Vücut sarayına yerleştirilen ve her birisi ayrı bir öneme ve özelliğe sahip olan azalarımızdan birisi de, göz nimetidir. Bediüzzaman Hazretleri'nin ifadesiyle göz, "ruhun penceresidir". Kalp tahtında oturan ruh sultanı, bu pencereden dışarıya bakar, teneffüs eder, hayatı ve kâinatı buradan seyrederek lezzet alır. Hayat böylece bir anlam kazanır. İnsan, eşref-i mahlukat olarak yaratıldığını anlar, dünyanın halifesi olduğunu idrak eder. Bunların gerçekleşmesi için de gözün "bakar" olması yetmez, "basar" olması gerekir.
Bir insan ağaca bakar da, onu bir odun olarak görür, çiçeğindeki zerafetine, yaprağındaki letafetine, meyvesindeki hikmetine dikkat etmezse, o insan "bakar" insandır. Bir kelebeğe baktığında, onu bir böcek olarak görür, gövdesindeki sanatı, kanatlarındaki nakışları, gözlerindeki bakışları görmezse, o da sadece bakmış olur.
Nasıl ki okumaktan maksat anlamak, dinlemekten maksat duymaksa, bakmaktan maksat da görmektir. Kör dediğimiz görme özürlü gözler de bakar ama bir şey göremezler. Zira onların göz pencerelerine perde çekilmiştir. Işıktan mahrum oldukları için baktıklarını göremezler. Lâkin, hiçbir özrü ve engeli olmadığı halde göremeyenler var ki, bunlara "kör" demek de yetmez, belki "nankör" demek lâzım. Bunların özrü, göz körlüğü değil, gönül körlüğüdür, kalp körlüğüdür.
Gözün körlüğü insanın elinde değildir. Ya doğuştan veya da sonradan bir hastalık sonucu insan gözünü kaybedebilir. Cenâb-ı Hak hikmetinin ve imtihan sırrının gereği olarak bazı insanların göz penceresine perde çekebilir. Bunlar görmemekten dolayı mazurdur. Onlara "Niçin görmüyorsun?" denilmez. Veya yolda yürürken görme özürlü birisi size çarpsa, "Görmüyor musun kardeşim?" demezsiniz. Ama gören bir insan, size çarparak geçer, bir de sizi çamura düşürürse, "Kör müsün be adam?" diyecek kadar sinirlenirsiniz. Zira onun bu davranışı görme özründen değil, dikkatsizliğinden ve patavatsızlığındandır.
Kalp ve gönül körlüğü de insanın kendi kusurlarından kaynaklanır. İnsan kendi iradesi ile günahı tercih eder, kalbindeki ışığı söndürür, gönül gözüne perde çeker. Böyleleri bakarlar, fakat göremezler. Kâinattaki san'atı, hikmeti ve bunlara hükmeden kudreti fark edemezler. Gaflet ve dalâlet içinde, "körü körüne" ömürlerini tüketirler. Onların halini şu âyet izah ve ifade etmektedir: "Doğrusu gözler kör olmaz fakat göğüslerdeki kalpler körleşir" (Hac Sûresi: 46)
Gönül gözünü kör eden çeşitli hastalıklar vardır. Bunların başlıcaları, inat, haset, kin, nefret, enaniyet, asabiyet, fâni muhabbet, kibir, gurur, servet, şöhret ve şehvet tutkusu gibi hastalıklardır. Husûmette ve muhabbette de bir ölçü olmazsa, yine şiddetli bir körlük meydana gelir. Husûmet nazarıyla bakan insan meziyetleri görmez, sadece muhabbet nazarıyla bakan da kusurları göremez. İmam-ı Gazalî, "Mübalâğa gözü ile bakan, sevdiğinde kusur, sevmediğinde meziyet görmez" diyor.
Bir de her şeyi akıl gözü ile görmek isteyenler var ki, her şeyi maddeden ibaret zannettiklerinden, mânâ âlemini göremezler. Atomun yapısındaki tekniğe, hava zerresindeki kabiliyete, güneş sistemindeki mükemmelliğe hayran olurlar ama, bunun ustasını, san'atkârını, sahibini düşünmezler. Perde arkasındaki kudret elini görmezler. Bediüzzaman Hazretleri bunlar için de mükemmel bir tesbitte bulunuyor: "Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir, göz ise maneviyâtta kördür".
Demek bu kâinat da, içindeki mevcudat da, hem ten penceresinden, hem de can penceresinden görebilenler içindir. Görmeyenler ve görmek istemeyenler için hayatın da, kâinatın da bir anlamı yoktur. Atasözünde ne güzel ifade edilmiş: "Görenedir görene, köre nedir, köre ne?"
27.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|