|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Adn Cennetleri ki, bütün kapıları onlara açıktır. O Cennetlerde koltuklara kurulup her türlü meyve ve içecekten isterler.
Sâd Sûresi: 50-51
|
10.01.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
İnsanlardan senin için hayır duâ etmesini çok iste. Çünkü kul, kimin diliyle duâsının kabul edileceğini ve merhamet göreceğini bilemez.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 576
|
10.01.2008
|
|
Hicret esnasında yaşanan mu'cizeler
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke'den hicret ettiği ve küffarlar takibe çıktıkları vakit, Sebîr namındaki dağa çıktılar. Sebîr dedi: "Yâ Resûlallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni tâzip eder. Onun için korkarım." Cebel-i Hirâ çağırdı:
"Ya Resûlallâh ileyye, bana gel."
Bu sır içindir ki, ehl-i kalb Sebîr'de havf ve Hirâ'da da emniyeti hissederler.
Bu misâlden anlaşılır ki: O koca dağlar birer müstakil abddir, müsebbihtir ve vazifedardırlar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tanır ve severler; başıboş değillerdir.
Mektûbât, s. 135, Y.A.N.
***
Vakıât-ı kat'iyedendir ki, mağaradan çıkıp Medine tarafına gittikleri vakit, Kureyş rüesası, mühim bir mal mukabilinde, Sürâka isminde gayet cesur bir adamı gönderdiler; tâ takip edip onları öldürmeye çalışsın. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebû Bekr-i Sıddık ile beraber gardan çıkıp giderken gördüler ki, Sürâka geliyor. Ebû Bekr-i Sıddık telâş etti. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm mağarada dediği gibi, "Lâ tahzen, innallâhe maanâ" (Üzülme! Allah bizimle beraberdir) dedi. Sürâka'ya bir baktı; Sürâka'nın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etti. Tekrar atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi birşey çıkıyordu. O vakit anladı ki, ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin. "El-aman" dedi. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm aman verdi. Fakat dedi: "Git, öyle yap ki başkası gelmesin." (Buharî, Menakıb: 25)
Mektûbât, s. 159, Y.A.N.
***
Ehl-i siyerin bütün muteber kitapları haber veriyorlar ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri's-Sıddık ile beraber hicret ederken, Âtiket bint-i Hâlidi'l-Huzâiyye denilen Ümmü Mâbed hanesine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ümmü Mâbed'e ferman etti: "Bunda süt yok mudur?" Ümmü Mâbed demiş ki: "Bunun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?" Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de meshetmiş, dua etmiş. Sonra demiş: "Kap getiriniz, sağınız." Sağdılar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Ebu Bekri's-Sıddık ile içtikten sonra, o hane halkı da doyuncaya kadar içmişler. O keçi kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmış.
Mektûbât, s. 150, Y.A.N.
Lügatçe:
tâzip: Azap etme.
Cebel-i Hirâ: Hirâ Dağı.
havf: Korku.
abd: Kul.
müsebbih: Tesbih eden.
rüesâ: Reisler.
ehl-i siyer: Peygamberimizin (asm) hayatını yazanlar.
muteber: İtibar edilir.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
10.01.2008
|
|
Hicret, günahları terk etmektir
İslâmdan önce Arabistan'da yaşayan Arapların belli bir takvim ve tarih sistemleri yoktu. Tarih tesbiti bazı büyük ve mühim hadiseler esas alınarak yapılıyordu. Meselâ eski Araplar mühim savaşların yapıldığı zamanları tarih başı kabul ederlerdi. Bunlar arasında Husûs Harbi, Ficar Savaşı ve Zikar Günü gibileri pek meşhurdu. Son olarak da "Fil senesi" ismini verdikleri yılda Yemen Kralı Ebrehe'nin ordusuyla birlikte Mekke üzerine yürüyüp Kâbe'yi yıkmak istediği hadise, takvim başı olarak kabul görüyordu. Bu hadise, Peygamber Efendimizin (asm) dünyaya teşriflerinden 54 gün önce vuku bulmuştur.
Ay hesabına göre Arapların kullandığı on iki ay sırayla şunlardı: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülâhir, Cumâdelûlâ (Cemâziyelevvel), Cumâdelâhire (Cemâziyelâhir), Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde, Zilhicce. Araplar bu on iki ayı sırayla takip etmekle birlikte senelerin sayısında ihtilaf ediyorlardı. Çünkü belirli bir takvim başlangıcı esas alınamıyordu. Umumiyetle o zaman göçebe bir hayat yaşamakta olan Arap kabilelerinin belki de buna pek ihtiyacı yoktu.
Fakat ne zaman ki, İslâmiyet geldi, kısa zamanda birçok beldeleri hâkimiyeti altına aldı. Bütün müesseseleriyle bir İslâm devleti teşekkül etti. O zaman bir takvim ihtiyacı da zarurî bir hal aldı. Çünkü idarî işleri tanzimde birçok aksaklıklar sırf bu yüzden meydana gelmekteydi.
Rivayete göre, bir defasında Hz. Ömer (ra) halife iken kendisine bir borç senedi getirildi. Alacaklı ile borçlu bu senedin tarihi hakkında ihtilafa düşmüşlerdi. Alacaklı senedin üzerindeki "Şaban" ayı yazısının bu yıla ait olduğunu söylerken, borçlu da gelecek yıla ait olduğunu iddia ediyordu. Bu ve bunun gibi karışıklıklar üzerine Halife Hz. Ömer, şûrâ meclisini topladı. Meseleyi onlara anlatıp, bir tarih tesbitinin zaruretini ortaya koydu.
Bunun üzerine Ashab arasında bu mesele görüşüldü. Çeşitli teklifler ileri sürüldü. Bazıları diğer milletlerin tarih ve takvim başlangıçlarını teklif etti. Sa'd bin Ebî Vakkas, Resûlullahın (asm) vefâtının tarih başlangıcı olmasını, Hz. Talha da (ra) bi'setin, yani Peygamberlik vazifesinin Allah Resûlüne verilmesi hadisesinin esas alınmasını teklif etti. Hz. Ali'nin (ra) teklifi ise, Hicretin tarih başlangıcı olarak alınması idi. Bu arada bazı Sahabîler, Peygamber Efendimizin (asm) doğum tarihinin esas alınmasını ileri sürmüşlerdi.
Bütün bu teklifler müzakere edilerek gözden geçirildi. Sonunda Hz. Ali'nin (ra) teklifi olan Hicretin tarih başlangıcı olması ittifakla kabul edildi.
Bilindiği gibi, Hicret 12 Rebiülevvel 622'de vuku bulmuştu. Ancak Araplarda öteden beri Muharrem ayı sene başı olarak kabul gördüğünden, aradaki iki aylık bir küsûrat nazara alınmadı. Böylece 1 Muharrem 622, Hicrî birinci yılın başı oldu.
Hicrî takvim, kamerî aylara göre yapıldı. Ancak hicrî sene güneş yılından yaklaşık on gün kadar daha az olduğundan güneş senesine göre otuz üç senede bir sene fark yapmaktaydı. Bu sebeple muâmelatta bazı zorluklar oluyordu. Binâenaleyh daha sonraları rumî takvim ismiyle bir güneş takvimi vücuda getirilmiştir.
Namaz vakitleri ve arazi mahsullerinin zekâtı güneşe göre, oruç ve hac ibadetleri ise kamerî takvime göre tertip edilmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kur'ân'da ayın insanlara takvimcilik yapma maksadıyla yaratıldığını, haccın vaktini bildirdiğini ifade buyurmaktadır.1
Diğer birçok teklif yanında Hicretin tarih başlangıcı olarak kabul edilmesi üzerinde biraz durmak lâzımdır.
Evvelâ şunu ifade etmek gerekir ki, Sahabîlerin Hz. Ömer (ra) devrinde Müslümanlar için bir takvim tesbit ederken, daha birçok ehemmiyetli hadise arasından, Peygamber Efendimizin (ra) Mekke'den Medine'ye göç ettiği tarihi esas almaları, hadise olarak Hicrete atfettikleri büyük ehemmiyeti gösterir.
Diğer taraftan Hicret, İslâm inkilâbının bir dönüm noktası olmuştur. Hicrete kadar geçen dönem mahkûmiyet ve mazlumiyet altında yaşanan eşi görülmemiş bir sabır ve metanet devresidir. Hicret, bu sabır ve metanetin İslâm mukaddesatına menfî tesirlerden başka bir şey getirmeyeceğinin anlaşılması ve İlâhî müsaade üzerine tahakkuk etmiştir. Böylece Hicret basit bir göç hadisesi değil, İslâmı kurtarma taktiği ve onu daha geniş kitlelere yayma idealinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten Hicretle hem Müslümanların şahısları kurtulmuş, hem de şahıslarında İslâmiyet kurtulmuştur. Yeni bir çevrede, yeni bir dostluk ve kardeşlik muhitinde yeni taraftarlarla kısa zamanda kuvvetlenme imkânına kavuşmuştur.
Hicret eden mü'minlere "Muhacirler" ismi verilmiş ve bunların faziletlerinden pekçok bahsedilmiştir. Bu sebeple hicretin İslâm tarihinde yeri büyüktür. Herkes bu fazilete sahip olma arzusunu içinde taşımıştır. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (asm) hicretin sadece Mekke'den Medine'ye göç eden mü'minlere münhasır bir fazilet olarak kalmaması, gelecek asır insanlarının da bundan hisse alması için "hicret"i bir mefhum olarak değerlendirmiştir: "Hakikî muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir."2 "Hicret, kötülüğü terk etmendir."3 "Hakiki muhacir, hata ve günahları terk edendir."4 "Gerçek muhacir Allah'ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir."5 Bir defasında hicretin en faziletlisinin hangisi olduğu sorulduğunda, Resûlullâhın (asm) verdiği cevap şu olmuştur:
"Rabbimin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir."6
Görüldüğü gibi Hicret, mü'minlerin hayatında sadece belli bir tarih hadisesi olarak kalmamış, bir irşad mefhumu olarak da varlığını devam ettirmiştir. Şu hadis-i şerif bu gerçeği çok daha açık ifade etmektedir:
"Mekke fethinden sonra hicret yok, ancak (aynı derecede sevap olan) cihad ve iyi niyet var. Cihada çağrıldığınız zaman (severek) koşun."7
Bu sebepledir ki, Ashab tarih tesbitinde Hicret üzerinde ittifak ve icmâ etmişlerdir. Müslümanlar o günden bugüne yılbaşını bu eşsiz hadiseye dayandırarak gelmişlerdir.
O günden bu güne 1429 yıl geçti. Dalâletten hidayete, zulmetten nura, şirkten tevhide, günahtan sevaba, sebeplerin karanlık perdelerinden Allah'ın yüce Kurdetine hicret edip ilticâ eden milyarlarca Müslüman muhacir dünyayı şereflendirmiştir.
İslâmın 15. asrında bir buçuk milyar Müslüman, aynı dâvâya gönül vermekte ve hicret kervanı Kıyamete doğru bir çığ gibi akıp gitmektedir.
(Kazım Güleçyüz, Üç Aylar ve Kandillerimiz)
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 189.
2- Buhârî, Rikak, 26.
3- Müsned, 4, 114.
4- İbni Mace, Fiten, 2.
5- Ebû Davud, Vitr, 12.
6- Müsned, 2. 160, 191.
7- Müslim, İmâret; 85.
|
10.01.2008
|
|
"Uzun bir ayrılıktan sonra"
Başlık, Tarihçe-i Hayat'taki Tahliller'in ilkini hatırlatacaktır. Bugün, Eşref Edib Bey'in 1952 tarihli o şiir gibi hisli, akıcı yazısından bahsetmek istemiyorum. Ancak, çok uzun zamandır yazmaktan ve sizlerden ayrı kalmanın en uygun ifâdesi olur düşüncesiyle bu başlığı seçtim.
Aslında bütün ayrılıklar uzundur. Ayrılıkların hayâli bile insanı üzmeye yeter. Fakat, yine kavuşmak ihtimâli ve düşüncesi tesellî verir. Hz. Üstâd'ın "Lev lâ müfârakatü'l-ahbâbi.." ibâresini anlatırken ifâde ettiği gibi, "Demek, en ziyâde insanı öldüren, ahbabtan müfârakattır. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış."
Sözü, pek çok gönüldaşımın bir aydır yazıp çizdiği Hilmi Doğan Ağabeyin vefâtına getirmek istiyorum. Kendisini, gençliğimin o hevâ-î ve hercâ-î dönemlerinden kurtulup Nûr'larla müşerref olduğum zaman tanıdım. Kurtulmak deyince, kendi cehd ve gayretim sonucu olduğu anlaşılmasın. Lütf-i İlâhî ile, bataklık çamurlarını misk-ü anber sanarak yaşadığım hayattan kurtarılmıştım. Hem de birkaç yıl önce merhum Hilmi Ağabeyin irşâdına sebep olan aynı zevâtın içinde bulunduğu bir kısım muhabbet fedâîsi tarafından. İsimlerini şükranla anmak israf olmayacaktır: Mirza Demir, Mehmet Uçar, Kenan Sağlam, Hayreddin Toprak, Hüseyin Pekmezoğlu! Minnettarlığım bâkîdir.
Hilmi Ağabeyin vakur, asîl, hikmetli ve şefkatkâr halleri dâimâ mânevî bir mürebbî gibi bana rehberlik etmişti. Risâle-i Nûr'un saff-ı evveli olan ağabeylerden bir kısmını, kısa süreli ziyâretlerde görebilmiştim. Onlardan yeterli istifâdeyi sağlamak nasîb olmamıştı. Ama, Hilmi Doğan Bey'in yakınımızda olmasından etkilenmemek ve gerekli dersi almamak mümkün değildi.
Bunlardan başka, dile getirmesek bile, edebiyâta; şiir ve nesre duyduğumuz ilginin varlığından olacak, kendisine karşı meclûbiyetimi hissediyordum. Bâzı şiirlerimi kendisine takdîm etmiştim. "Batman Şehrine Kasîde" başlıklı manzûmemi okuduğunda "Bir başka diyâr bul, bunu terk et, dime çünki / Burdan bulurum rızkımı, öyleyse vatandur" beytindeki ince mesajımı almış; istersem Ankara'ya tayinim için aracı olabileceğini ifâde etmişti.
Bir müddet sonra kendisi de görev îcâbı Ankara'ya gitmişti. O yıllarda sık sık Ankara'ya gider gelirdim. Maltepe'deki dershânede veya Ulus Kediseven Sokaktaki büroda ziyâret ederdim. Daha, eski hayâtımın kötü alışkanlıklarını bütün bütün terk edememiştim. Bu meyanda, Güneydoğu'daki bazı Nûr mensuplarının müsâmaha ile karşıladığı, sigara alışkanlığından da henüz kurtulamamıştım.
Hilmi Ağabeyi ziyâretlerimde, sigara kokusunu hissettirmemek için ne tedbirler aldığımı; daha doğrusu kendimi nasıl kandırdığımı, utanarak hatırlarım. Ama, bir kere olsun bu ayıbımı-diğerlerini de olduğu gibi-yüzüme vurmadığını şükranla yâd ediyorum.
Sonraki yıllarda, görev değişiklikleri ve sâir sebeplerle ziyâretlerim azaldı. Kendisini en son, bir Kocatepe mevlidinde görmüştüm. Ama biliyorum ki, bu aslâ son görüş olmayacak.
Şiir ve yazıda onun duygulu, samîmî, gönül okşayan ifâdelerine ulaşamasam da, nazımla bir miktar meşgul olan biri olarak kendisine "Ebced Hesâbı" ile bir târih manzûmesi yazdım. Yâsîn'ler ve Fâtihâ'lar arasında bu da bulunsun.
Îmanla gitdi Hilmi Doğan Bey de, mutlaka:
Gösterdi Nûr'a hep O; sadâkat, sebât, vefâ..
İtmâm eder "Celîl" diye, yazdım bu nazmımı; Târîh-i irtihâline: "Yâ Gâfire'l-hatâ!" (2007 mîlâdî)
Arûzun (Mef'ûlü/fâilâtü/mefâîlü/fâilün) kalıbı kullanılan bu nazmda, dördüncü mısra'daki "Ey hatâyı örtüp affeden Allah" anlamındaki Arapça ibâre ile üçüncü mısra'daki "Celîl" kelimesinin ebced değerleri toplamı 2007 ederek, "ta'miyeli târîh" düşürülmüştür.
Rahmetle anıyor, yakınlarına ve sevenlerine sabr-ı cemîl diliyorum.
|
Ekrem KILIÇ
10.01.2008
|
|
"Bugün göklerin ufku kararmıştır"
Abbas radiyallahü anh bildiriyor:
Mescitte idim. Ebû Cehil gelerek, "Vallahi Muhammed'i nerede secdede görürsem boynuna basacağım!" diye yemin etti.
Ben de çıktım ve Resûlullah Aleyhissalâtü Vesselâma durumu bildirdim. Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm kızdı ve mescide çıktı geldi. O kadar hızlı yürüyordu ki, içeri gireceği sırada neredeyse başı duvara değecekti. Ben de, "Bu gün kötü bir gündür!" dedim, urbamı giydim ve arkasından gittim.
Peygamber Efendimiz (asm) mescide girdikten sonra Alak Sûresini okumaya başladı. Ve Ebû Cehil hakkında inen, "İnsan kendini ihtiyaçtan uzak görünce azar" âyetine varınca birisi Ebû Cehil'e, "Ne duruyorsun Ey Ebu'l-Hakem? İşte Muhammed!" dedi.
Ebu Cehil'in ise korkudan gözleri büyümüştü:
"Benim gördüğümü siz görmüyor musunuz? Vallahi bu gün göklerin ufku kararmıştır!" diye bağırdı.
Ebû Cehil, Peygamber Efendimize (asm) yaklaşamadı ve Peygamber Efendimiz (asm) sûrenin sonuna gelince secde etti.
(H. Sahabe, 1/337.)
|
Süleyman KÖSMENE
10.01.2008
|
|
|
|