|
|
Mikail YAPRAK |
Yeni bir yıla giderken derin bir muhasebe |
|
Miladî yılımız 2008 ve kapımızı çalan Hicrî yılımız 1429 insanlık ve İslâm âlemine hayırlı olsun. Şimdi bir yılı daha geride bırakmanın telâşı içinde muhasebeler yapılıyor. İnsanlar, devletler, hükümetler, cemaat ve cemiyetler, şahsî ve tüzel kişilikler ve hakeza..
***
Bizim de derin bir muhasebeye ihtiyacımız var.
Kur'ân-ı Azimüşşan'ın en son mucize-i maneviyesi, dertlerimizin devası, hastalıklarımızın tabibi ve belaların dafii olduğuna inandığımız "Risâle-i Nur" yoluyla imana ve Kur'an'a, Müslümanların birlik ve beraberliğine, insanlığın kurtuluşuna, en başta da kendi nefislerimizin ıslahına çalışmak maksadıyla Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ikramıyla en büyük bir davanın, en mukaddes bir mesleğin takipçileri, "kâmil bir şahs-ı manevinin azaları ve Ümmet-i Muhammed'i (asm) sahil-i selamete çıkaracak olan bir gemide çalışan hademeler" olarak bir araya gelmiş bulunuyoruz.
Çoğumuzun evvelce birbirlerini tanımadıkları, önceden tanışanların da bu mânâda, yani Risâle-i Nur'un aşıladığı muhabbet ve uhuvvet tarzında tanışıp kaynaşmadıkları halde; şimdi tam bir tesanüd, hakiki bir uhuvvet, halis bir muhabbet bağlarıyla kaynaştığımız, öncesinden tasavvur bile edemeyeceğimiz güzellik ve ahenk içerisinde süren beraberliğimizin hiç sarsıntıya uğratmadan, gittikçe kuvvetlenerek devamının temini için ve önümüzde bizi bekleyen daha geniş çaplı faaliyetleri omuzlayabilecek kapasite ve kaliteye ulaşabilmemiz için, şimdiden bazı hususların irdelenmesi, masaya yatırılması ve neşter vurulması gerekmektedir.
***
Muazzez Üstadımız bile "lâyuhtî" olmadığını söylediğine göre; "erkanlar" dediği talebeleri bile bugün kaderin fetvasıyla farklı kulvarlarda seyrettiklerine göre; içimizden hiç biri, kendi şahsî marifet ve kemalatına güvenerek kendisini garantiye alamaz. Ve yine içimizden hiç biri, mazisindeki nur hizmetlerine, Risâle-i Nur'daki kıdemine, ve yine kendisi için haddizatında bir imtihan unsuru olan ve hasbelkader taşıdığı ünvanına ve yine içimizden hiç biri, tamamen bir lütûf ve ihsan-ı ilahi olan, Nurlarla en evvel tanışıp buluşma keyfiyetini; Üstadımızın "iktiran" tabir ettiği "iki nimetin bir arada gelmesi" hakikatını düşünmeden; diğerlerine nisbeten daha önce kavuştuğu hakikatleri başkalarına da tebliğ etmesinden hasıl olan güzel neticeleri ve güzel tesiri kendisinden vehmederek, kendisini, sonradan gelenlerin öncüsü, pîri, lideri ve önderi kabul etme bedbahtlığına düşemez. O zaman Üstadımızın 18. Sözde kendi nefsine hitaben söyledigi hakikat; böyle bedbaht ve bedbahtların enselerine tokat gibi iner de, maazallah "ihlâs" kulesinin başından düşme tehlikesine maruz kalabilir...
***
İhsan-ı İlahi olarak, elimizde bulunan hakikatları gösterip satmak yerine, onları basamak yapıp kendimizi mi satmaya çalışıyoruz?
Tam bu noktada Üstadımızın, Mustafa Osman hakkında söylediği su söze kulak verelim: "...Mustafa Osman, hakikaten az bir zamanda çok ehemmiyetli bir iş görmesinden, birinci saftaki haslar içine girmeye hak kazanmış. Demek ihlâsı tamdır ki, az bir zamanda çok zaman işini gördü. Cenab-ı Hak onun emsalini o havalide çoğaltsın ve selamet versin."
Yine İhlas Risalesindeki, ihlassızlıkla neleri kaybedeceğimize dair azîm tehdidi hatırlayalım.
***
Aklımızı, kalbimizi ve bütün letaif ve duygularımızı sadece ve sadece Risâle-i Nurlara açık tutarak, o Kur'an sofrasından âzamî derecede istifadeye azamî ehemmiyet verelim.
Mevcut istifade seviyemizi iki üç katına çıkaralım. Bunu söylerken sadece cemaate ders okumak noktası kastedilmiyor. Cemaate ders okumak, başlı başına bir fazilet değildir. Okuyanların; dinleyenler üzerinde bir tefevvuku, bir imtiyazı olamaz. Olur zannyla o kürsüye talip olan kişi, daha baştan kaybeder, ihlası zedelenir, hüsn-ü tesir zail olur. Hem Üstadımız, dinleyenin okuyandan daha çok anlayacağını buyuruyor.
Ama buna rağmen hepimiz beşeriz ve nefis taşıyoruz. Biribirimizi nefis ve şeytanın hilelerinden kurtarmak istiyorsak, "ene"nin kabarmasına, içimizden birilerinin kendilerini bir "şey" zannetmelerine, âlim, hatip ve müderris pozisyonlarına ve havalarına girmelerine mâni olarak onlara yardım etmek istiyorsak, ne olursunuz geliniz her birimiz yekdiğerlerine ders okuyabilecek duruma gelelim. İşi, bir-iki kişiye münhasır bırakmayalım.
Tesanüdümüzü, görüşüp buluşmalarımızı, bir araya gelmelerimizi, kardeşâne sohbetlerimizi, ailevî ziyaretlerimizi arttıralım.
Evet, geliniz, sadeliği, tevazuu ; acz, fakr, şefkat ve tefekkür düsturlarını rehber edinerek, muhabbet fedaileri olarak bu ümmetin içine dalalım, onlarla oturup, onlarla kalkalım. Risâle-i Nurların bize bahşettiği îman ve fazilet nimetlerini kendimize bir "paye"ymiş gibi algılayıp kendimizi onlara göstermeye, kendimizi onlara beğendirmeye kalkışmayalım.
Vesselam...
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Bazı konular hikâye gibidir Saygıdeğer Okuyucular!
Gerçek ve masal.
Bunlar:
Birbirine karışır bazen.
Söz gelimi bir çay kaşığında yüzden fazla pirinç olduğunu söylesem inanır mısınız?!
Bir çay kaşığında, yüz pirinç!
Yemek kaşığı değil.
Tatlı kaşığı da değil.
Çay kaşığı; pişmemiş 100 adetten ve hatta kırıklı pirinç ise 120 adetten fazla alabiliyor!
***
"Hadi canım sen de.!" diyorsanız eğer:
Halep orada ise arşın burada!
Yengeler. beylerine.
Baylar, eşlerine.
Çocuklar, anne ve babalarına; işi iddia oyunlarına çevirmeden bir kilo baklava karşılığı bu sayma işini yaptırabilirler.
***
Ancak bu günkü yazımızın konusu maalesef bu kadar eğlenceli değil!
Bakın size bir hikâye:
Amerika'da bir bilim kuruluşu kalkıp
Türkiye üzerine oynanacak senaryoları tek tek sıralıyor!
Hem de birkaç zaman önce..
Söylenen meş'um ve lânetlenesi oyunların bir kısmı yine tek tek çıkıyor maalesef.
Asıl önemli ayrıntı şurada:
Bu tür Amerikan kuruluşların başında sapkın kişiler bulunabiliyor.
Bunlar arasında Fırat ve Dicle'nin arası İsrail'in olmadan -sözüm ona- kıyametin kopmayacağına inanan insanlar olduğu da söyleniyor!
Çatırdayıp duran Filistin'in hâli gözlerimizin önüne gelsin lütfen..
Kim bir gün Saddam ve Irak'ın bu hâle geleceğini ve Amerika'nın buraları bu "rezîl istilâ" ile mahvedeceğini tahmin ederdi?!
Bakın bizi nasıl da her şeye alıştırmışlar!
Bu kafa ile yarın İran bombalanırsa bu da normal karşılanacak ve:
Ve:
Bir maalesef daha; sıra Ülkemize gelecek.
Olmaz olmaz demeyin; bir çay kaşığı en az 100 pirinç alıyor buna inanın ne olur!
***
Güçleri yeterse tâbi!
Çünkü yukarıdaki kuruluşlarda Türkiye'nin Hitit ve Truvalılar gibi artık sıradan ve güçsüz bir ülke olduğu da tartışılırmış!
Boyunları altında kalsın e mi?!
Biz onlarla; Hitit ve Truvalılar ile aynı mıyız?
Bir kere bizim gibi 1000 senedir bu topraklarda yaşayan ve adalet dağıtan bir ülke;
Roma ve Bizans dahil hiç olmamış!
Şimdi de Roma ve Bizans'ın yani hâlâ kaldı ise Hz. İsa'nın iyi çocuklarına sesleniyoruz:
Medeniyetler tartışıp birbirlerini yok etsinler diye mi, yoksa yeryüzünde farklı ama insan gibi yaşayabilmeleri için mi yaratıldılar.
Ya da Allah kâinatı yaratırken veya yıkacağı zaman, neyin nasıl olması gerektiğine karar verdiğinde; -tenzîh ederiz- kuş beyinli cahil yaratıklara mı soracaktı?
Türk Milleti dikkat etmeli!
Son birkaç viraj kaldı.
Aman aman başkaları zaten bizi yutmaya
hazır..
Bir de biz birbirimizi yemeyelim.
Lütfeeeeeeeeeen.!
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Tonkin'den Hürmüz'e |
|
2007 sonlarında Amerikan istihbarat teşkilâtlarının İran'la alâkalı müştereken yayınladıkları istihbarat raporu, 2003 yılından itibaren İran'ın nükleer silâhlar üretmek için faaliyete geçirdiği nükleer programını askıya aldığını ve durdurduğunu ortaya koyuyordu. Gerçekten de raporun ortaya koyduğu veriler doğru mu? Olsa bile neden Amerikalılar bunu nazara verdiler? Kaldı ki, Irak 1992 yılından beri kitle imha silâhlarıyla ilgili programlarını durdurmuş olmasına rağmen 2002 ve 2003 yılında yalan ve bühtanla, Irak'ın, olmayan kitle imha silâhları var gösterildi. Bu hususta CIA gibi kurumlar da manipüle edildi.
Gerçekten de İranlılar silâh üretmeyi planladıkları nükleer programı durdurmuşlar mıydı? Bush masaya koydukları savaş seçeneği sayesinde İran'ın bu programını askıya aldığını ifade etmiştir. Bu doğru, ama açıklama tam dört yıl gecikmeli geldi. Neden? Aslında İranlılar 2003 yılında ABD ile cevheri ve temel meseleleri kapsayan bir anlaşma ve mutabakata varmak istiyordu. Afganistan ve Irak'ın işgalinden ve hava bombardımanlarından ürkmüşler ve gardlarını almak istiyorlardı. Amerikalılar ise güçlü pozisyonda buna gerek duymadılar. İran ise pazarlık ve mutabakat olmayınca bir taraftan Amerikalılarla muvazi ve paralel ilişkiler içine girip onları memnun ederken diğer taraftan da el altından muhalefet etti ve direnişçilere destek çıktı. Raporun yayınlandığı sırada ise bu desteğini en asgari sınırlara indirmişti. Bu aynı zamanda işgalden beri direnişin en sönük geçtiği devreye tekabül ediyordu. Ama aynen Saddam'ın 1991 yılında Kuveyt'ten atılmasından sonra Amerikan işgaline meydan vermemek için yaptığını yani kitle imha silâhlarını üretmeyi durdurmasını onlar da Irak'ın işgalinden sonra aynı sebeple yaptılar. Ama Amerikalılar bunu dillendirmediler.
İran Irak'a nazaran kolay yutulur bir lokma değildi. Ayrıca neoconlar süreç içinde etkisiz hale gelmişler ve İran'ın vurulması konusunda ekip içinde Cheney, neredeyse tek kalmıştı. 2003 yılında Irak'ın işgaline karşı çıkan Scowcroft ve Baker ismine yakın isimlerden Rice ve Gates gibi yönetimin önemli isimleri diplomatik seçeneğe öncelik veriyorlardı. İranlılar da Afganistan ve Irak'ta bataklığa saplanmış bir ABD'nin kendilerini vuramayacağını hesaplıyorlardı. En azından iktidardaki Ahmedinejad'ın hesabı veya beklentisi buydu. Bu süreçte İran'la alâkalı Amerikan istihbarat raporu Nejad kanadını doğrulayan bir gelişme oldu.
***
Ama yine de ABD-İran ilişkileri sürprizlere açık ilişkilerdi. İlişkiler her an alabora olabilirdi. Bir kışkırtma ve kıvılcım iki ülkeyi savaşın içine çekebilirdi. Esasen normal yollarla savaştan ümidini kesen Cheney ekibinin böyle bir fırsat ve sürpriz aradığı da ileri sürülüyordu. ABD'nin İran'a yönelik iki kırmızı çizgisi vardı. Atom bombası imal etmeye yönelik nükleer program ve Hürmüz Boğazı ve petrol güzergâhlarının tehdit edilmesi. Cheney bölgeyi ziyareti sırasında bu iki unsuru bilhassa dile getirmişti. Takvimler 8 Ocak 2008'i gösterirken Bush'un beklenen bölge ziyareti de başladı. Bu ziyaret sırasında Bush ile Yahudi devletinin liderleri Amerikan istihbarat teşkilâtlarının İran nükleer raporunu da ele alacaklardı. Derken sürpriz bir gelişme oldu. Şattu'l Arap'ta İngiliz botlarına düzenlenen saldırıya benzer bir saldırının veya daha doğrusu o aşamaya gelmeyen bir tacizin bu defa da Hürmüz Boğazı'nda Amerikan gemilerine karşı girişildiği ileri sürüldü. Ne olduğu da pek anlaşılamadı.
Burada iki ihtimal var. Bu ihtimallerden birisi, Bush'un gezisi sırasında ABD'nin istihbarat raporundan sonra bu ülkenin İran'a saldırma ihtimalini yok farz eden İran yönetiminin Şattu'l Arap'ta İngiliz deniz piyadelerine yaptığı gibi Amerikan gemilerini taciz ederek puan toplama girişimi. Bir gösterisi. Bu birinci ihtimal.
***
Birinci ihtimali İran reddediyor ve Pentagon'un yayınlamış olduğu çekim bandını düzmece ve hileli olarak nitelendiriyor. O zaman ikinci ihtimal yani Amerikalıların İran'la bir sürtüşme üzerinden savaş arama ihtimalleri devreye giriyor. Bu da bizi Vietnam Savaşı senaryosuna götürür. Zira bilindiği gibi Tonkin Körfezi'nde Amerikan bandıralı gemilerin Vietnamlıların saldırısına uğradığı ve hatta batırıldığı söylenmiş ve bu da savaş gerekçesi yapılmıştı. Hürmüz'de de böyle bir ihtimal neden gerçekleşmesin?
İran, gemilerden bilgi istendiğini, ama taciz vakası yaşanmadığını ve hele hele "Sizi batıracağız" şeklinde bir konuşmanın hiç geçmediğini söylüyorlar. Bush sözkonusu eylemi kışkırtma olarak nitelendirmiştir. Böyle bir eylem üzerinden İran'a Hürmüz'de üstünlük sağlamak istenmiş de olabilir. Ertesi günü, El Ahram gazetesinin Bush ziyaretiyle alâkalı bir değerlendirmesi şuydu: "İran'ı muhasara etme ve kuşatma ziyareti"...
İran basını bu ziyaretin Amerikan halkına mesaj niteliği taşıdığını söylemişti. Ama ziyaretin iki amacı olduğu sanılıyor. Filistin'de 'dünya devleti'nin güdümündeki Selam Feyyaz hükümetine destek ve İran üzerinden bir kutuplaşma ve bölge ülkelerini kanatlarının arasına alma çabası.
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Her müzeye bir mescid |
|
"İhtiyaçtan fazla cami var, her yer cami doldu" denilen bir ülkede, "Her müzeye bir mescid!" talebini dile getirmeyi garip karşılayanlar olabilir; ama böyle bir ihtiyaç olduğuna göre ifade etmek de gerekiyor.
Dinî kavramlar, medyanın gündeminden hiç düşmüyor. Gün geçmiyor ki gazete ya da televizyonlarda; namaz, tesettür, cami, mescid ve benzeri konulardan biriyle ilgili haber yer almasın. Ancak bu haberlerin bir kısmı 'yalan, yanlış ya da eksik bilgi'ye dayanıyor.
Hürriyet'de yer alan bir 'okuyucu mektubu'nda, 'lavabolarda abdest alan kızlar'dan şikâyet ediliyordu. İstanbul'daki Sakıp Sabancı Müzesinde açılan bir 'resim sergisi'ni ziyaret eden 'okuyucu,' tuvalette karşılaştığı kızların lavaboda abdest almasına tepki göstermiş ve "Burası bu iş için uygun bir yer değil" demiş. Cevap olarak da, "Başka yer yok, n'apim!" cevabını almış. (9 Ocak 2008)
Abdest alanlara itiraz eden "okuyucu," "Ellerimi hijyenik olmayan bir ortamda yıkamak zorunda kalmam bana haksızlık!" demiş. Bununla iktifa etse neyse, alışıldığı üzere 'fetva' da vermiş: "Ayrıca dinimizde şartlar el vermiyorsa abdest almadan namaz kılmak da mümkün. (...) Yani her yerde bir mescid olması mı gerekiyor?" (agg.)
"Ha, bunu bileydin!" demek en iyisi. Tabiî ki; ihtiyaç duyulan her yerde ('her yer'e; ihtiyaç duyulan 'heryer' dahildir) cami ya da mescid açılması lâzım. Tabiî ki uygun şekilde abdest alabilmek için 'şadırvan' ile birlikte! (Adının 'mescid ya da cami' olması da gerekmiyor. Rahatça ibadet edilebilecek herhangi bir mekân bunun için yeterlidir.)
"Hijyen" sebebiyle itiraz edilmesi mümkündür, ancak buradaki 'suç'u; o lavabolarda abdest alanlarda aramamak lâzım. Zaten abdest alanlar güzelce ifade etmiş: "Başka yer yok, n'apim!" Yani orada ya da benzeri yerlerde abdest almak mecburiyetinde kalanlar da bu işten memnun değiller, ama başka yer yok, imkân yok, fırsat yok! Benzer şekilde biz de zaman zaman 'hijyen' olmayan 'otel lavaboları'nda abdest almak mecburiyetinde kalıyoruz. Niçin? Çünkü 'başka yer yok.' Gerek otellerimiz ve gerek 'müze'lerimiz ve gerekse alış veriş merkezlerimiz, insanlarımızın ihtiyaçlarına göre dizayn edilmemiş. Yani, otellerde ya da alışveriş merkezlerinde; ya da bu örnekte olduğu gibi bir müzemizde hijyene uygun şekilde abdest alma yeri var idi de, namaz kılanlar 'kasıtlı olarak' lavaboda mı abdest aldılar?
Bu konularda 'sempati' duyamayanlar en azından 'empati' kurabilmelidirler. 'Hijyen' lavabolarda el yıkamak onların hakkı ise ki hakkıdır, aynı şekilde 'hijyen şadırvanlar'da abdest almak da; ezanda kulağı olanların hakkıdır.
Çok yanlış olan değerlendirme, 'lavabo'larda abdest alanların bunu gösteriş için yaptığı şeklindeki değerlendirmedir. Ya Hu, daha kolay 'gösteri yapma' yolları varken, insanlar niçin 'az görünen' ve 'zahmetli' yolları seçsin ki? 'Lavabo'larda değil de, müze bahçesinde abdest alınmış olsa belki böyle bir 'itham'ın anlamı olabilir...
Lüften, yanlış bilgilerle mütedeyyin insanları incitmeyelim. Önce; ihtiyaç duyulan her yerde cami, mescid ya da hijyen şartlarına uygun 'şadırvan/lavabo' açalım, sonra kelâm edelim...
Her okula, her müzeye, her alışveriş merkezine bir mescit ve 'şadırvan' açılmasıyla ihtiyaç karşılabilir...
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
"İşbirliği"nin bedeli |
|
Başbakan Erdoğan'ın ziyaretinin üzerinden henüz iki ay geçmişken Cumhurbaşkanı Gül'ün, Bush'tan sonraki başkanı beklemeyip seçim sürecine giren Amerika ziyaretinin "anlamı" Washinton-Ankara hattında tartışılıyor.
Beyaz Saray'ın bahçesinde Bush'un yanında durup bütün dünyaya "ABD ile ortak vizyonlarımız ve ortak çalışmalarımız var" diye konuşan Gül'ün, "ilişkilerimiz, bölgesel ve küresel barışa çok katkı yapmaktadır" ifâdesinin anlamı nedir?
Gerçekten Gül'ün ifâdesiyle, "iki ülke arasındaki ilişkilerin çok daha ötesinde giderek güçlenen ilişkiler" nedir ki, bu denli hararetle vurgu yapıyor?
Her ne kadar başta Amerikan yönetimine yakın Washington Post'un yazarları olmak üzere Amerikan basını, bu ziyareti "Gül - Erdoğan yarışı" olarak lanse edip "tabii ki Erdoğan'dan geri kalmamak" şeklinde yorumlasalar da, Gül'ün kendisi daha ABD yolunda iken Ana uçağında birlikte götürdüğü gazetecilere yaptığı ziyaretinin amacını bizzat açıkladı: "2007'nin başında Washington'da Condollezza Rice ile imzaladığı 'Stratejik Vizyon Belgesi' çerçevesinde ABD ile ilişiki ve işbirliğinin daha da ilerletilmesi."
Gül bununla da kalmadı; sözünü "stratejik işbirliği ve ortaklığın" temel unsurları arasında "terörle mücadelede ortak kararlılığın paylaşılması"nın yanısıra "Irak politikasında hedef birliği" olduğunu haktırlattı. Çünkü Gül'e göre, "henüz ne Irak'ta ne Kerkük'te her şey bitmedi, devam ediyor."
* * *
Gerçek şu ki "Stratejik Vizyon Belgesi"ne baktığımızda, Türkiye'nin Ortadoğu, Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar'da ABD ile birlikte hareket etmeyi esas alan ve Başbakan'ın "büyük Ortadoğu projesi"nin "eşbaşkanı" göreviyle edindiği "strtajik müttefikliğin geliştirilmesi" konseptini kapsamakta.
Özellikle ABD'nin Basra körfezinde İran'la her an sıcak bir çatışmayı başlatacağı bir esnada, Washington'un Ankara'dan talepleriyle, Türkiye'nin kilit ülke olarak ABD'nin ipoteğine sokulmasını öngörmekte.
Bundandır ki sözkonusu "belge"nin taslağının ele alındığı Ankara ziyaretinde o zaman Dışişleri Bakanı olan Gül'ün Rice'le arabasında Esenboğa yolunda başbaşa görüşmesinin perde arkası aralandığında, vâhim gerçek ortaya çıkmakta.
Ve bütün bunlar, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu Başkanı Sedat Laçiner'in tespitlerini doğrulamakta. Laçiner, dünyada gerçek anlamda stratejik ortaklığın sadece "ABD-İsrail" ve "ABD-İngiltere" bulunduğunu, bu stratejinin İran konusunda Türkiye'yi ABD'nin yanına çekme taktiği olduğunu belirtmekte.
Belli ki bölgede İsrail'in güvenliğiyle aynı anlama gelen Amerikan hegemonyası ve çıkarları hesabına, İran'a yönelik bir opersayonu "meşrulaştırmak" adına Türkiye'nin işbirliğinin sağlanması hedeflenmekte. Türkiye'nin Müslüman bir komşu ülke olan Irak saldırısında, Somali ve Afganistan işgalinde olduğu gibi İran'a müdahalede de işgalci ABD'nin yanında yer alması plânlanmakta. Müslüman komşu bir ülke olarak desteği garantiye alınmakta.
Eş zamanlı olarak Ankara'ya gelen Amerikan heyetinin, ABD'nin çeyrek asrı aşkındır terör örgütünü himâye edip besledikten sonra, Bush gibi "PKK terör örgütüdür" demesi, Türkiye'nin hassasiyetinden vurma sinsî taktiğini gütmekte.
Uluslararası zeminde, "stratejik ortaklığın" savaş ortaklığı olduğu herkesin mâlumu. ABD'nin stratejik ihtiyaçlarını karşılayacak Türkiye, her türlü bölgesel ve küresel savaşına destek verecek demektir.
* * *
Anlaşılan o ki ABD ile "stratejik işbirliği" bu çerçevede geliştiriliyor. Çankaya'da Sezer'i yolcu ettikten iki-üç dakika sonra Gül'ü arayıp tebrik ederek dâvet eden Bush, söz konusu "Stratejik Vizyon Belgesi"nin gereği olarak, Ankara'dan bölge ve İslâm coğrafyası üzerindeki projeleri uygulamada Oval Ofis'te verilen vaadlerin yerine getirmesini istiyor. İşgal ettiği Irak adına da konuşarak, "PKK bizim ve Irak'ın da düşmanıdır" cümlesini tekrarlayarak.
Sahi ABD'nin, dağıttığı Irak ordusunun silâhlarıyla donatıp, Irak'taki askerlerinin silâhlarını el altından verdiği ve onca ısrara rağmen bir tek terörist elebaşını dahi teslim etmediği Türkiye'ye "terörle mücadele"de hangi yardımı oldu?
Bir yıllık süresi kalan Bush da biliyor ki, Annapolis Konferansından bu yana bombalamalarla yüzü aşkın Filistinliyi katleden İsrail yanlısı tutumuyla ABD, İsrail-Filistin barışını başaramaz. Son 60 yıldır başaramadığı gibi.
Görünen o ki Bush'un son Ortadoğu gezisinin maksadı, İran saldırısının altyapısını hazırlamak için ABD işbirlikçisi bölge ve Arap ülkelerini İran'a karşı kışkırtmak; İslâm dünyasında Sünnî- Şîi ihtilâfı fitnesini körüklemek. Bush'un "vizyonu" bu.
Maşalığı biten ve kullanılma miâdı dolan "PKK'nin tasfiyesi" parvanında yapılan bu "işbirliği", Kuzey Irak'ta "ikinci İsrail" işlevini görecek kukla bir devletin kabulüne ve en vâhimi Türkiye'nin Müslüman komşu bir ülkeye karşı, okyanuslar ötesinden gelen ecnebilerle savaşa ortak edilmesine değer mi?
Görünen o ki "işbirliği"nin bedeli, daha çok tartışılacak.
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
301 kilidi |
|
Tıpkı anayasa gibi yıllardır sürüncemede olan 301 meselesinde de hükümet nihayet hareketlenir gibi oldu, ama tablo henüz flu.
Ve galiba anayasadaki tutukluk 301'de de söz konusu. Nitekim Adalet Bakanı, hazırladıkları teklifi Bakanlar Kuruluna sunacaklarını, ardından teklifin Meclise geleceğini söyledi, ama kabine toplantısından böyle bir karar çıkmadı.
Hükümetin içinde bir anlaşmazlık mı var?
Önceki AKP hükümetinde Adalet Bakanı iken 301 konusunda kararlı bir şekilde ipe un sermesiyle bilinen Cemil Çiçek, yeni hükümette de bu engelleyici tutumunu sürdürüyor mu?
301'in değişmesine karşı çıkan başka bakanlar da var mı? Kabinede kim ne düşünüyor?
Mâlûm, 301 meselesi senelerdir gündemde. Eski TCK'nın 159. maddesi olarak, canını yakmadığı gazeteci, yazar ve fikir erbabı bırakmayan bu madde, kanunun yenilenmiş haline küçük rötuşlarla ve 301 numarasıyla taşındı.
Bu rötuşların amacı güya maddeyi düzeltip, ifade özgürlüğü önünde engel olmaktan çıkarmaktı. Ama öyle olmadı. Ve madde yeni haliyle yürürlüğe girdikten sonra da, kısa zamanda kabarık bir "301 mağdurları" listesi oluşuverdi.
Hrant Dink'in geçen yıl bugünlerde, üstelik 301'den yargılandığı bir süreçte katledilmesi, maddeyle ilgili tartışmaları farklı bir boyut ve düzleme taşıdı. Öyle ki, "Dink'in katili 301" yorumları yapılabildi.
Ama bu müessif olay bile hükümeti 301 sorununa çözüm bulmak için harekete geçirmeye kâfi gelmedi. Adalet Bakanı sıkıştığı noktada, iki ay önce anayasa için yaptığı gibi, topu "sivil" örgütlere attı. Ne var ki, bu örgütler içinde, konuyla doğrudan ilgili olan, hak ve özgürlük mücadelesi için teşkil edilen kuruluşlar yoktu.
Çözüm bulmaları istenen örgütler ise üçe bölündü: Maddenin düzeltilmesini isteyenler; kalkmasından yana olanlar; aynen korunmasını, hattâ daha da ağırlaştırılmasını savunanlar.
Ondan sonra da Adalet Bakanı, "Bakın, konuyu havale ettiğimiz sivil toplum temsilcileri dahi uzlaşamıyorlar, biz ne yapalım?" deyip aradan sıyrılma gibi bir yaklaşım ortaya koydu.
Ve bugünlere böyle geldik. Ama yeni hükümet üzerinde içeriden ve AB'den gelen "Savsakladığın reformları artık daha fazla geciktirme" baskısının artması ve bu çerçevede 301 için yıllardır dile getirilen çözüm taleplerinin yoğunlaşması, iktidarı harekete geçmeye zorladı.
Ama görünen o ki, tutukluk yine sürüyor.
Adalet Bakanlığının 301 için öngördüğü teklifin hâlâ resmen açıklanamaması ve medyaya yansıyan metinler birbirini tutmazken çelişkili haberlerin çıkması, doğrusu anlaşılır gibi değil.
Meselâ, metindeki "Türklük" ifadesi kalıyor mu, yoksa "Türk milleti" olarak değişiyor mu?
Ya da 301 dâvâlarının açılmasını Adalet Bakanlığı iznine bağlayan eski sisteme mi dönülüyor, yoksa son anda bundan da mı vazgeçildi?
Ve suç unsurunun teşekkülü için metne "kasıt" ibaresinin ilâvesi pratikte neyi değiştirecek?
Bu tablo gösteriyor ki, 301 tartışması şimdiye kadar olduğu gibi yine bir fâsit dairenin içine hapsolacak. Kelime oyunları, küçük rötuşlar ve gelgitlerle zaman ve enerji kaybetmeye devam edeceğiz. Ve sorun büyüyerek devam edecek.
Zaten 301 tümüyle kalkmadan çözüm hayal.
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Rüyalarımız ve yorumlarımız |
|
Said bey: "Rüya tâbiri hakkında bilgi verir misiniz? Rüyaya güvenilir mi? Rüya tabirleriyle amel edilir mi?"
Rüya, uykuya girdiğimizde gördüğümüz hayat kareleri olarak hayatın bir gerçeğidir. Rüya görmek ve rüya yorumlamak, kavram olarak Kur'ân'a da girmiştir. Kur'ân'a giren bir kavram üzerinde durmaya değer.
Kur'ân, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm'ın rüya gördüğünü, rüyasını yorumladığını ve sâir insanların rüyalarını da doğru biçimde yorumladığını bildirmektedir. Rüya tabir etmek bir ilimdir ve Hazret-i Yusuf Aleyhissselâm'a rüya tabiri ilmi verilmiştir. Bu bize, rüyalarımızı hepten silip atmamızın yanlış olduğunu gösterir. Demek, rüyalarımızda ve uykumuzda belirli hakikatlerin perdeli olarak gizlendiği bir gerçektir.1
Bununla beraber, rüyalarımız her yönüyle bizi yüzde yüz doğru yönlendiren gerçeklerimiz olmaktan uzaktırlar. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, rüyaların kapısı hayallere yoğun bir şekilde açıktır. Rüyaları doğru yorumlamak için, rüyaları hayallerden arındıracak bir hakikat ilmi ve perspektifine şiddetle ihtiyaç vardır. Aksi takdirde yapılan yorumlar hayalleri beslemekten öteye geçmeyecektir.
Günümüzde rüya tabirleri hakkında bazı İslâm büyüklerinin kaleme aldıkları eserlere ulaşmak mümkündür. Fakat rüya tabirleri ilminin, diğer ilimler gibi herkesçe öğrenilen ve geliştirilen bir ilim olma hüviyetini kazanmadığını görüyoruz. Bundandır ki rüyalarımızı gruplandırmamız ve tabire değen rüyaları tanımamız bizi daha sağlıklı bir neticeye götürecektir.
Bedîüzzaman Hazretleri rüyayı üç grupta incelemiştir. Bunlardan ikisi Kur'ân'ın "edğâsü ahlâm" tabir ettiği karmaşık sözlerden ibarettir. Bunlar tâbire değmezler ve mânâsı varsa da ehemmiyeti yoktur. Böylesi rüyalar için Bediüzzaman Hazretleri "Ya mizacın inhirafından, kuvve-i hayaliye şahsın hastalığına göre bir terkibat, tasvirat yapıyor; yahut gündüz veya daha evvel, hattâ bir iki sene evvel aynı vakitte başına gelen müheyyiç hâdisâtı, hayal tahattur eder, tâdil ve tasvir eder, başka bir şekil verir"2 der.
Üçüncü kısım rüyalar ise sadık rüyalardır. Sadık rüyalarda ruh, âlem-i gaybtan bir pencere bulur, girer ve bir takım mânâları orada görür, bu mânâlara sûretler giydirir ve çıkar. Bu tür rüyalarda bütün mesele, bu sûretleri doğru yorumlamaktadır.3 İşte rüya tabirleri hakkında yazılanlar, bu sûretlerin yorumlanması çabalarından ibarettir. Bu çabalarda şüphesiz hata payı vardır.
Güzel rüyalar bize bir ümit ışığı yakabilirler. Bir önsezi hükmüne girebilirler. Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: "Sizden birisi sevdiği bir rüyâyı görürse, bilsin ki o Allah tarafındandır. Bunun üzerine Allah'a hamd etsin ve bu rü'yâyı başkalarına da anlatsın. Buna aykırı, hoşlanmadığı bir rüyâ görürse, bilsin ki, o Şeytandandır. Şerrinden Allah'a sığınsın ve bunu hiç kimseye söylemesin. Böyle kötü rüyâ, sahibine zarar vermez."4
Rüyalar konusunda dikkat etmemiz gereken husus; rüyâlarımızı iyimser bir bakış açısıyla hayra yormalı, kötüye yorumlamamaya özen göstermeliyiz. Çok net bir bilgi kaynağı niteliği taşımadığından, rüya tabirleri ile amel etmek de caiz değildir. Çünkü ilim ile amel edilir; ilimsiz yorumlarla amel edilmez.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 331
2- Mektûbât, s. 332
3- A.g.e.
4- Buhârî, K. Ta'bîr, 2102
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Bizim de bir radyomuz olsa |
|
Yıllar önce köşemizde böyle bir başlık atmıştık. Bu temennî ve iştiyakımızı Cenâb-ı Hak çok geçmeden Bizim Radyo'yu ihsan ederek gerçekleştirdi. Şükür şimdi bizim de bir radyomuz var.
29 Aralık 2007'de radyomuzun dinleyicisiyle buluşma gününde 40'a yakın programcının tanıtımında koltuklarımız kabardı, şükrettik.
Çağın en etkili iletişim araçlarından biri şüphesiz sesli ve görüntülü yayın. Gazete okumayan nice insan, radyo dinleyicisi. Hele Bizim Radyo gibi güzel programları olan bir yayın aracıyla tanıştığında adeta abone oluyor. Radyomuz Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Yaşar Beyden gelen e-mailleri okuduğumda internet aracılığıyla tâ Amerika'da dinleyicilerimiz bulunduğunu görünce sevincim bir kat daha arttı.
Tarık Haktan, Amerika'dan "İnternet üzerinden sizleri dinliyorum ve huzurlu hissediyorum kendimi. İnşallah birgün İngilizce yayın da yaparsınız" diyor.
Radyomuzu yeni yeni tanıyanların bırakamamaları ise bizi daha da sevindiriyor. Zulal Dölek Hanımefendi, "Tevafuken buldum radyo frekansınızı ve ayrılmaz olduk evcek. Sürekli açık, bizden birisiniz artık. Allah ebeden razı olsun..." diye memnuniyetini bir e-maille iletme ihtiyacı hissetmiş.
Ayşenur Aslan da radyomuzu 1.5 yıl önce ilk kez tanımış. O gün bugündür bırakamamış. Diyor ki: "O gün bugün anne-baba, kardeşler bizim ev halkı desek daha uygun olur, Bizim Radyo'yu dinliyoruz. Yani evimizin radyosunu" diyor.
Serpil Çintimur kardeşimiz de, 1.5 yıl kadar önce internetten radyomuzu dinlemeye başladığını belirtiyor, "Ailemizdeki herkesin radyosu oldu Bizim Radyo. Evde olduğumuz her an radyomuz açık. O kadar faydalanıyoruz ki, hepsi birbirinden güzel..." diyor.
Elif kardeşimiz de Bizim Radyo'yu yeni keşfedenlerden. İnternetten ilgiyle takip ettiğini söylüyor.
Eyüp Otman Bey de Cumartesi buluşmasında işyerini açtıkları andan itibaren kapayıncaya kadar Bizim Radyo'nun hiç kapanmadığını söylemişti.
Uğur İpek ise, radyomuzu internetten dinlediğini belirtiyor: "Ankara'ya yayın yapmayı düşünmüyor musunuz? Ankara'nın da böyle bir radyoya ihtiyacı var. Lütfen Ankara'da da yayına başlayınız" diyor.
Mahmut Nur da radyomuzu internetten dinlemek zorunda kaldığını belirtip, "Keşke Bizim Radyo Türkiye'nin her yerinden çekse..." diye hayıflanıyor.
Mehmet Şerif Nacir ise Türkiye'yle de yetinmiyor: "Temennimiz, tüm dünyada dinlenmesidir" diyor.
Daha başka ilginç anekdotlarımız da var dinleyicilerden gelen e-maillerde. Bunlar üzerinde de inşallah yarın duralım.
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hizmetler de, ibadetler gibi niyetlere göredir |
|
Zaman zaman "İbadet, duâ ve hizmetlerimizin sonuçlarını alamıyor, faydalarını göremiyoruz!" şeklinde serzenişlerde bulunuruz. Bu durum, ibadet, duâ ve hizmete olan şevkimizi kırıyor.
Hiç şüphesiz, ibadete biz muhtacız; hiçbir şeye muhtaç olmayan, herkesin, her şeyin Ona muhtaç olduğu Samed olan Allah değil. Allah Hakîm'dir; her şeyin en güzelini, en faydalısını, en mükemmelini yaratır, emreder, öğüt verir. Namaz ve duâ gibi ibadetlere yüzlerce maddî-mânevî, tıbbî, psiko-fizyolojik güzellik ve fayda koyduğunu biliyoruz. Meselâ, namaz ve duâda ruhumuz, kalbimiz ve aklımız gıdasını alıyor. Gerginlik, kaygı, sıkıntı, korku gibi stres sebebi durumlar ortadan kalkıyor, azalıyor. Ve bunlar da otomatik olarak fizyolojik yapımızı olumlu etkiliyor.
Buna rağmen ibadetlerimizin sonuçlarını alamamamızın, faydalarını göremememizin sebepleri, püf noktaları vardır:
. Bir kere, aceleci bir yapımız var ve ücretimizi peşin istiyoruz. Oysa ibadetler, verilmiş nimetlerin karşılığı bile değildir!
. Farkına varamadığımız şekilde, onların özeliklerini güzelliklerini yaşarız.
. Veya başka imtihan ve hikmetlere binâen tehir edilirler. O şekilde de imtihan edilebiliriz...
. İhlâssızlık ve niyetimizin bozukluğudur. Meselâ yüz özelliği ve faydası bulunan Cevşenü'l-Kebîr'i (Büyük Zırh; Peygamberimize vahiy ile indirilen ve Allah'ın bin bir ismini içine alan duâyı), o faydaların bazılarını bizzat gaye ve niyet ederek okuruz. Bu durumda o faydaları göremiyoruz, göremeyeceğiz ve görmeye de hakkımız yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların (zikir ve duâların) sebebi olamaz. Onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî, lütfedilerek, o halis virde talepsiz terettüp eder.1 Yani, bizzat istenilmeden Allah, o faydaları, güzel sonuçları lütfediyor. Ancak, faydaları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki kulluktan çıkar ve kıymetten düşer. Yani, kulluk için değil, fayda için ibadet yapmış olur. Bu da ibadetin sırrını bozar.
Niyet; suyun, çayın, meyvelerin tadını kimyevî bir reaksiyona tâbî tutarak değiştirdiği gibi, ibadet ve hizmetlerimizin sonuçlarını değiştirir. Niyetin bozulması ve ihlâssızlık, sonucu olumsuz etkiler. Çünkü direkt "faydaya, maddeye, sebebe" yönelinmiştir.
Niyetlerimizi yaratan Allah'tır. İbadet, kulluk ve hizmetleri de yalnız Allah rızası gözetilerek yapılmalı. Niyetlerimizde de O'nun rızası maksat yapıldığı takdirde, faydalarını lütfeder. Bunu şöyle bir örnekle zihnimize yaklaştırabiliriz:
Yağmur namazına ve duâsına da bu perspektiften bakabiliriz: Yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir; yoksa o ibadet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibadet halis olmadığından, kabule lâyık olmaz.2
Öyle ise neden yağmur duâsına çıkılıyor, namazı kılınıyor? Çünkü o ibadetlerin vakti "yağmursuzluk" ile girmiştir. Nasıl ki, güneş batınca akşam, şafakla birlikte sabah namazının vakti giriyor... Yağmursuzlukla da, yağmur namazı ve duâsının vakti girmiş oluyor. Vakit girince, ibadet ve duâ yapılmalı.
Bu anlayış, bu şuur ve ihlâsla ibadet ve hizmet edilse, mutlak ikram ve ihsan sahibi sahibi olan Allah, her yönüyle fayda olan yağmuru da verebilir; hizmetlerimizi de katlayarak yükseltebilir.
Amellerimiz niyetlerimize göredir. Ne kadar halis, samimî, iyi niyet, o kadar hizmet.
Dipnotlar:
1-Lem'alar, s. 136.; 2-Sözler, s. 287.
10.01.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Şiddet ve muhalefet |
|
Aklın yolunda şekillenen şu söz, günümüz dünyasında en sağlam bir pusula gibidir: "İktidar, her rejimde var; muhalefet ise, sadece demokraside var."
Bu dosdoğru söze paralel istikamette fikir yürüterek, daha başka doğruları serdetmek de mümkün.
Meselâ, şu tarz ifadeler gibi:
* Demokrasilerde, her türlü fikre dayalı siyasî faaliyetlerde bulunabilinir. Ancak, şiddete dayalı hiçbir hareket ve faaliyette bulunulamaz.
* Siyasî veya fikrî gayretlerle demokrasiye hizmet edilebilir. Ancak, ülke içinde kan dökerek ve şiddeti tırmandırarak demokrasinin yerleşmesine veya gelişmesine hizmet edildiği vaki değildir.
* Demokrasi dışı rejimlerde, hakimiyet kuvvetin elindedir. Demokrasilerde ise, esas olan "kànun hakimiyeti"dir.
* Demokrasinin vazgeçilmezi olan temel hak ve hürriyetler, dahilde şiddet metodunu kullanarak, hele hele mâsumların kanını dökerek asla sağlanamaz. Tam aksine, var olan hürriyeti de zaafa uğratmaya, hatta kaybetmeye sebebiyet verir.
Buna benzer mahiyette daha başka doğruları sıralamak da mümkün. Fakat önemli olan, maksadı hasıl edecek kadarıdır.
İşte, bu ve benzeri mahiyetteki ölçüleri nazar-ı itibara alan bir siyasî teşekkülün, şiddete dayalı hareket ve fiiliyat karşısındaki tavrı, tutumu kesin hatlarla bellidir veya öyle olmalıdır. Aksine bir durum kabul edilemez, makul ve mantıklı görülemez dahi.
Fakat, maalesef kendinden başka dünya üzerinde hiçbir rejimle benzerlik göstermeyen Türkiye'deki siyaset sahnesinde, "demokrasi ve şiddet" münasebetinde de birtakım münasebetsizlikler sergileniyor.
Bir bakıyorsunuz, kendini serbest siyasetin vazgeçilmez bir unuru ve demokratik olgunluğun farklı bir meyvesi şeklinde gösteren, yahut öyle lanse eden bir siyasî teşekkül, tutuyor kan ve şiddetten başka yol-yordam bilmeyen bir örgüte mâsumiyet kılıfını giydirmeye çalışıyor. Ve, o örgüt için "Bir siyasî teşekküldür" diyerek, aslında kendi bindiği dalı kesiyor. Cidden, hayret etmemek elde değil. Bazılarının basiret gözü nasıl böylesine körelir ve kapanır, anlaşılır gibi değil...
Böyle devam ederse, hiç şüphesiz bindikleri dalı kesmiş ve kendilerini yine yere düşürmüş olurlar.
Bunlar, artık demokrasi ile şiddet arasında bir tercihte bulunmalı ve siyasî hayatlarına öyle devam etmeli.
Aksi halde, maalesef en az kendilerine olduğu kadar, hürriyet ve demokrasi zeminine de zarar vermiş olurlar.
SİYASET
Misyona yakışır açıklamalar
Demokrat Partinin yeni süvarisi Süleyman Soylu'nun dünkü (9 Ocak) Vakit gazetesinde çıkan açıklamaları, tam da "Ahrar-Demokrat" misyonuna yakışır bir mahiyette görünüyor.
İşte, Soylu'nun değişik mevzular hakkındaki görüş ve düşüncelerinin bir özeti...
Beklenti: Millet, siyasetten ve Demokrat Partiden yeni açılımlar, ve zenginlikler bekliyor. Partimizin hafızası, yaşadıkları ve tecrübeleriyle birlikte, gelecek vizyonunu belirlemeye çalışıyoruz.
Demokrasi: Her ne olursa olsun, kime yararsa yarasın, demokratik açılımdan kaçınılmamalı. Sonuna kadar demokrasiye sarılmalı ve bağlanmalı. Halk için siyaset yapıyorsanız, Türkiye'yi okuyup dünyanın nereye gittiğini iyi görmelisiniz.
E-Muhtıra: Biz, hukuk dışı müdahalelerin mağduru bir partisiyiz. 27 Nisan Muhtırasına gerekli tepki verilmedi.
Başörtüsü ve yasaklar: Türkiye, başörtüsü üzerinden bir tartışma ile, enerjisini boşa harcıyor. Bu tartışmaların ülkemize hiçbir faydası yoktur. Temel mesele, demokratikleşmedir. Başörtüsü sorunu, bireysel özgürlükler çerçevesinde ve iyi niyetle ele alınarak değerlendirilmeli. Yasağa ideoloji bulaştırılmamalı. Laiklik önemlidir tabiî; ancak, insanların özel hayatına müdahale de kabul edilebilir değildir.
GÜNÜN TARİHİ 10 Ocak 1920
Hakimiyet-i Milliye'nin tesiri
Hakimiyet-i Milliye isimli gazete, Ankara'da yayın hayatına başladı. Gazetenin sahibi M. Kemal. Başlangıçta, haftada iki gün yayınlanan gazete, bilahare yayın periyodu sıklaşarak günlük hale getirildi.
Meclis'in açıldığı 23 Nisan tarihine kadar, tahminen 1500 adet civarında basılıyor ve posta yoluyla Anadolu'ya dağıtılıyordu. Basılan gazetelerin yarıdan fazlası askerî birliklere, ordu komutanlıklarına, geri kalanı ise halka ve mülkî amirlere gönderiliyordu. Gazete, özel olmakla beraber, adeta Heyet-i Temsiliyenin resmî yayın organı imiş gibi neşriyat yapıyor ve her taraftan maddî-manevî destek verilmesi bekleniyordu.
Gazetenin sahibi M. Kemal, ikinci sayı olan 11 Ocak 1920 tarihli nüshasında şu açıklamayı yayınlattı: "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti meslek ve programı dahilinde ve Heyet-i Temsiliye'nin nezareti altında Ankara'da haftada iki defa neşredilmeğe başlanan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin ilk nüshasından miktar-ı kâfi posta ile gönderilmiştir. Seneliği 300, altı aylığı 160 kuruştan abone kaydedileceklerin abone bedellerinin Ziraat Bankası vasıtasıyla irsali ve bu bapta delâlet ve teşvikat icrası bilhassa rica olunur."
Matbuatın önemi
İlk başlarda Ankara "Vilayet gazetesi ve maatbaası"ndan istifade ile neşriyat yapan Hakimiyet-i Milliye, kısa bir süre sonra Eskişehir'den satın alınarak getirtilen bir maatbaayı bünyesine kattı. Ardından, bu kez Konya'dan getirtilen bir maatbaaya daha sahip oldu.
Böylelikle, mevcut yayın gücüne güç katarak, bütün Türkiye'ye yayılma istidadı gösterdi. Matbuatın, bugünkü tâbirle "medya"nın ne ölçüde etkili bir vasıta olduğu, Ankara'nın idare merkezi olmaya başladığı bu kritik dönem itibariyle de açıkça görülüyor.
Cevapsız sorular
Ortada açıkça görünmeyen ve sis perdesi altındaki vaziyetini hâlâ koruyan suâllerin bir kısmı ise şunlardır:
1) Sivas'ta neşriyat yapan ve Kuvva-yı Milliye hareketinin Anadolu'daki ilk ve en tesirli gazetesi olan "İrade-i Milliye" gazetesi (İlk sayısı 14 Eylül 1919'da yayınlandı) ile M. Kemal arasında yaşanan uyuşmazlığın sebebi nedir?
(NOT: Kongreden sonra Sivas'tan ayrılarak Ankara'ya gelme hazırlığında olan M. Kemal, bu gazetenin de matbaasıyla birlikte Ankara'ya taşınmasını ister. Ancak, gazete yönetimi bununu kabul etmez ve Sivas'tan neriyatına devam eder. Tâ ki, 1921 yılı başlarında gazetenin 138. sayı çıktıktan sonra, matbaasının bir kundaklama eseri yakılana kadar...)
2) M. Kemal, Heyet-i Temsiliye ile birlikte Ankara'ya gelir gelmez, yani aradan daha iki hafta bile geçmeden-hele ki o zamanın şartlarında-nasıl oldu da sür'atle gazete, matbaa kuruldu ve derhal neşriyata başlanabildi?
3) Parasızlığın, maddî imkânsızlığın had safhada görülüğü veya öyle zannedildiği bir dönemde, nasıl oldu da özel mülkiyet Hakimiyet-i Milliye adına peşpeşe matbaalar satın alınabildi?
4) Sivas'ta neşriyat yapan İrade-i Milliye gazetesinin matbaası, kim veya kimler tarafından niçin yakıldı ve yayın hayatına neden son verildi?
Evet, daha da çoğaltılabilecek bu türden suâller, 88 senedir inandırıcı mahiyette cevaplar bekliyor.
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Türk sineması |
|
Türk sinema sektörü son yıllarda "izlenme oranları" açısından önemli başarılara imza atmış.
Hatta;
Hollywood'a rakip olan filmler bile olduğu söyleniyor.
Anadolu Ajansı derlemiş:
Özellikle Yavuz Turgul'un yaptığı Şener Şen'in başrolünü oynadığı 1996 yapımı "Eşkıya" filmi dönüm noktası olmuş bu çıkışın. Film, 2 milyon 568 bin 339 kişi tarafından izlenmiş.
"Kurtlar Vadisi-Irak" da çıkış yapan filmlerden. Tam 4 milyon 255 bin 181 seyirciye ulaşmış. Ki bu bir rekordur.
Cem Yılmaz'ın Gora'sı 3 milyon 832 bin 9 seyirci. Çağan Irmak'ın yönettiği "Babam ve Oğlum," 3 milyon 308 bin 383 izleyici. Yılmaz Erdoğan'ın yazdığı ve Ömer Faruk Sorak'ın birlikte yönettiği "Vizontele" filmi ise 2 milyon 894 bin 802 seyirciye ulaşmış. Onları, Kahpe Bizans, Hababam Sınıfı Askerde gibi filmler izliyor.
Şimdi vizyonda olan ve yönetmenliğini Mahsun Kırmızıgül'ün yaptığı "Beyaz Melek" ve yönetmenliğini Ömer Vargı'nın yaptığı Şener Şen'li "Kabadayı" filmi de hatırı sayılır gişe hasılatı elde etmiş, ediyor da.
Daha önce diyorduk, Türk filmleri "reklamları" kadar başarılı olursa maya tutar. Görünen o ki, reklamlardaki başarı, sinemaya sıçradı.
Neydi o 70'li yıllardaki müstehcen film furyası.. Tam bir kaostu. 80 darbesinden sonra "entelektüel" ve içe kapanık "bunalım" filmleri. O da garabetti. Garip olan şuydu; filmler izlenmiyordu o dönem. Ancak gişe yapmayan filmler, festivallerde al gülüm ver gülüm bol bol ödül alıyordu. Nasıl bir alışverişse?
Türk sineması-nazar değmesin-şimdi iyi yolda.
Daha iyi olabilir. Nasıl mı?
Devlet desteğiyle.
Hollywood film piyasası Amerikan devletinin sağladığı imkânlarla ayakta duruyor. Buna rağmen tıkanma noktasına geldi. Çünkü elindeki malzeme tükendi. Çünkü bir "kahramanları" yok. Bugüne kadar hep uyduruk aptalca tipleri kahraman yaparak, dünya kamuoyunu oyaladılar. Parasal destek olmasaydı, Amerikan film piyasası çoktan çökmüştü.
Bizim "backraund"umuz; avantajımız. Destansı hayat hikâyeleri o kadar çok ki, tükenmez bir hazine gibi. Bir de malî destek sağlanırsa Türk sinemasını kimse tutamaz.
Ancak şu dipnotu da düşelim:
Bir zamanlar Kültür Bakanlığının desteğiyle çekilmiş ayağı yere basmayan 'sıradışı' filmler Türk sinemasındaki tarihî çöplüğünde yerini aldı bile.
Öyle destek olacaksa, aman uzak dursun!
10.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|