Miladî yılımız 2008 ve kapımızı çalan Hicrî yılımız 1429 insanlık ve İslâm âlemine hayırlı olsun. Şimdi bir yılı daha geride bırakmanın telâşı içinde muhasebeler yapılıyor. İnsanlar, devletler, hükümetler, cemaat ve cemiyetler, şahsî ve tüzel kişilikler ve hakeza..
***
Bizim de derin bir muhasebeye ihtiyacımız var.
Kur'ân-ı Azimüşşan'ın en son mucize-i maneviyesi, dertlerimizin devası, hastalıklarımızın tabibi ve belaların dafii olduğuna inandığımız "Risâle-i Nur" yoluyla imana ve Kur'an'a, Müslümanların birlik ve beraberliğine, insanlığın kurtuluşuna, en başta da kendi nefislerimizin ıslahına çalışmak maksadıyla Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ikramıyla en büyük bir davanın, en mukaddes bir mesleğin takipçileri, "kâmil bir şahs-ı manevinin azaları ve Ümmet-i Muhammed'i (asm) sahil-i selamete çıkaracak olan bir gemide çalışan hademeler" olarak bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Çoğumuzun evvelce birbirlerini tanımadıkları, önceden tanışanların da bu mânâda, yani Risâle-i Nur'un aşıladığı muhabbet ve uhuvvet tarzında tanışıp kaynaşmadıkları halde; şimdi tam bir tesanüd, hakiki bir uhuvvet, halis bir muhabbet bağlarıyla kaynaştığımız, öncesinden tasavvur bile edemeyeceğimiz güzellik ve ahenk içerisinde süren beraberliğimizin hiç sarsıntıya uğratmadan, gittikçe kuvvetlenerek devamının temini için ve önümüzde bizi bekleyen daha geniş çaplı faaliyetleri omuzlayabilecek kapasite ve kaliteye ulaşabilmemiz için, şimdiden bazı hususların irdelenmesi, masaya yatırılması ve neşter vurulması gerekmektedir.
***
Muazzez Üstadımız bile "lâyuhtî" olmadığını söylediğine göre; "erkanlar" dediği talebeleri bile bugün kaderin fetvasıyla farklı kulvarlarda seyrettiklerine göre; içimizden hiç biri, kendi şahsî marifet ve kemalatına güvenerek kendisini garantiye alamaz. Ve yine içimizden hiç biri, mazisindeki nur hizmetlerine, Risâle-i Nur'daki kıdemine, ve yine kendisi için haddizatında bir imtihan unsuru olan ve hasbelkader taşıdığı ünvanına ve yine içimizden hiç biri, tamamen bir lütûf ve ihsan-ı ilahi olan, Nurlarla en evvel tanışıp buluşma keyfiyetini; Üstadımızın "iktiran" tabir ettiği "iki nimetin bir arada gelmesi" hakikatını düşünmeden; diğerlerine nisbeten daha önce kavuştuğu hakikatleri başkalarına da tebliğ etmesinden hasıl olan güzel neticeleri ve güzel tesiri kendisinden vehmederek, kendisini, sonradan gelenlerin öncüsü, pîri, lideri ve önderi kabul etme bedbahtlığına düşemez. O zaman Üstadımızın 18. Sözde kendi nefsine hitaben söyledigi hakikat; böyle bedbaht ve bedbahtların enselerine tokat gibi iner de, maazallah "ihlâs" kulesinin başından düşme tehlikesine maruz kalabilir...
***
İhsan-ı İlahi olarak, elimizde bulunan hakikatları gösterip satmak yerine, onları basamak yapıp kendimizi mi satmaya çalışıyoruz?
Tam bu noktada Üstadımızın, Mustafa Osman hakkında söylediği su söze kulak verelim: "...Mustafa Osman, hakikaten az bir zamanda çok ehemmiyetli bir iş görmesinden, birinci saftaki haslar içine girmeye hak kazanmış. Demek ihlâsı tamdır ki, az bir zamanda çok zaman işini gördü. Cenab-ı Hak onun emsalini o havalide çoğaltsın ve selamet versin."
Yine İhlas Risalesindeki, ihlassızlıkla neleri kaybedeceğimize dair azîm tehdidi hatırlayalım.
***
Aklımızı, kalbimizi ve bütün letaif ve duygularımızı sadece ve sadece Risâle-i Nurlara açık tutarak, o Kur'an sofrasından âzamî derecede istifadeye azamî ehemmiyet verelim.
Mevcut istifade seviyemizi iki üç katına çıkaralım. Bunu söylerken sadece cemaate ders okumak noktası kastedilmiyor. Cemaate ders okumak, başlı başına bir fazilet değildir. Okuyanların; dinleyenler üzerinde bir tefevvuku, bir imtiyazı olamaz. Olur zannyla o kürsüye talip olan kişi, daha baştan kaybeder, ihlası zedelenir, hüsn-ü tesir zail olur. Hem Üstadımız, dinleyenin okuyandan daha çok anlayacağını buyuruyor.
Ama buna rağmen hepimiz beşeriz ve nefis taşıyoruz. Biribirimizi nefis ve şeytanın hilelerinden kurtarmak istiyorsak, "ene"nin kabarmasına, içimizden birilerinin kendilerini bir "şey" zannetmelerine, âlim, hatip ve müderris pozisyonlarına ve havalarına girmelerine mâni olarak onlara yardım etmek istiyorsak, ne olursunuz geliniz her birimiz yekdiğerlerine ders okuyabilecek duruma gelelim. İşi, bir-iki kişiye münhasır bırakmayalım.
Tesanüdümüzü, görüşüp buluşmalarımızı, bir araya gelmelerimizi, kardeşâne sohbetlerimizi, ailevî ziyaretlerimizi arttıralım.
Evet, geliniz, sadeliği, tevazuu ; acz, fakr, şefkat ve tefekkür düsturlarını rehber edinerek, muhabbet fedaileri olarak bu ümmetin içine dalalım, onlarla oturup, onlarla kalkalım. Risâle-i Nurların bize bahşettiği îman ve fazilet nimetlerini kendimize bir "paye"ymiş gibi algılayıp kendimizi onlara göstermeye, kendimizi onlara beğendirmeye kalkışmayalım.
Vesselam...
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|