki daracık merdivenli büronun da öyle.
Erkân-ı Matbuat Reisi zat-ı aliniz önde, hemen arkada mülâzım-ı evvel Özcan, peşi sıra da mülazım-ı sani ne haddine, erat-ı Zaman’dan hakir. Çobançeşme geçidinin oradan otobüse binerdik. Sağ elinin parmakları arasında enlemesine boyutlu basın kartını her gösterişinde şoföre, ‘darısı başıma’ derdim içimden, içim giderdi.
Terlikli servis ziyaretlerimiz, bitmek bilmez ve her servisi kahkaya boğan, abilerden çekinenlerin ise hık mıkla geçiştirmeye çalışarak dinledikleri fıkraların.
Sonra ille de Trabzon’dan mı, Giresun’dan mı ne bildiren o, Türk basını adına kaybedilmiş yerel muhabir. ‘Dananın gözüne değnek battu’ haberleri. (Bir düzeltme yapayım… Taceddin’in bahsettiği arkadaş Ordu’dan özelden de özel haberler yollardı. A.Ş.)
Kapıdaki, koli bandıyla teçhiz amcaya dair çok isabetli tahlilin: ‘Sevapsa nöbetleşe yapalım biz de sevaptan nasiplenelim; hayır günahsa gene sıraya bindirelim çünkü o hacı amca cehennemlik oldu gitti.’
‘Ciddî’ yayın toplantısında Aymaz’ı, Esendir’i nasıl da dumur ederdin bu diyaklektiğinle.
Uf ya, burnumun direği sızlıyor ya. İnşaallah tez zamanda Zaman kitabı çıkar da biraz maziye dalar kâm alırız, hüzün alırız, ibret alırız.
Hayırda kal muhterem abim.”
Aslında bu kısa mesajda yer alan olayları açacak olsam, “Zaman tarihi”, “basın tarihi” üzerine belgesel olur! Onu ileri bir tarihe havale etmeyi sürdürerek, basın anılarından basın üzerine kısa bir hasbıhal yapmak istiyorum…
Ülkemizin kaderini yakından ilgilendiren her olaya dikkatlice bakarsanız, eski söyleyişle matbuatımızın, günümüz söylemiyle medyamızın birinci dereceden mesul olduğunu görürüz.
“Türkiye’de basının sorunları yoktur, basın diye bir sorun vardır!” diyen meslektaşlarıma hak verenlerdenim ne yazık ki!
Bazen bilmediği konularda bile ahkâm kesen medya mensupları bazen de çeşitli sevimli maskeler ardından ceberrutluklarını kabul ettirmek isteyen medya mensupları akıl zorlayıcı kasıtlarla öyle haberler yapar, öyle yönlendirmelerde bulunmaktan çekinmezler ki… Şaşar kalırsınız sadece… Yapacak bir şeyiniz kalmaz ve neyi nasıl düzelteceğinize bile şaşarsınız!
Merhum Turgut Özal, özel televizyonların çoğalmasını isterken, savunanlarca ileri sürülen tezlerden birisi, özel kanalların demokrasi savunucusu olmasını ummaktan geçiyordu.
Ama 28 Şubat günlerinde yaşadığımız manzara unutulabilir mi?
On yıl önce sınıfta kalan medyamız, bugün de akıl almaz kelime oyunlarıyla antidemokratik ne kadar unsur varsa şakşakcısı olabilmeye teşne duruyor…
Ama sorduğunuzda “demokrat” olmayanı da yok!
Medyamızın “demokratlık” anlayışını birazcık kurcaladığımızda gördüğümüz ise tamamen marangozluk mesleğiyle ilgili! Her birinin elinde birer nalıncı keseri var, mâşâllah!
Oysa… “İnsan”ın bulunduğu, söz konusu olduğu her ortamda “etik” kurallar olması gerek. Medya açısından bakarsak var da bu kurallar…
Ama… Yazılı ve yazısız onca genel kuralla yetinmeyip, kurum içinde ayrıca “Etik kurallar” ilân edenlerin, bugün çok daha fazla “etik dışı” yayıncılık denizinde debelendiğini görmek ne üzücü…
Sadece daha çok izlenebilmek adına ve görünürde “şeffaflık” gerekçesiyle kotarılan bazı kadın ağırlıklı programlarda –yakın zamana kadar- bütünüyle “insanlık” göz ardı ediliyordu maalesef. Bu çarpıklığın bir nebze olsun frenlendiği şu günlerde bakıyoruz ki; siyasî amaçlı haberlerde “insanlık” hepten unutuluyor, “evrensel kıstaslar” göz ardı ediliyor, “mesleğin etik kuralları” umursanmıyor bile…
Çünkü ideolojik körlük ya da kasıt medyamızda iliklere kadar işlemiş durumda…
Bugün bir çok alanda olduğu gibi medyamızda da ciddî bir “etik” erozyon söz konusudur.
Bugün ne yazık ki… Henüz 10-15 yıl öncesini bile özler hâle gelmişsek…
Daha Taceddin kardeşimin de bizlerin de burnunun direği çoook sızlar…
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Şiir ve iklim |
|
Kış, şiir ve şair.
İlk bakışta birbirinden çok uzak gibi görünür bu kelimeler.
Şairler bahara meftun, hazana müheyya oldukları, insan muhayyilesi de o mevsimlerde hareketlendiği için şiirin de ancak o zamanlarda yazılacağı zannedilir.
Bürudet zamanı olan kış mevsiminde ise her şey gibi hislerin soğuduğu, düşüncelerin sertleştiği, duyguların donduğu, hayallerin katılaştığı, hareketlerin yavaşladığı, tavırların gabileştiği, bu yüzden de insanların şiirin ikliminden uzaklaştığı düşünülür.
Ne var ki, bunların hepsi zahire göre verilen sathî hükümlerdir.
Aslında insan muhayyilesinde şiirin teşekkül ettiği asıl iklim kış mevsimidir, ama bunu insanların pek azı hissedebildiğinden o mümbit şiir mevsimi çoğu zaman heba olur gider.
Şair mizaçlı insanların hisleri hazandan, bahardan ziyade kış aylarında harekete geçtiği için şairler şiir ilhamlarını baharın renginden veya hazanın hüznünden ziyade kış mevsiminin, idrakin kendi içine dönmesini sağlayan şartlarından alırlar.
Nasıl, hazanda toprağa düşen tohumlar, kurumamış kökler, -âdeta derin dondurucu sistemli buzdolabı içine konmuş meyveler gibi- özelliklerini muhafaza eder ve cemre ile birlikte canlanırsa; kış aylarında gaybî bir arayış içine giren his ve hayal dünyasına düşen ilhamlar da baharla birlikte öyle hareketlenir.
Şurası muhakkak ki, bütün insanların hisleri bu hareketlenişten nasibini alır, ama ancak mütecessis bir idrake rast gelen ilhamlar dil libasına bürünerek şiir veya manzume hâlinde teşekkül eder.
İnsanlar hislerini, hayallerini zemheri soğuğunda dondurdukları takdirde o müstesna şiir çekirdeklerini alamazlar. Ruhlarında bazı gizli hareketlenişler hissetseler de onları şiirleştiremezler.
Mevsimin zorluklarına tahammül edip, duygularına damlayan ilhamları itina ile saklayan ve zamanı geldiğinde onları canlandıracak hissî ılıklığı sağlayanlar şiir yazmaya başlarlar.
Fakat her yazılan şey şiir değildir. Duygu dünyasına ne zaman damladığı bilinmeyen bir ilhamın şiir hâline gelebilmesi için birbirini takip eden pek çok şekil ve mânâ merhalelerinden geçmesi gerekir.
Edebiyatın pek değişmeyen muteber teamüllerine riayet ederek fikirlerini, duygularını, düşüncelerini san’atla, âhenkle süsleyip inançlarıyla, idealleriyle zenginleştirerek terennüm edenler, şair addedilir.
Bunlarla iktifa etmeyip lisanı kendine has hususiyetler içinde kullanarak akıcı bir üslûp teşekkül ettirenler, manzumelerini şiir unsurlarının yanı sıra kelime oyunları ve hayal tabloları ile de süsleyebildikleri nisbette büyük şair sayılırlar.
Zaten, yaşadıkları zamanı da ancak onlar aşarlar.
***
“Şairliğim on iki yaşımda başladı.
Bahanesi tuhaftır:
Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde siyah kaplı, küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde.
Haberi veren annem bir an gözlerimin içini tarayıp:
- Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!
Annemin dediği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi...
Gözlerim hastahane odasının penceresinde savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim.
- Şair olacağım!
Ve oldum.”
Necip Fazıl bu ifadelerle anlatmış şair olma macerasını.
Şairin şiir yazmaya başlamasında; hastahanede, yanındaki yatakta yatan veremli kızın yazdığı şiirlerin tesirinde kalan annesinin şair olmasını istemesinin tesiri var elbette.
Fakat on iki yaşında bir çocuğun, soğuk bir kış günü annesinin hasta yattığı bir hastahane odasında ‘pencereden savrulan kara ve uluyan rüzgâra bakarak’ şair olmaya karar vermesi mânidar.
O gün zor şartlarda verilen bir karar, normal zamanlarda verilen kararlardan çok daha müessir olmalı ki Necip Fazıl, şiir yazıp şair olmayı ‘varlık hikmetinin ta kendisi’ saymış.
Çocukluk tahayyülleri ile gençlik tecessüslerinin birlikte hissedildiği yıllarda başlayan şiir çalışmaları, şekil ve muhteva yönünden çeşitli merhalelerden geçtikten sonra tekâmül etmiş.
Ve şaire ‘oldum’ dedirtecek seviyeye gelmiş.
Edebiyatın mümbit şiir vadilerinde çığır açan ve asırlar boyu nesiller tarafından takip edilen her şair gibi Necip Fazıl da şiire yeni tarifler getirerek kendine has bir şiir iklimi teşekkül ettirmeye çalışmış.
“Anladım işi, san’at Allah’ı aramakmış,
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...”
Bu mısralarda da ifade ettiği gibi şiir sahasında eriştiği son merhaleden sonra şiiri, “Şiir mutlak hakikati arama işidir” diye tarif eden şair, ‘Mutlak hakikat’ olarak vasıflandırdığı Allah’ı, bilhassa ‘sır ve güzellik yolundan’ giderek bulmaya çalışmış.
Bu mânâda şiiri ulvî bir gaye ve uhrevî bir meşgale olarak gören ve mâvera kapılarının ancak şiirlerde gizlenen sırlarla açılabileceğini düşünen Necip Fazıl, yine de şair olmaya karar verdiği o soğuk kış gününün şartlarından uzak kalamamış.
Bir bakıma sonunun da başlangıcı gibi olmasını arzu etmiş ve şairliğinin tescili sayılan kaldırımlar şiirinde ıslak bir yorgana benzettiği kaldırımların buz gibi soğuk taşlarının, alnındaki ateşi almasını istemiş:
“Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim,
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim,
Örtün, üstüme örtün, serin kaldırımları.
Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya,
Alsa buz gibi taşlar, alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...”
***
Ahmed Haşim de şiirde çığır açan şairlerden biri.
O da ilk şiir ilhamını Bağdat’ta akşamları kendisini Dicle nehrinin kenarında gezdiren annesinden almış. Fakat sekiz yaşında annesini kaybedip İstanbul’a getirildiği için şiire bir bakıma kış mevsimini andıran zor hayat şartları içinde başlamış.
Zamanın bütün zorluklarına rağmen çalışmalarını geliştirmiş ve şiirde çığır açacak hâle gelmiş. O da kendine has şiir ikliminde şairlere bazı mükellefiyetler yüklemiş ve şiiri kendi sanat anlayışı istikametinde tarif ederek açtığı çığırı sağlamlaştırmak istemiş.
Muasırı pek çok şairin aksine, “Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir kanun yapıcıdır” diyerek hakikati haykırma, doğruları söyleme işini yazanlara bırakmış.
Şairin muhayyilesini, insanın kavrayış hududunun dışında bırakmış ve onların, ‘aydınlık suların ışıklarının, duyguların ufkuna akseden kudsî ve isimsiz kaynakları’ ile meşgul olmalarını istemiş.
Şiiri, “Mûsıkî ile söz arasında, sözden ziyade mûsıkîye yakın sessiz bir şarkı” diye tarif ederken şiirde yazılanların, anlaşılmasından ziyade hissedilmesi gerektiğini söylemiş. Bu tarz şiirin ilk örneğini de kendisi vermiş:
“Şiir nedir? O güzellik değil midir ki, bütün
Safâyihinde uçar hep bedîalar meh-tâb?
Meâl-i rûhu sema, nur, fecirdir ve şebâb...
Evet o rûh-u sefânın budur o mânâsı!
Fakat neden bilmem hilkatin o cezası
Nigâh-ı nâfiz-i şi’rinle hep söner, küskün...”
Bu mısralarda, ‘Şiir nedir? Huzur veren saf ve temiz semasında mehtabın uçtuğu, sevilen, beğenilen güzellik değil midir? Onun ruhunun kederi sema, nur, fecir ve gençliktir.
Evet, o temiz, safalı ruhun mânâsı budur. Fakat şiirin içe işleyen, ruha nüfuz eden bakışı ile hep söner ve küskündür. Hilkatin o cezası nedendir bilemem’ diyerek şiire kendince esrarlı mânâlar yüklemiş.
***
Şiir edebiyatın en muteber türüdür.
Her insan hayatının belli zamanlarında, bilhassa çocukluktan gençliğe geçiş safhasında şiire ilgi duyar ve hareketlenen hislerini kendince şiirler yazarak teskin etmeye çalışır.
Umumiyetle insanın his ve hayal dünyası bahar aylarında zâhiren, hazan mevsiminde de bâtınen hareketlendiğinden o ilk mısralara ya canlı, ya da solgun renkler hâkimdir.
Şiir vasıtasıyla dile getirilmek istenen hisler, soğuk kış gecelerinde dinlenen kıssalarla, anlatılan masallarla, kurulan hayallerle ve beslenen emellerle olgunlaşmadığı için boş heveslerden ibarettir.
Önceleri karalama kabilinden yazılan ve yazanı bile tatmin etmeyen o şiir denemeleri ciddiye alınıp değer verilerek üzerinde çalışıldığı takdirde tekâmül etmeye başlar.
Lâkin onların da hem yazanın nazarında, hem de okuyup dinleyenlerin nezdinde şiir telâkki edilebilmesi için behemehal üzerinden birkaç mevsim ve hayat kışının geçmesi gerekir.
Şiir bu zaman içinde yaşanan hadiselerin seyriyle hareketlenecek, çekilen zorlukların tesiriyle sağlam bir zemine oturacak ve din, inanç, örf, âdet, gelenek, fikir, duygu, düşünce, his, hayal, san’at, âhenk gibi muteber unsurlarla yoğrulacaktır.
Böylece bir şiir çalışması yazılmaya başlandıktan belki de yıllar sonra ya mükemmel bir şiir olarak her okuyandan takdir görecek, ya da ilk zamanlar birkaç hisli duyuşun ardından unutulup gidecektir.
Onun için kış mevsimi müstesna bir şiir zamanıdır. İnsanın idraki açık, hisleri hareketli olduğu takdirde her kış mevsiminde hem muhayyileye pek çok şiir çekirdeği ekilir, hem de daha önce yazılan şiirler demlendirilir.
Bilhassa günlerce lapa lapa karların yağdığı, rüzgârların estiği, boraların koptuğu, fırtınaların kasıp kavurduğu ve hayatın donma noktasına geldiği uzun kış ayları, büyük şiirlerin yazılması için en müsait zamandır.
Öyle dehşetli kışlar ancak on yılda, çeyrek asırda, yarım asırda, hatta yüz yılda bir yaşanır. Ama erbabını bulduğu takdirde o kışlarda yazılan şiirler şaheser addedilir ve bin yıl okunur, dinlenir.
Aslında her kış şiir zamanı sayılmaz. İklimler değişip kışlar yumuşadıkça şiir yazan insan çoğalsa da şairler ve şiirler azalır. Onların tesiri de ancak yaşadıkları ve yazıldıkları zamana münhasır kalır.
Bu itibarla bir milletin edebiyatında şiirin macerası, aynı zamanda o memleketin iklim haritasıdır.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Fahri UTKAN |
Mükemmelleşme yolculuğu |
|
Dünya üzerinde milyarlarca insan var. Bunları bir kıymet, değer derecesi ile sıralamaya kalksak işin içinden çıkamayız.
Bunun birçok sebebi vardır. Bütün insanları hakkıyla tanıyabilmek ve değerlendirebilmek zordur. Sonra hangi kıstasa göre değerlendirilecek ve bu değerlendirmeyi kim, hangi zaman ve zeminde yapacak?
Fakat, “İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır”1 gibi bir ölçü elimizde olursa, belki bu derecelendirme yapılabilir. Bu sefer de insanların imanlarının bilinmesi meselesi ortaya çıkacağı için yine yapılamayacaktır.
Demek ki, bu iş bizim harcımız, bizim yapacağımız bir iş değildir. O halde bu konuda bazı şeyler söylemiş olan zamanın sesine kulak vermek gerekecektir.
O diyor ki; “İşte insan, Cenâb-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar sûretinde yaratmıştır.”2
Peki buradan nasıl anlayacağız ve nasıl değerlendireceğiz insanları?
“İnsan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten mânevî ve ehemmiyetli cihâzât ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş...”3 diyerek kıymetinin nasıl verildiğini açıklamaya başlıyor. Sonra, bu kıymetini daha da değerlendirmek için ne yapması gerektiğini söylüyor: “Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imânın ziyâsıyla, ubûdiyet toprağı altında terbiye ederek evâmir-i Kur’âniyeyi imtisâl edip, cihazât-ı mâneviyesini hakiki gàyelerine tevcih etse, elbette âlem-i misâl ve berzahta dal ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennette hadsiz kemâlât ve nimetlere medâr olacak bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-i dâimenin cihazâtına câmi’ kıymettar bir çekirdek ve revnaktar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübârek ve münevver bir meyvesi olacaktır.”4
Yani, aslında, “..o insan, infiâl ve kabul ve duâ ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur”5 ve yine aynı zamanda, “İnsan bir yolcudur. O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur.”6
İşte, bu yolculuğu esnasında, “...enâniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider.”7 Fakat, “Eğer kendini misafir bilse, misafir olduğu Zât-ı Kerim’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarfetse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra, a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Hem de bu insana verilen bütün cihazat ve âlât, ondan memnun olarak âhirette lehinde şehadet ederler.”8
Demek ki, insana, yaratılışta, kıymetlen(diril)meye müsait bazı cihazlar, âletler, lâtifeler verilmiş.
İşte, “İnsandaki cihâzât-ı mâneviye ve letâif-i insaniye ki, herbirisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Meselâ; güzelliğin bütün merâtibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvâk-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisâniyesi ve hakaikın bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemâlâtın bütün envâ’ına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları...”9 diye bazıları sıralanmış ve özellikleri belirtilmiş.
Bu gibi latife ve aletlerden Üstad Said Nursî, Risâle-i Nur’un birçok yerinde farklı farklı bahsetmektedir.
Başka bir yerde de, bunlardan bazısına letâif-i aşere ismini veriyor. Ve bunları aynı yerde şu şekilde sıralıyor “...vicdan, asab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye, kalp, ruh, sır..”10 Bunlardan başka, yine, sâika, şâika ve hiss-i kable’l-vuku olarak da bazı lâtifeler sayıyor.
Sâika: Sevk edip götüren bir his.
Şaika: Şevk verici, isteklendirici his.
Hiss-i kable’l-vuku ise: Ön sezi, önceden hissetmek anlamlarına gelmekte.
Görüldüğü gibi aslında insana; “...ibâdâtın bütün envâ’ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemâlâtın tohumlarına câmî bir istidad verilmiştir”11 ve “...bu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir. Belki şöyle bir insanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makâsıda müteveccih vezâifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudâtın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temâşâ ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.”12
Peki, bu şekilde davranmak sûretiyle insan, nasıl değerlenir ki?
Bunu da Üstad, 6. Söz’de imanın insana getirdiği kârları ve zararları anlatırken, bazı özellikleri şu şekilde açıklığa kavuşturuyor: “Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’ic ve muacciz bir âlet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyyâ eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.
“Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
“Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîm’e satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar” diyerek insanın değerinin nerelere kadar çıkabileceğini böylece ifade ediyor.
Ve bu arada tabiî ki unutmadan şöyle bir uyarıda da bulunuyor; “İşte, ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede, kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvat nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?
“Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü’min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü’min imanıyla Hâlıkın emanetini Onun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır.”13
İnsan, gerçi, nefis ve sûret itibariyle bir hiç hükmündedir; “fakat vazife ve mertebe noktasında; şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı, şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı, şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündedir.”14
Demek, insan görevini hakkıyla yerine getirip, kendine verilen bütün bu değerlenmeye müsait “..istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile, imanın ziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur’âniyeyi imtisal edip cihâzât-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih...” etmesi gerekir ki, ahsen-i takvim sûretine çıkma yolunda gidebilsin.
Evet yol çok açık bir biçimde tarif edilmiş. Bu da, “...ebedî ve sermedî olan bir cemâlin seyircisi”15 olabilmek, yani mükemmele doğru gitmek. “İşte Kur’ân şakirtlerinin akıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak, bizleri onlardan eylesin. Âmin!”16
Mükemmelleşmeye doğru iyi yolculuklar.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 281; 2- A.g.e., s. 282; 3- Sözler, s. 291; 4- A.g.e.; 5- Sözler, s. 293; 6- Sözler, s. 295; 7- Sözler, s. 293; 8- A.g.e.; 9- A.g.e.; 10- Barla Lâhikası, s. 190; 11- Sözler, s. 294; 12- A.g.e.; 13- Sözler, s. 33; 14- Sözler, s. 296; 15- Sözler, s. 116; 16- A.g.e.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tesettürde öncelik |
|
Başörtüsü yasağı hukuk ve çağdışı bir zulüm olarak vicdanları sızlatmaya devam ederken, çözüm adına yanlış yöntemlerin izlenmesi ise sorunu çözmek bir yana, daha da katmerli bir kördüğüm haline gelmesine sebep oluyor.
Hal böyle olunca, tartışmalar da anlamını kaybediyor. Hattâ bu şirazeden çıkmış ve iyice sulandırılmış tartışmalara bir şekilde müdahil olmak, bizatihî tesettür kavramına zarar verir hale geliyor. Böylece, netice itibarıyla, bu yasağı koyanların tuzağına düşülmüş olunuyor.
Tartışmanın geldiği en son noktada işin “çene altından bağlama” formülüne getirilip dayandırılması üzerine başlatılan alaycı değerlendirmeler tesettür kavramını yaralayıp zedeliyor.
Onun için, kafaların da kasıtlı olarak iyice karıştırıldığı böyle bulanık ortamlarda, sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirmeyi hedefleyen tuzaklara karşı çok dikkatli olmak lâzım.
Gelinen noktada bu dikkat ve teyakkuzun gereklerinden biri, yasağa boyun eğip teslim olmama duruşunu kesinlikle bozmayan tavizsiz bir kararlılığı her hal ve şartta muhafaza etmekle beraber, mücadeleyi sadece başörtüsü serbestisine odaklanmış bir “hak talebi” alanından, topyekûn tesettür kavramını yeniden değerlendirme, anlama, içselleştirme, bütün anlamlarıyla birlikte yaşama, anlatma ve tesettüre yönelen itiraz ve saldırıları ilim ve fikir zemininde ikna edici ispat ve susturucu ilzamlarla püskürtme boyutlarına taşımak olmalı.
Yaşadığımız süreçte, bir taraftan kasıtlı bir inatla sürdürülen yasakla bilhassa gençler tesettürden uzaklaştırılmak istenirken, diğer taraftan başka yol ve yöntemlerle başörtüsü bağlamından koparılarak tesettürün içi boşaltılmak isteniyor; ve bu iş, “dindarları dünyevîleştirme” tuzağının etkili ve tahripkâr unsurlarından biri olarak yapılıyor.
Bu durumda, pes edip geri çekilme anlamında değil, ama etraf-ı erbaasıyla yeni bir durum değerlendirmesi yapma, tesettürü yeniden ele alıp düşünme, dinimizin bu emrini fıtrat kanunlarıyla birlikte tekrar yorumlama ve yasağın ötesinde, doğrudan tesettüre yöneltilen iftira ve isnadların asılsızlığını fıtrat ve bilim çerçevesinde ispatlı şekilde izah etme ihtiyacı ile karşı karşıyayız.
Tesettürün, yasakçılar tarafından iddia edildiği gibi kadını ikinci sınıf insan konumuna düşürüp aşağılamak şöyle dursun, daha da yücelttiği; rahatsız edici yabancı bakışlardan koruyup huzura kavuşturduğu; Yaratıcıyla ve yaratılanlarla ilişkilerini fıtratına uygun bir zemin ve çerçeveye oturttuğu gibi izahlar bunlar.
Bu izahlarda, Bediüzzaman’ın Tesettür Risalesi son derece önemli bir kaynak ve referans.
Gerçek şu ki, bilhassa genç nesillerin, tesettür emrini iman ve fıtrat temelinde açıklayan ikna ve teşvik edici izahlara ihtiyacı, şu anda, yasağa karşı verilecek mücadelenin de önüne geçen bir öncelik ve önem kazanmış durumda.
Resmî ideolojinin kıskacındaki okullarda eğitim alma ve yine aynı durumdaki kurumlarda çalışma hakkını tekrar kazanmak için sarf edilecek mesainin çok daha fazlasını, yasakçıların karışamayacağı özgür alanlarda Kur’ân ve kâinat kitaplarını okuma ve tesettürü de bu bağlamda tekrar öğrenip yaşama ve anlatma çabasına yöneltmek çok daha anlamlı olmaz mı?
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yasakçılar köşeye sıkıştı |
|
Başörtüsü yasağını devam ettirebilmek için açıklama ve bildiriler yayınlayan ‘yasakçı’lara karşı; ‘özgürlüğü savunanlar’ da nihayet ses verdi. “Özgürlük manifestosu”na öncülük eden isimler Prof. İhsan Dağı (ODTÜ), Prof. Yasin Aktay (Selçuk Ün.) ve Doç. Şaban Çalış (Selçuk Ün.), imza atan akademisyenlerin sayısının 1000’i geçeceğini söylüyor.
Kanunsuz başörtüsü yasağını savunanlar ve devamını isteyenler, bu işi yüksek sesle bağırarak ya da slogan atarak sürdürebileceklerini zannediyorlardı. Cuma günü (1 Şubat 2008) toplanan Üniversiteler Arası Kurul’da da (UAK) aynı şey yaşandı. YÖK Başkanının ‘hukuka uyun” şeklindeki çağrılarını dinlemeyen üniversite rektörleri, toplantı sonrası yaptıkları açıklamalarla yasağı savunmaya devam ettiler. “Kendileri çalar, kendileri oynar” şekilde görüntü veren rektörleri, yine kendileri alkışladı.
Yıllardan beri süre gelen bu tartışmalarda, özgürlükten yana olan öğretim üyeleri umumiyetle sessiz kalmıştı. Şahsî fikirlerini imkân buldukça ifade eden ve milletin sesine tercüman olan ‘sessiz çoğunluk’ bu defa bir araya gelip bir manifesto yayınladı. (Arzu edenler şu adrese bakabilir: http://universitedeozgurluk.blogspot.com) Yayınlanan ve atılan imzalarla büyüyerek devam eden bu ‘özgürlük manifestosu’ çok önemlidir. Yasakçılar, meydanın boş olmadığını görmüş oldu.
Çünkü yayınlanan ‘özgürlük manifestosu’na imza atanlar, yasakçıların iddia ettikleri gibi, sadece belli bir siyasî görüşe mensup öğretim üyeleri değil. Birbirine tamamen zıt fikirleri savunan ve hatta kişisel olarak başörtüsünden ‘korkan’ çok sayıda öğretim üyesi de özgürlük ve demokrasi adına üniversitelerde süregelen başörtüsü yasağının tamamen sona ermesi için imza atmış durumda. Kişisel olarak başörtüsünden ‘korkan’, ama özgürlük adına serbestlik için imza atanların arasında Aziz Nesin’in oğlu Prof. Dr. Ali Nesin de var.
İşte, yasakçıların ürktüğü de buydu: ‘Sağ’ ve ‘sol’ görüşlere mensup, ama temelde insan hakları ve özgürlükleri savunanların bir araya gelmesi, aynı manifestoyu imzalaması! Yasakçıların bu imzalar karşısında uzun süre dayanabilmesi mümkün değildir!
İşte mesele buydu: ‘Risk’leri göze alıp bu manifestoya imza atan bütün öğretim üyelerini yürekten kutluyoruz. Millet ekseriyeti, bu imzaları unutmayacak ve onları her zaman duâlarıyla destekleyeceklerdir.
Zaman zaman ifade edildiği üzere, ‘haklı’ olanlar da en az ‘haksız olanlar’ kadar cesur olmalıdır. Yasakçılar, kanunsuz yasağı devam ettirmek için seslerini yükseltirken, cesur öğretim üyeleri de imzalarını çoğaltıyorlar. Bu sayede meydanın boş olmadığını, kamuoyunun yanlış bilgi ve korkularla uyutulamayacağı anlaşılmış oldu. Sanki bütün üniversiteler ve bütün öğretim üyeleri başörtüsüne karşıymış gibi hava oluşturmak isteyenlerin ‘mum’u bu imzalarla sönmüştür.
Üniversitelerimizde hür ve demokrat olan, özgürlükleri savunan öğretim üyeleri de vardır. Bu güne kadar sessiz kalan bu imza sahiplerinin, bundan sonra her imkân ve fırsatta imzalarına sahip çıkmalarını temenni ediyoruz.
Yasakçılar, “başörtüsü serbest olursa Türkiye batar” diyorlar ya, siz onlara bakmayın. Şair ne demiş: “Sen sahip çıkarsan bu vatan batmayacaktır!”
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ergenekon’un dış yüzü |
|
Ergenekon türü yapılanmalar, geçmişte ifsat şebekeleri veya komitacılık adı altında anılıyordu. Bir mânâda temerrüt hareketi. 1952’den sonra, yani NATO’ya girmemizden sonra bu komitacılık bizde çifte bir yapıya büründü. İttihatçılıktan beri gelen bir damar vardı ve bu damarın üzerine Gladio türü yeni bir yapı konduruldu veya bina edildi. Yani, bizdeki geleneğe, bir de Amerikan komitacılık geleneği aşı yapıldı. 1952’nin sırrı budur.
En azından Fikri Sağlar, Ergenekon tipli yapılanmaları 1952 yılına bağlıyor. İşte bu, komitacılığın dış yüzü veya Atlantik ötesi bağlantısı... Aslında, Varşova Paktı’nın da böyle yapılanmaları vardı ve Çavuşesku’yu bunlar devirdi ve öldürdü. Fehmi Koru’nun Kanal 7’deki yorumuna göre, bizdeki çeteciliğin sonuna gelinmiş oldu. Ona göre, komitacılar bu sondan haberdar değiller. Dünyadaki değişimi algılayamıyorlar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2007 sonlarında Oval Ofis’te Bush ile yaptığı görüşmede bu çetelerin tasfiyesine karar verildiğini ve son operasyonlarla da uygulamasına geçildiğini savundu.
Ben bu yorumun isabetli olduğunu hiç sanmıyorum. Dış kararla içteki çetelerin bu şekilde çökertilebilineceğini sanmam. Dış damarları kesilirse zayıflar, ama ölür mü? Fehmi Koru da galiba Türkiye’nin iç dinamiklerini hesaba katmıyor. Neoconların iktidarlarının zayıflaması aslında içimizdeki komitacılığın da zayıflaması anlamına geliyor. Bitmesi mi? Hayır. Bush’la da öyle bir tasfiye mutabakatı olduğunu sanmıyorum. Zira kanaatime göre uçları bize kadar uzanan, ama kökleri Washington’da bulunan bu çetelerin tasfiyesi Bush’u da aşan bir husus. Zincirbozan filminde de anlatıldığı gibi, Richard Perle’nin mimarlığını ve üstadlığını veya orkestra şefliğini yaptığı darbe, Carter döneminin ürünüydü. Muhtemelen o zaman Neoconlar dönemin Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinski’nin arkasındaydılar.
Dolayısıyla, Amerika’daki derin devlet bitmeden bizdekiler zor biter. Ayrıca, Amerika’dakiler bitse bile, bizimkilerin zâti dinamikleri var. Bir ikincisi, Amerika’daki derin devletin bitmesi de Neocon tipi örgütlenmelerin ve ona bağlı Yahudi lobisinin gücünün zayıflaması veya tükenmesiyle alâkalıdır. Fehmi Koru’nun Kanal 7’de bu tür ifadeleri sarfettiği sırada, önümüze Forbes kaynaklı bir haber düştü. Yine Karanlıklar Prensi konuşuyordu. Richard Perle, burada Türkiye’de yükselen bazı eğilimlerden kaygı duyduğunu söylüyor.
***
Bu konuda iz süren dostlarımızdan Abdulhamid Bilici de Ergenekon’un dış bağlantılarını ararken, aynı adreslere ulaşıyor. Yazısının bir yerinde bu hususta şunlara temas ediyor: “Bir de aynanın arka tarafında kalan yüzleri vardı. Ayna önünde ne kadar bağımsız ve ne kadar saf görünüyorlarsa, arka tarafta o kadar bağımlı ve karmaşık ilişkilere sahiptiler. Hasımlarını ABD ile iş tutmakla suçluyorlardı. Ama kendileri arka kapıdan Washington’a gidiyor ve en karanlık isimlerle temas kuruyorlardı. Meselâ, bu çevrelere yakın batık bir banka patronu ile adı darbelerle anılan Karanlıklar Prensi Richard Perle arasından su sızmıyordu. Bazı lobileri destekleyerek, bazı gazetecileri bağlayarak, Türkiye’deki sivil iktidarı çökertme planları yapıyorlardı. İktidarı ‘İslâmofaşist’ ilan ediyor; askerî darbenin eli kulağında olduğu dedikodusunu yayıyor; İran ve Suriye ile ilişkilerinden dolayı AKP’yi hedef gösteriyorlardı. Ulusalcıydılar, ama kendi hükümetleri aleyhine yurtdışında plan çevirmekte sakınca görmüyorlardı. ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi Morton Abramowitz, bu karanlık çabaları bir yazısında şöyle zikrediyordu: ‘Washington’a gelip Amerikan yönetiminden AKP’nin altındaki halıyı çekmesini isteyenler var.’ Ama onların bu ulusüstü bağlantılarını bilenlerin sayısı sınırlıydı.
“Geçen yaz Hudson Institute’da yapılan bir toplantı sayesinde, geniş kamuoyu bu kafadakilerin gerçek yüzünü gördü. Konuşulanlar deşifre oldukça, insanlar irkildi. Kamuoyu önünde düşman ilan edilen çevrelerle kapalı salonlarda bir araya geliniyordu. Taksim’de 50 kişinin öldürülmesi ve Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Tülay Tuğcu’ya suikast gibi korkunç senaryoları konuşuyorlardı. Daha ilginci, Irak’taki PKK elebaşlarının teslimi gibi ulusal bir konuya bile seçimde AKP’ye yarayacağı gerekçesiyle karşı çıkıyorlardı...”
***
Sabah gazetesi gibi bazı gazetelere göre, (28 Ocak 2007, sözkonusu gazetenin manşeti) bu şebeke veya çetelerin dış bağlantıları arasında, CIA ve MOSSAD’dan maada, BND gibi istihbarat teşkilatları da bulunuyordu. Adamların ilişki portföyü sanıldığından da geniş. Bulmaca ve bulamaç gibiler.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nurettin HUYUT |
Dinin siyasete alet edilmesi |
|
Her kesimin üzerinde ittifak ettiği bir husus var: Dince mukaddes kabul edilen şeyler siyasete alet edilmesin. Sanırım herkes bu konuda gayet hassas. Hatta herhangi bir dünyevi menfaate dahi alet edilmesi insanımızı üzmektedir.
Bunların başında camiler, türbeler, başörtüsü gibi kuralların yanında, İslâmın bilinen ibadetleri de eklenebilir. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetler de alet edilme riski taşımaktadır. Ayrıca, İslâm tarihinde mukaddes sayılan isimleri de ekleyebiliriz. Hz. Muhammed’in (asm) ismi bunların başında gelir. Geçmişte kurulmuş olan “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” buna örnek olarak gösterilebilir.
Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda gayet hassas, yukarıda ismi geçen cemiyetin kurulmuş olduğunu duyduğu andan itibaren yerinde duramaz. Kendi ifadesiyle “Nihayet derecede korkar” Meselenin ne denli ince bir mesele olduğunu dile getirir. Nihayet derecede korkmasının sebebini ise “bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana” (Tarihçe-i Hayat, Sayfa: 58) gelir de o mukaddes isim lekelenir endişesine bağlar.
Bu endişesinin ne kadar yerinde bir endişe olduğu sonraki dönemde çok daha iyi anlaşılır. Nitekim Cumhuriyet tarihinde siyasilerin en çok konuştuğu meselelerin başında “dinin siyasete alet edilmesi” geliyor. Hatta bu konuda bir çok partinin kapatıldığını da biliyoruz. Bu partiler dince mukaddes isimleri kullanmasalar da söylemlerinde ve propagandalarında buna tevessül ettikleri iddia edilmiş ve kapatılmalarına da gerekçe gösterilmiştir.
Cumhuriyetten önce veya Cumhuriyetten sonra 1960’a gelindiğinde İslâm kelimesinin kullanıldığı sadece üç partinin kurulmasına karşılık, 40’ın üzerinde değişik isimlerde partinin kurulduğunu görüyoruz. İslâm kelimesini kullanan partilerden biri 1946’da kurulan İslam Koruma Partisi diğeri ise 1951’de kurulmuş olan İslam Demokrat Partisi’dir. Fazla tanınmamış olmaları bu partilerin siyaset sahnesinde başarılı olamadıklarını gösteriyor.
Bediüzzaman Said Nursî’nin partilerle ilgili yazmış olduğu meşhur lâhikasında; “Bu vatanda şimdilik dört parti var” (Emirdağ Lâhikası, Sayfa 386) bu partilerin çoğu var. Yani, o tarihte kurulmuş olan parti sayısı 30’un üzerinde. İşin garip tarafı ismi geçen bu dört partiden biri olan “İttihad-ı İslâm Partisi” diye bir partinin de aslında kurulmamış olmasıdır.
Demek, Said Nursî’nin bahsettiği dört parti oy sayısı fazla olan partiler ile kurulması halinde oy potansiyeli olacak partilerdir.
Bediüzzaman Said Nursî, yazdığı bu lahikada bu dört partiden veya anlayıştan üçünün iktidara gelmesine karşıdır. Sadece birinin iktidarını desteklemiş olduğu görülüyor. O da demokrasiyi savunan ‘Demokrat Parti’dir. Özellikle “İttihad-ı İslam Partisi” adı altında veya o manayı çağrıştıracak bir partinin iktidara gelmesini hiç istemez. Sebebi ise açıktır. Ona göre böyle bir parti iktidara gelirse “dini siyasete âlet etmeye mecbur” (Emirdağ Lâhikası, Sayfa 386) olacaktır. Nitekim yakın geçmişte iktidar olan bir parti bu iddianın çarpıcı bir örneğidir. Başka örnekler de verilebilir.
Bir örneğini de bugünlerde yaşıyoruz galiba. Yoksa buna “mecbur” mu kalıyor?
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Beş şey gelmeden önce |
|
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetin bilin” buyurur Peygamberimiz (asm). Bunlar: Hastalık gelmeden önce sağlığın, ölüm gelmeden önce hayatın, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin, dolu vakit gelmeden önce boş vaktin kıymetini bilmektir.1
Kur’ân, “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz”2 buyurur. İşte bu nimetlerin en büyüklerinden beş tanesi de sağlık, hayat, gençlik, zenginlik ve dolu vakittir.
Bunlardan sağlık üzerinde duracak olursak gerçekten ne kadar büyük bir nimetle karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Hele hastalanmışsak kıymetini daha iyi anlarız.
Tabiî sağlığın kıymetini anlayabilmek için illâ da hasta olmak gerekmiyor. Konu komşu, akraba, ister tanıyalım, ister tanımayalım evlerinde, hastanelerde ıztırap çeken insanlara baksak bile yeterli.
Allah Resûlü (asm) insanların kıymetini bilmediği iki şeyi anlatırken birinin sağlık, diğerinin de boş vakit olduğuna dikkat çekmişlerdir.3
Kanuni Sultan Süleyman, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” derken bu büyük devlete parmak basmıştı.
İşte dinimiz bu büyük nimeti elimizden kaçırmamamız için bizi müteyakkız olmaya dâvet eder. Koruyucu hekimlik dediğimiz sıhhati koruma dinimizde büyük bir önem taşır. Sıhhatin kıymetini bilmek, hastalığa yakalanmamak için gerekli tedbirleri almak gerekir.
Bunun için her şeyden önce temiz, pırıl pırıl olmalıdır. Çünkü Allah’ın sevdiği insandır temiz insan. Kur’ân’ın ifadesiyle, “Muhakkak Allah çok çok temizlenenleri sever.”4 Abdestsiz namazın olmaması, gusül gerektiğinde gusül almaksızın namaz kılınmaması, Kur’ân okunmaması otomatik olarak bizleri temizliğe sevk etmez mi? Allah Resûlü’nün, “Temizliği olmayanın namazı yoktur”5 buyurması çok şeyler anlatıyor.
Her şeyiyle pırıl pırıl olan Allah Resûlü (asm) Müslümanın temiz olması, temizliğe dikkat etmesi gerektiğinin en güzel bir örneği değil midir? Enes bin Malik, “Ben ömrümde Hz. Peygamberin kokusundan daha hoş, daha temiz bir koku koklamadım”5 der.
Kısaca mü’min aklını, ruhunu, kalbini kötü inanç, düşünce ve duygulardan arındırdığı gibi bedenini de her türlü maddî ve mânevî pisliklerden temizleyecek; örnek, tertemiz, pırıl pırıl bir insan olacak, İslâmın güzelliklerini gösterecektir.
Dipnotlar:
1- Keşfü’l-Hafa, 1:166-167 (Hakim ve Beyhaki’den.) 2- Nahl Sûresi: 18. 3- Buhârî, Rikak: 1; Tirmizî, Zühd: 1; İbni Mâce, Zühd: 15. 4- Bakara Sûresi: 222. 5- Müslim, Taharet: 1; Tirmizî, Taharet: 1.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
100 yıl önce, 100 yıl sonra |
|
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri 100 yıl önce din ilimlerinde kazandığı ihtisası, çeşitli fenleri araştırarak tamamlamış, doğup büyüdüğü Şark topraklarının sıkıntılarını müşahede ederek eğitimin zarurî ihtiyaç olduğunu anlamış din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversite kurulması için yardım istemek maksadıyla 1907’de İstanbul’a gelmişti.
İstanbul’un ilim dünyasına kendisini derin bilgisiyle kabul ettirmiş, o günlerde Osmanlı’yı çalkalayan hürriyet ve meşrûtiyet tartışmalarına gazetelerde yayınlanan makaleleri ve halka yönelik konuşmalarıyla katılmıştı. İlân edilen Meşrûtiyete İslâm namına sahip çıkmıştı.
O dönemde kaleme aldığı eserleri okuduğumuzda, hürriyet ve demokrasi mücadelesi konusunda 1908’den, 2008’e çok da fazlaca bir şeyin değiştiğini göremiyoruz.
En azından eğitim hakları konusundaki tablo böyle, kısaca içler acısı.
Baksanıza ülkemizin kimi aydınları, yaklaşık yüz yıldır kadının örtüsünde takılıp kaldılar. 2008 Türkiye’sinde hâlâ üniversiteli kız öğrenciler baş örtülerini iğne ile mi, fiyonk şeklinde mi, nineler gibi mi bağlamalı sorusunun cevabını bulmaya çalışıyorlar!
Gazetelerde bol miktarda başörtüsü bağlama şekillerinin yer aldığı haberler de cabası.
Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış misâli…
Kısasa kısas mı?
“Kadın da kendini savunmak için eşini dövebilir!”
Geçtiğimiz yıl Lübnan’ın etkili din adamlarından Şii asıllı Ayetullah Fadlallah’ın verdiği bir fetva idi bu.
Bir erkeğin kadına karşı küfür ve kırıcı sözler de dahil şiddetin hiçbir türünü uygulamasını hoş görmediğini belirten Fadlallah, bunun günah olduğunu, cezalandırılacağını, aslında şiddetin erkeğin “zayıflığının bir işareti” olduğunu belirtmiş ve kadınların haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini ifade etmişti.
Bu fetva, o dönemde medyamızda yer almıştı.
Geçtiğimiz günlerde ülkemizdeki Diyanet İşleri Başkanlığının da benzer görüşü savunduğunu gazetelerden öğrendik. Diyanet Dini Bilgiler Hattı’nda kısaca şöyle deniliyordu: “Sen erkek olarak dövüşmeyi göze alırsan, kadına niye hak tanınmasın ki? Aslında ikisinin yaptığı da edepsizlik olur.”
Diyanet İşleri eski Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ise konuya daha ılımlı yaklaşıyor, çözüm olarak kadının başka bir odaya kaçmasını ve kısasa kısas esasından yola çıkılmaması gerektiğini ifade ediyordu. “Sen bana vurdun, al sana bir yumruk olmaz. Diğeri caiz değilse, bu da değildir. Ne kadın kocasını, ne de koca karısını dövebilmelidir. Nefsi müdafaa ayrı bir kavramdır. Sizi öldürmek isteyen birine lakayt kalamazsınız herhalde. Bu sadece eşlerle alâkalı bir mesele değil, hukukî bir kavramdır. İnsan mecbur kalırsa kendini savunur.” (28 Ocak 2008, Akşam gazetesi)
Haberi okuyunca aklımıza Nisa Sûresi’nin 34. âyetinin iniş sebebi olan olay geldi: Medine’de Ensar’dan Sa’d ibni Rabia, isyankâr davranan hanımına bir tokat atar. Olaydan kayınpeder haberdar olunca kızını alarak Peygamberimizin (asm) huzuruna gelir ve damadını şikâyet eder. Peygamberimiz (asm) kısasla hükmeder. Yani hanımı da kocasına bir tokat atacaktır. Bu karar üzerine âyet iner. Peygamberimiz (asm) “Biz bir emir irade ettik. Allah da diğer bir emir irade etti. Şüphe yok ki hayır Allah’ın irade ettiğidir” der.
Âyetin indirilmesiyle Peygamberimiz (asm) kısasa kısas kararından vazgeçer.
Harbiye müzesine giderken…
İstanbul’daki Harbiye Askerî Müzesine özellikle uzun yaz günlerinde, hafta sonları hususan Pazar günleri gitmek keyiflidir!
Altı yüz yıllık şanlı Osmanlı tarihinin askerî izlerini taşıyan eserleri, modern müzecilik esaslarına göre titizlikle sergilenmiş vitrinlerinde gururla, ama buruk bir şekilde seyreder, tarihin altın sayfalarını tefekküre dalarsınız. Eğer bu ziyaretinizi Pazar günü yapmışsanız, öğleden sonraki Mehter Takımının muhteşem konserini dinleme fırsatını da bulursunuz.
Yalnız müzeye gitmeye niyet ederseniz, özellikle başını örtmeyi tercih etmiş bayanlara özel bir tavsiyemiz var: Başörtünüzü çenenizin altından düğümleyerek çıkın evinizden. Çünkü “çene altını düğümlemek” asker modelidir. Ve müzenin kapısındaki güvenlik biriminden başka türlü geçemezsiniz.
Tıpkı sağlık hizmetini alan yakınlarınızı askerî hastanelerde ziyarete girerkenki gibi.
Tıpkı şimdilerde üniversitelerde başörtülü öğrencilere tavsiye edildiği gibi.
Müzeyi gezerken içinize çöreklenmiş kökü derinlere inen tek acıdır bu. Şimdiki dayatmalara mukabil, Osmanlı tarihinde yüzyıllar boyu kadının örtüsü mukaddes bilinmiştir zira.
Mehter takımının konserini dinlerken gözleriniz dolar, Fetih Sûresi okunurken yaşadığınız bu tablo içine âyetin mânâsını yerleştirmeye çalışırsınız, kendinizi Hz. Hızır (as) ile yolculuğa çıkan Hz. Musa (as) gibi hissedersiniz. (Hani Hz. Musa (as) “Benimle yolculuğa dayanamazsın!” diyen Hz. Hızır’ı ikna etmişti de, yolculuk boyunca onun her yaptığına itirazda bulunmuştu.)
“Biz sana apaçık bir fetih yolu açtık. Tâ ki, Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola iletsin. Ve Allah sana pek şerefli bir zaferle yardım etsin. İmanlarına iman katmak için mü’minlerin kalplerine sükûnet ve emniyet indiren Odur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar.” (Fetih Sûresi, 1-4.)
Evet hayatınıza yön veren formül işte budur:
“Allah her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar.”
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Makam-mevkî uğruna verilen tavizler |
|
Uzun süreli tahsil hayatını, İstanbul’da, oldukça dindar sayılacak arkadaşlarıyla geçirmişti. Hayalinde bir an önce okulunu bitirip hayata atılmak, bununla yetinmeyip, çok sevdiği doktorluk mesleğinde kariyer sahibi olup belirli makam ve mevkilere gelmek yatıyordu.
Kariyer, makam mevkiyle beraber din-i mübîne hizmet... Talebelik hayatında, hep bu ve benzeri telkinler ve tavsiyeler aldığından, hayalinde de hep bunlar vardı. Dinî hizmetler yanında, hatta öncesinde kariyer ve bazı gözde mevkîler...
Ve nihayet Faruk, tahsilini tamamlamış, genç, istidatlı ve dindar sayılacak bir doktor olarak hayata atılmıştı. Kısa sürede tıpta uzmanlık imtihanını da kazanmış ve bir Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesinde uzmanlık eğitimine başlamıştı.
Ne var ki araştırma hastanesi çalışanlarının hemen hepsi, mâneviyâttan uzak kimselerdi. Hele Faruk Beyin amiri durumundaki makam sahibi zevâtın hemen hepsi de, azıcık inancı olan personele tahammülü olmayan bir zihniyete sahip kişilerdi.
Ne var ki, şartlar ve ortam ne olursa olsun, Faruk Bey, ihtisasını tamamlayıp, hatta sonrasında arzuladığı makamlara gelebilmek için bu hastanede asistan olarak işine devam edip, ardından doçentlik ve profesörlük unvanlarına kavuşmayı düşünüyordu.
Böyle hayallerle, belli hedefler doğrultusunda plân ve projeler yapmak güzel ve belki de kolay idi. Ama bunları gerçekleştirmenin, dindar görünümlü bir genç için hiç de kolay olmadığını Faruk Bey de çok iyi biliyordu. Bu dindar görünümüyle âmirlerinin olurunu ve beğenisini kazanmanın çok zor olduğunu iyi bildiğinden, ilk etapta böyle bir imajdan kurtulmanın çarelerini düşündü. Kendi kendine taktikler geliştirdi, planlar kurdu. Evvelâ başta amirler olmak üzere, bütün mesai arkadaşlarıyla çağdaş(!) sayılan bir üslûpla konuşmayı, “Günaydın, tünaydın, mersi...” gibi ifadelerle çevresine iltifatta bulunmayı, verilen vazifeleri hakkıyla yerine getirmeyi, hatta âmirlerinin özel işlerine koşmayı denemeye başladı Faruk Bey.
Dindarlara geçit vermemeyi prensip edinen zevât nezdinde kabul görmek uğruna, başka taviz ve değişiklikleri yapmaya da karar verdi. Evvelâ, dış görünüşüne yeniden bir çeki düzen verdi. Dindarlığı çağrıştıran, muhafazakârlığı akla getiren sünnete uygun olan bıyıklarını kestirdi, çenesinin ucundaki sakalını uzatarak “top sakal” dediğimiz şekle soktu. Parmağındaki gümüş yüzüğün yerine, uzaktan görünecek büyüklükte altın yüzüğü de daha önceden takmıştı zaten. Namazlarını da bazen geçiriyor, müsait zaman bulursa da hiç kimsenin göremeyeceği hastanenin bodrum katında kılmaya çalışıyordu.
Câlib-i dikkattir ki, Faruk Beyin, istemeyerek de olsa yaptığı bu imaj değişikliklerine rağmen, başta âmirler ve aynı zihniyetteki çevreler, kendisine şüpheli gözlerle bakıyor, münasebetlerinde hep dışlayıcı bir tavır sergilemeye devam ediyorlardı.
Faruk Beyin iş yerindeki vaziyeti bu minval üzere devam ederken, annesi babası, “Oğlumuzun işi, aşı olduğuna göre, artık bundan sonra ona acil bir de eş gerekir” diyerek, kendilerince oğullarına uygun bir eş bulmanın çabasına girmişlerdi. Bu durumu Faruk’a açmak için uygun bir zamanı düşündüler.
Bir gün annesi, konuya girdi: “Oğlum, okulunu bitirdin, çok şükür işin de var. Bizler artık yaşlandık. Senin yaşın da geçiyor. Babanla da konuştuk, artık sana da bir eş, bir ev-bark lâzım. Hatta beğenirsen, sana uygun alternatif bir kaç kızı da bulduk. Beğendiklerimizin hepsi de tesettürlü, tahsilli, hizmet ehli kızlar. Sen de beğenirsen, onlardan birini sana isteyelim güzel oğlum, doktor oğlum ne dersin?”
Faruk daha önceden kararını vermiş olmalı ki, kesin ve kararlı bir ses tonuyla “Anneciğim, madem babamla beraber bu konuyu açtınız. Müsaadenizle ben de bununla ilgili isteğimi söyleyeyim. İnşallah beni hoş karşılarsınız. Evleneceğim kız, tahsilli, sosyal yönü kuvvetli olmalı, yani insanlarla iyi bir iletişimde bulunmalı. İşime, kariyerime herhangi bir zararı olmamalı...’’ deyince, babası hemen Faruk’un sözünü keserek ‘’Oğlum, kızın dininden, diyanetinden, ahlâkından, örtüsünden söz etmedin’’ dedi. Faruk; ‘’Baba, ne olur şimdilik onları karıştırmayın... Hatta alacağım kızın başı açık olmasını istiyorum. Sonrasını bana bırakın. İnşallah işlerim yoluna girerse her şey düzelir’’ dedi. Bu defa da annesi, oğlunun söylediklerine bir mânâ veremediğinden olacak ki, ‘’Oğlum, biz dindar bir aileyiz. Başı açık bir kıza nasıl razı olursun? Haydi bizi yok say... Senin dâvâ arkadaşların sana ne der? Bu konuda yanlış düşünüyorsun güzel oğlum...’’ diyerek sözünü bitirdi. Bunun üzerine Faruk da; ‘’Anneciğim, babacığım, sizi anlıyorum, kendi açınızdan haklısınız. Ama bir de beni düşünün. Çalıştığım ortamı bir düşünün. Normalde şu kıyafetimi, saçımı, sakalımı da yadırgıyorsunuz. Sevdiğim dostlar da beni bu konuda ayıplıyorlar. Ama düşünün ki ben daha yolun başındayım. Emellerim var, hayallerim var. Geleceğimi, mesleğimi, kariyerimi düşünmek zorundayım. Mesaî arkadaşlarım, amirlerim, beni, hanımımın dış görünüşüne göre değerlendirecekler. Ve bu insanların dindar görünümlü, örtülü insanlara, hiç mi hiç tahammülleri yok. Bunun için bana ve mesleğime, geleceğime bir zarar gelmesini herhalde siz de istemezsiniz’’ diyerek sözünü noktaladı.
Faruk’un bu sözlerini derin bir sessizlik ve hüzünle dinleyen anne ve babası, artık söyleyecek bir söz bulamadılar. İkisi de; “Peki oğlum, ne diyorsan öyle olsun” deyince; Faruk, “Anneciğim, aslında sizin bana bu teklifi getireceğinizi tahmin ediyordum. Onun için de, biraz önce size söylediğim şartları taşıyan, bana uygun bir kız ile tanıştım. Siz de uygun görüyorsanız onunla evlenmeyi düşünüyorum” deyince; anne de, baba da “Oğlum, sen uygun gördükten sonra bu mesele tamam demektir. Hemen düğün hazırlılarına başlayalım” dediler.
Faruk, düğünün nasıl yapılacağıyla ilgili olarak; “İzniniz olursa, düğünümüzün şöyle sade ve sessiz yapılmasını arzu ediyorum. Hatta cemaatten, akrabalardan kimseleri çağırmak istemiyorum. Sizler gelirseniz yeter. İşyerindeki arkadaşlarımı, amirlerimi davet etmek istiyorum” deyince, anne-babanın oğullarının bu isteğine karşı söyleyecekleri bir sözleri yoktu.
Kısa bir zamanda hazırlıklar tamamlandı, nikâh salonu tutuldu. Dost ve akrabalar çağrılmayınca, haliyle gelmemişlerdi. Fakat, hayret ki, Faruk beyin âmirleri ve mesaî arkadaşlarının da çoğu dâvete icabet etmemişlerdi. Anlaşılan, Faruk Beyin onlara yaranmak için yaptığı imaj değişiklikleri inandırıcı olmadığından, pek bir işe yaramamıştı.
Faruk Bey, evlilik döneminde de yine eskiden olduğu gibi, bu defa hanımıyla birlikte çağdaş, yürürlükteki sistemle barışık bir portre çizmenin gayretinde idi. Hanımına da gerekli tâlimâtları vermiş olmalı ki, evinde tam tesettürlü olduğu halde, dışarıya başı açık ve dekolte bir kıyafetle çıkmayı tercih ediyordu. Bu halini soranlara “Benim yüzümden beyime bir zarar gelmesini herhalde isteyemem” diye cevap veriyordu.
Gelin görün ki, Faruk Bey ve hanımı, belli bir ideolojinin saplantısı içinde olan insanlar nezdinde kabul görmek için, kudsî değerlerden verdikleri tavizlere rağmen, o insanlar tarafından devamlı potansiyel tehlike olarak görüldüler. Bunun için de sürekli dışlandılar.
Ve nihayet, beklenen geldi çattı. Nice hayallerle ve emellerle işe başlayan doktor Faruk’un tayini, terör tehlikesine maruz ve bir mahremiyet bölgesi olan güneydoğunun küçük bir ilçesine çıkmıştı. Böylece Faruk Beyin, kariyer sahibi olma, doçent, profesör olabilme hayalleri suya düşmüştü.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısmetimizi ararken |
|
İsmi mahfuz okuyucumuz:
*“Evlilik olayı tamamen nasip ve kısmet işi midir? İnsanın cüz’î ihtiyarı bunda ne kadar etkilidir? Kızlar sadece oturup beklemeli mi? Kız tarafı olarak ailenin yapabileceği nedir?”
Her şey tamamen nasip ve kısmet işidir. Fakat bu, cüz’î irademizi inkâr etmemiz ve yok saymamız mânâsına da gelmiyor. Bir şeyde her ikisini birden algılayabilmeliyiz. Nasip ve kısmet işi olan bir şey, genelde bizim cüz’î irademiz tarafından da tercih edilmiş olabiliyor. Ya da bizim cüz’î irademizle tercih ettiğimiz bir şey, genelde ve aynı zamanda nasip ve kısmetimiz de olabiliyor!
Bununla beraber, cüz’î irademizle seçmediğimiz bir şey bazen kısmetimiz de çıkmıyor değil. Ya da kimi zaman cüz’î irademiz başka bir hususta tercih bildirirken, bazen ummadığımız ve beklemediğimiz bir kapı başka bir cihetten açılmıyor değil!
Ne var ki bu tecellî yalnız evlilik tercihinde değil, her konuda ve her zaman söz konusu olmaktadır. Rabb-i Zülcelâl’imiz bunun için, “Belki sevmediğiniz şey, hakkınızda hayırlıdır. Bazen de sevdiğiniz bir şey sizin için şer olur. Allah her şeyi bilir, siz bilmezsiniz”1 buyurmakta ve dikkat nazarlarımızı kendi yüksek ve sonsuz ilmine ve iradesine çevirmektedir.
Yönelişlerimizde Allah’ın ilim ve iradesi hâkim olmasaydı, sayısız hatalardan kendimizi elbet koruyamayacaktık. Hep doğruyu ve hayırlı olanı mı seçtiğimizi sanıyoruz? Hiç, iyi diye seçtiğimiz, fakat başımıza belâ getiren birçok tercihimizi hatırlamıyor muyuz? Şer riskinden korunmak için, Allah’tan hep hayırlısını istemiyor muyuz?
Emin olmalıyız ki, bizim için nasip ve kısmet olan şey, hayırlı olan şeydir. Öbür seçenekler bize hayırlı değildir ki, nasip ve kısmet olmamıştır. Başkasına hayırlı olması, bize de hayırlı olacağı mânâsına gelmez. Biz bize özgü bir tecellî bekleriz ve buna liyakatimiz vardır. Cenâb-ı Hak da bize özel davranıyor. Başkasına verdiği şeyi bazen bizden bunun için esirgiyor. Çünkü bizim hayrımıza olan şey, o anda Allah’ın esirgemesindedir.
Nasip, Cenâb-ı Hakkın bir şeyi bizim için tensip buyurması, uygun görmesi ve onu takdir etmesidir. Kısmet de, Cenâb-ı Hakkın herkese kendi özel şartlarında, kendine lâzım olacak şeyleri, diğer sayısız seçeneklerden seçip ayırıp vermesidir. Her ikisi de Allah’ın tensip ve takdiri demektir.
Bizim cüz’î irademiz ise bir duâ mekanizmasıdır. Bir şeyi dilimizle duâ edip istediğimiz gibi, kalben de istediğimiz şeye yöneliriz. Cüz’î irade kalbin yönelişinden ibarettir ki, bir nev'î fiilî duâdır. Veya fiilî duâ başlangıcıdır. Fakat bu bir duâ olduğundan, yöneldiğimiz şeyin hayırlı olmasını ve hayırlı olması halinde ihsan edilmesini de isteriz. Aynı zamanda o yöne doğru adımlarımızı atarız, harekete geçeriz. Allah’tan hayır umarak doğru bildiğimiz yolda yürürüz. Eğer istediğimiz şey gerçekleşirse, bunun bizim için hayırlı olan bir takdir, nasip ve kısmet olduğuna hükmederiz.
Evleneceğimiz adayı tesbit ederken, izlememiz gereken yol da budur. Önce Allah’tan hep hayırlısını isteriz. Sonra bizim için hayırlı olabileceğini umduğumuz şahıslara ilgi duyarız. Ardından, ilgi duyduğumuz şahıslara haberci gönderip, “Allah’ın emriyle, Peygamber’in (asm) kavliyle” evlenmek niyetimizi açıklarız. Bu aşamaların hepsinde, bu teşebbüsümüzün bizim için hayırlı olmasını, bizi hayra yönlendirmesini Cenâb-ı Hak’tan hep isteriz. Hem isteriz, hem de teşebbüslerimize devam ederiz. Bir yerlerde bir olumsuzluk çıktığında, akl-ı selimle hareket edip çözmeye çalışırız. Olumsuzluklar artarsa, akl-ı selimi yine elden bırakmayız. Bu esnada etrafımıza ve çevremize de akıl danışırız, istişâre ederiz. Olumsuzlukları aşamaz, fakat bu tercihimizin bizim için hayırlı olacağını hâlâ umarsak; Allah’a dayanarak ve Allah’tan hayır bekleyerek çözüm üretmeye devam ederiz. Pes etmeyiz. Ümitsiz olmayız.
Fakat olmayacak duâya da “âmin!” demeyiz. “Hayırsızsa da bu olsun, hayırlıysa da bu olsun!” tarzında bir ısrar ile hayır duâmızı bulandırmayız. Hayır istemekten vazgeçmeyiz. İşimiz yolunda gitmediğinde her şeyin bittiği evhamına kapılmamıza gerek yoktur. Allah’ın bizim için bir hayır tercihi yaptığını düşünmeliyiz. Tevhid inancı bunu gerektirdiği gibi, huzur ve saadet de bundadır!
Evlilik meselesinde erkeğin daha özgür olduğunu, kızların özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünmek yanlıştır. Erkekler kadar kızlar da hayat arkadaşlarını seçmekte özgürdürler ve seçicidirler. Kızın veya kız tarafının da bir erkeğe talip olması söz konusu olabilir. Kız ailesi uygun gördüğü erkek tarafına yakın durabilir, haber gönderebilir. Bu ne ayıptır, ne de günahtır! Yeter ki, âdâb, erkân, ahlâk ve hayâ yok sayılmasın!
Sehl bin Sa’d (ra) bildirmiştir: Bir kadın geldi ve bir toplulukta kendisini Resûlullah’a arz etti. Dedi ki:
“Ya Resûlallah! Ben evlilik için kendimi size arz ediyorum. Nasıl isterseniz öyle yapın! İster kendiniz alın, ister başkasıyla evlendirin!”
Bunun üzerine topluluktan birisi kalkarak:
“Ya Resûlallah! Beni onunla evlendirin!” dedi.
Resûlullah da (asm):
“Öyleyse haydi git, araştır. Demir de olsa bir yüzük bul, getir!” buyurdu.
Adam gitti, fakat demir bir halka bile bulamadı. Bunun üzerine Resûlullah (asm):
“Kur’ân sûrelerinden ezberinde bir şey var mı?” buyurdu. Adam:
“Evet!” deyince, Resûl-i Ekrem (asm), ezberinde olan Kur’ân sûreleriyle adamı o kadınla evlendirdi.2
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi: 216. 2- Nesâî, Nikâh, 1, 69.
03.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|