YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, ilk demecinde üniversiteler için önceliğini, "Özgürlük ve Bilim" olarak özetlemişti. Bu iki ifadenin Türkiye pratiğinde açılımı şudur: Her türlü yasağı kaldırmak ve akademik kurumları kendi gündemine çekmek.
Aslında, son derece normal iki başlık olması gerekirken, üniversitelerdeki zihnî iltihap ve beynin rahat düşünme fonksiyonunun bilim atmosferine taşınamamasından dolayı kırmızı çizgilerle çevrili yasak bölgeler oluşturulmuş.
Bilim insanlarının düşünce özgürlüğünü doyasıya yaşayamaması, bunu bilim diliyle ifade edememesi, beraberinde kifayetsiz ve sağlıksız bilinç düzeyini doğurmaktadır.
Bu yapının en ilkel sonucu ise, kılık kıyafet üzerinden yürütülen hukuk dışı uygulamalardır. Tartışmalı bir hukukî sürece, konjonktürlerin hatırı için, açıkçası 28 Şubat dayatması için kolları sıvayıp, aktifleşen rektörlerin yaptığı işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Hâlâ üniversiteye alınamayan binlerce öğrenci mağdur durumda...
Diğer tarafta, araştırma ve uygulama ile demokratik rekabet şansı yeterince bulunmayan bilim ortamları, idarî çatışma, politik zıtlaşma ve verimsiz bir diyaloğun yaşandığı kampüsler haline gelmiştir.
Yirmi altıncı yılına giren YÖK saltanatı, bu konularda belirleyicilik vasfını, normal süreçlerin dışında açık veya modern darbelerin gölgesinde ve etkisinde korumuştur. Varlığını, genel eğilimler ve akademik tabanın istek ve doğrultuları ile AB sürecindeki kalite yerine, rejim kaygılarının prim yapan payandaları ile korumaya çalışmışlardır.
Klâsik ezberlerle çatışan bir üslûbu olan YÖK'ün yeni Başkanı, bu anlamda yeni açılımların habercisi görünüyor. Özgürlük ve bilim kavramlarının projelerini tartışmaya açıyor.
Olayı direkt ifade ederek teklifini yapmayı tercih ediyor. Bu yönüyle kamuoyunda tartışma zemini oluşturuyor. İsabetli bir gidiş.
Meseleyi YÖK üzerinden, genel bağlamda etki-tepki üzerinden değil de, konu ve proje esaslı götürmek daha sağlıklı. Bir defa genellemeci cehaletin ve politik bezirganların rejim bekçiliği ve Gürüz gibi sokak kabadayısı edasındaki tavra muhatap olmamak ve ciddiye almamak gibi anlamlı bir duruşu var.
Özcan'ın görüşleri arasında farklı başlıklar var. Bunlardan bir tanesi araştırma görevlileri ile ilgili. Araştırmanın ve bilim insanı yetiştirmenin çekirdeği olan araştırma görevlilerinin beş yıllığına burslu olarak çalışmalarını öneriyor. Mevcut maaşları yaklaşık 1080 YTL iken bunu 1500 YTL'ye çıkarmayı hedefliyor. Beş yılın performansına göre akademik kadroya alınmasını istiyor.
Özlük hakları itibariyle ücreti artan ve araştırmacı kimliğini taşıyan bir insanın, ikinci aşamada üniversiteye geçmesi, ya da diğer sektörlerde araştırmacı olması, seçenekli bir avantajdır. En basiti Ar-Ge yasası ile birlikte, bir çok kurumun kendi araştırma birimi, başta özel sektör olmak üzere daha fonksiyonel olacaktır.
Ayrıca merkezî sınavla araştırma görevlisi alınmasını düşünüyor. TUS sınavları gibi, belli yeterlilik ve puana sahip insanların alınmasını öneriyor. Böylece her üniversitenin kendi içinde lokal ve kayırmacı etkileri azaltılmış olacaktır. Bir de ülke çapında beyin potansiyeli en iyi olanlar arasında tercih imkânı olacaktır.
Üniversitelerin paralı olmasına gelince, aslında değişen fazla bir şey olmuyor. Sadece üniversitelerin direkt bütçeden aldığı para, devlet eliyle öğrenciye burs olarak veriliyor. Böylece üniversite yönetimi hizmet verdiği öğrenciye karşı bir sorumluluk ve bütçeleme zorunluluğu ile kendi kaynaklarını daha iyi planlama ile karşı karşıya kalacaktır.
Detaylar ortaya çıktıkça, bu başlıklar üzerindeki ihtiyatî kaydımızı değiştirebiliriz. Özünde olması gereken, rekabeti arttıracak, kaliteyi yükseltecek ve öğrenim imkânını yüksek okul düzeyinde de olsa yaygınlaştıracak açılımlardır. Bu anlamda, özel üniversite girişimleri hem kolaylaştırılmalı, hem de teşvik edilmelidir. Bu işin arkası devam edeceğe benziyor.
09.01.2008
E-Posta:
[email protected].
|