Gözlerinin keskinliği ile övünen akbaba, çaylağa şöyle seslenir: "Benim kadar gözleri keskin bir kuş daha yoktur. Çok uzak mesafelerdeki çok küçük yemleri dahi görürüm" der. Çaylak da, "İspat et öyleyse" deyince, birlikte havalanırlar. Yüksek mesafelerden uçarken akbaba, "Şu ovanın ortasında bir buğday tanesi görüyorum, bak şimdi onu kapıp geleceğim" diyerek, aşağı doğru süzülür. Buğday tanesini almak için konduğunda, ayağına bir ilmiğin geçtiğinden haberi yoktur. Tekrar havalanmak isteyince, ayağından aşağıya doğru çekildiğini fark eder. Akbaba, çocukların kurduğu bir tuzağa yakalanmıştır. Kurtulmak için kanat çırpıp çığlık atarken, üzerinden geçen çaylak şöyle seslenir: "Hey, dostum, uzağı görüyorsun ama tuzağı göremiyorsun."
Çok uzakları görmek marifet değildir. Marifet, hayat yolu üzerindeki tuzakları fark edip, onları boşa çıkarmaktır. Aklının keskinliği ve ilminin yüksekliği ile övünen nice insanlar var ki, gözlerinin önündeki tuzakları göremezler. Hatta, ayaklarına dolanan ilmiklerin bile farkına varamazlar. Uzaklaşmak için hamle yaptıklarında yere kapaklanınca tuzağa düştüklerini anlarlar ama, çok defa da iş işten geçmiş olur.
Dünya hayatı, tuzaklarla dolu bir yola benzer. Attığımız her adımda, ayağımızın bir ilmiğe takılma ihtimali vardır. İnsan aklı ne kadar keskin, ilmi de ne kadar yüksek olursa olsun, bunlarla her tuzağı görüp her tedbiri alamaz. Çünkü akıl, cüz'î iradenin eline verilmiş bir el feneridir. Işığı pek az, istidâdı pek kısadır. Akıl fenerine güvenerek, uzun, ince, karanlık ve karmaşık olan hayat yolunda, emniyetle yol almak mümkün değildir. Küllî bir iradenin güneş gibi parlak olan ışığı ile yolunu aydınlatmayanlar, her an bir vartaya düşme korkusu içinde yol almak zorunda kalırlar. Önlerine çıkan her engelden korkar, her hâdiseden titrerler. Bundan kurtulmak için kendisini sarhoşluğa vuranlar ise, sarhoşluğun zehirli bir bal olduğunu çabuk fark ederler. Çaresizlik sancısı ile kıvranırken, çok güvendikleri akılları ve ilimleri, onları bu azaptan kurtaramaz.
Hayat yolu üzerindeki tuzakların en tehlikeli olanları, nefis ve şeytanın kurduğu gaflet ve dalâlet tuzaklarıdır. İnsan dünya nimetlerinden istifade edip hayatını yaşarken, şeytan kendisine yol arkadaşı olur, o hayatı veren, nimetleri önüne seren Rabbini unutturur. Sahip olduğu nimetleri kendi aklı ve gayreti ile kazandığını telkin eder. Nefis de, ebedî dünyada kalacakmış gibi insanı dünyaya çağırır. Ölüm ve ötesini hiç hatıra getirmez. İşte bu telkinlere kanan ve hayatını ebedî sanan insan, tuzakların en büyüğüne yakalanmış demektir. Bir gün ecel, ensesinden yakalayıp, "Dünyadaki yolculuğun sona erdi, haydi bakalım hayatının hesabını vermeye" dediği zaman, nasıl bir tuzağa düşürüldüğünü fark eder. Ondan sonra da, "Eyvah, aldandık, şu hayat-ı dünyevîyeyi sabit zannettik. O zan sebebi ile bütün bütün zâyî ettik" diyerek çırpınması da bir işe yaramayacaktır.
Sadece aklına ve ilmine güvenen, uzak görüşlü ve vizyon sahibi olmakla övünen insan, ileriye dönük planlar yaparken, önündeki tuzakları da göremiyorsa, hikâyede geçen akbabadan farksız bir duruma düşer. Planlarını sadece bu dünya ile sınırlı tutmayan, yolculuğun kabirden sonra da devam edeceğini düşünüp ona göre kendisini hazırlayan insan, gerçekten uzak görüşlüdür. Çok cüz'î bir kâbiliyeti olan, akıl ve iradesinin ışığına itimat etmekle yetinmeyip, kabirden sonrasını da aydınlatacak olan iman nurundan istifade eden insan, hem uzağı hem de tuzağı gören, feraset ve basiret sahibi insandır.
19.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|