Dünden devam
KİNŞASA'YA HOŞ GELDİNİZ
Yolculuğumuz epey uzun sürdü. Siz deyin üç, ben deyim dört saat. Süzüle süzüle Kinşasa'nın üzerine vardık. Ama şehir yukarıdan hiç de cazip görünmüyordu. Her türlü sürprize açık olmalıydık. Uçak yere yaklaştıkça manzara adeta bulanıklaşıyor ve kararıyordu. Daha gökten yerde hiç iç açıcı bir manzara olmadığı görülüyordu. Uçağın motorları stop ettiğinde artık inmeye hazırlanıyoruz. İndiğimizde yolculardan fazla alan görevlilerinin bizi karşılamakta olduğunu görünce 'eyvah' dedik. Zira bu olağandışı bir halin habercisi. Ortada normal bir durumun olmadığını hemen kavrıyoruz. Sivillerden sonra sıra sıra askerler var. Bu da hiç hayra alamet değil. Muhammed'in gayri ihtiyari 'Bu askerlerden çekeceğimiz var' dediğini işitiyorum. Alana yaklaştıkça askerin hareketliliği de artıyor. Yolcularla teker teker ilgileniyor ve çizgilerini gösteriyorlar. Güya düzene sokuyorlar. Bu olağanüstü durum beni de endişelendiriyor. Kimseyle ön temasımız da olmamıştı. Bizi alanda meçhul bir gelecek bekliyor. Derken sıramız geliyor ve 'diplomatlara mahsustur' diye yazılan barakadan giriyoruz, hemen giriş damgası vuruluyor. Şip şak. 'Bu kadar kolay mıydı?' diye iç geçirdiğimiz bir sırada bir kadın musallat oluyor ve yellow card diye bir şey soruyor. Karaman'ın koyunu sonra çıkar oyunu bir durumla karşılaşıyoruz. Bu sorgu faslı başlamadan bir adam bizim ismimizi fısıldıyor. Adeta bir mucize. Sahrada bir vaha ile karşılaşmış gibi oluyoruz. İsimlerimiz bize ilk defa bir melodi gibi geliyor. Derken kadının yanına birden iki adam daha toplanıyor ve benim yakamı bırakmıyorlar. 'Dakika bir gol bir' durumundayız. Sarı kartın ne olduğundan bile haberim yok. Öyle bir şey yok diyorum. Israr edince 'galiba bunlar nüfus kağıdını istiyorlar' diye ayyıldızlı kimliğimi takdim ediyorum. Biraz ayyıldızıyla oyalanıyor ve aralarında mırıldanıyorlar. Sonra bununla da tatmin olmuyorlar ve bizi kolay kolay koyvermeye niyetleri olmadığını anlıyoruz. Al başına belâ. Artık punduna getirdiler ve bir ihlalle yakalandık. Aradıkları da zaten bu. Meğerse istedikleri şey kolera veya sıtma türü aşıların işlendiği bir sarı kartmış. Bizim Muhammed, Türkiye'de iken bunu çıkartmış. Benim bu hususta ne bilgim ne de ilgim var. Daha doğrusu sefer öncesinde İHH'nın bilgilendirme toplantısına katılamamıştım. Zannederim Düzce'de bir konferanstaydın o sırada. O kadar yoğundum ki farkında bile olsaydım çıkartabilir miydim bilemiyorum... Derken giriş damgamız vurulduğu halde pasaportumuza el koydular. Kızılhaç işareti takmış bir hemşire ile bir de doktor bozuntusu alık alık suratımıza bakıyorlar. Çattık belâya. Tam da "lâ havle" çekme zamanı. Bizi karşılayanlar istiflerini bozmuyorlar. Onlar rahatlar ve bizden de rahat olmamızı istiyorlar. Bir bildikleri olmalı. Bize habire: "bir şey yok" diye teminat üzerine teminat veriyorlar. Ben de kaç para istiyorlarsa verelim de bir an önce bu cendereden kurtulalım istiyorum. Ama galiba çilemiz var. Mihmandarlarımız rüşvetçi hemşire ve doktorlardan da anlayışsız. Güya rüşvet vermeden işi bitirmek istiyorlar ama çilesini biz çekiyoruz. Onlar kendilerini ispat etmeye çalışıyorlar. Ne denebilir: Kasap et derdinde koyun can derdinde. Bir müddet daha öyle kaldıktan sonra eşyaların olduğu bölüme geliyoruz. Olayın vahametini orada idrak ediyoruz. Daha sonra Muhammed burada tuvalet olup olmadığını soruyor. 'Ne siz sorun ne biz söyleyelim' denildiği tarzda sükutla geçiştiriliyor. Havaalanı harabeden ibaret. Duty Free denilen bölüm içki satılan bir dükkancık. İstanbul dünyanın orta yeri ise Kongo da Afrika'nın merkezi imiş. Biz hakiki Afrika'ya gelmişiz. Dostlar öyle diyor.
ORTALIK PEK TEKİN DEĞİL
Eşyamızı alacağımızı umut ediyoruz. Derken Şafak Koleji'nden öğretmenlerle karşılaşıyoruz. Adanalı doktorlar misafirleri imiş. Onlar da üç günden beri mutad bir şekile gelip çanta kontrolü yapıyorlarmış. Aktarmalı uçaklarda bagajlar en az üç gün sonra geliyormuş. Biz bir müddet bekledik ama ne çanta var ne de eşya. Kaderimize boyun eğiyoruz. Dışarı çıkıyor ve yerel bir telefon hattı ve kontür alıyoruz. İlk işimiz Kongo'ya geldiğimizi Türkiye'deki dostlarımızla paylaşmak ve İHH'ya haber vermek. Bunu yapıyoruz ancak ortalık tekin değil. Ama orada ilk dikkatimi çeken Vodacom adlı telefon şirketi. Türkiye'de ise Vodafone olarak faaliyet gösteriyor. Kinşasa Stadyumunu reklamlarla donatmışlar. Ortalığın tekin olmaması bizi fazlasıyla tedirgin ediyor. Havaalanındaki bu durumla karşılaştıktan sonra her an başımıza bir şeylerin gelebileceği tedirginliğini yaşıyoruz. Hislerimiz bizi yanıltmıyor. Yolculuk boyunca da bu tedirginliği üzerimizden atamıyoruz. Çünkü Şafak'taki arkadaşlar buraya iki yıl önce gelmişler ve daha feci durumlarla karşılaşmışlar. Ramazan adındaki bir arkadaşın pasaportu havaalanına geldiğinde havalarda uçuşuyormuş. Zaten havaalanı gazi bir havaalanı. Çok sayıda muharebe ve çatışmadan çıkmış. Bereket Ramazan Bey'in çığlıklarına birisi aynen bizde olduğu gibi karşılık vermiş. Türkçe imdat çağlığı yankılanmış ve büyükelçilik mensupları oradaymış ve devreye girmişler.
SÖMÜRGECİLİĞİN TORTULARI VE İZLERİ
Afrika'nın medeniyetten tamamen uzak olduğunu söylemek sanırım doğru olmaz. Ama etnik olarak ırkçılık ve din olarak totemcilik veya veseniyet Afrika'nın en azından bilinen tarihinde ileri medeniyetler barındırmadığını gösteriyor. Avrupa'nın Hıristiyanlaşması çıkışından ilk 300 yıl içinde tamamlanırken Hıristiyanlık fiziki engeller sebebiyle Habeşiştan ve Mısır ve Libya gibi ülkelerin ötesinde Afrika içlerinde pek yayılamamıştır. İslâmiyet'in Afrika'da yayılması ise ses hızıyla gerçekleşmiştir. Zira Roma ve Bizans'ın mezalimleri Mısır gibi ülkeleri İslâmiyet'i kabule hazır hale getirmiştir. Bu itibarla Afrika'ya medeniyet Hıristiyanlıktan sonra büyük çapta İslâmiyet sayesinde girmiştir ve uzun ömürlü olmuştur. İslâm'ın etkisiyle kurulan devletler bu medeniyetin izlerini taşımışlardır. Bugünkü Mali sınırları içinde kurulan eski İslâm imparatorlukları bunun bir kanıtıdır. Zannederim Ali Mazrui'nin Afrika ile alâkalı olarak geniş çalışması da bunu doğrular niteliktedir. Çok ilginçtir belki de bu kıtaya Hıristiyanlık öncelikli olarak Mısır ve Habeşiştan üzerinden girmiştir. İslâmiyet de aynı yolu takip etmiştir. Habeşiştan'a hicret belki de bu kıt'anın İslâmiyetle ilk tanışmasının bir başlangıcıdır. Keza Hicri 9'uncu yılda Mısır'ın fethi ile İslâm Afrika'nın derinliklerine nüfuz etmiştir. Bir yazımda da ifade ettiğim gibi Fas üzerinden alperenler rıbatlar vasıtasıyla Afrika'yı manevi olarak fethetmişlerdir. Bunun en son dalgası Sunusiler olmuştur ve 19'uncu yüzyılda belki de millyonlarca Afrikalıyı İslâmiyete kazandırmışlardır. İslâm'ın bahtsız bir asrında sunusiler ihlas ve gayretleriyle destan yazmışlardır. Çünkü İslâmiyet fıtrat dinidir.
İSLÂMİYETİN KÖK SALMASI
İslâmiyetin Afrika'ya girişi aslında biraz da fitneler yoluyla olmuştur. Fitneler İslâmiyetin intişarında bir kilometre taşı olmuştur. Sahabiler arasında gerçekleşen niza ve ihtilafların hikmeti bağlamında Bediüzzaman, Hazreti Osman sonrasında sahabilerin afaka dağılmalarının İslâmiyetin inkişafının önünü açtığını ifade etmiştir. Bir yazımda Kadiriliğin de aynı esbab doğrultusunda yayıldığını nazara vermiştim. Emevilerle rakipleri veya Abbasilerle hasımları arasındaki çatışmalar Afrika içlerine kaçışları sağlamış bu da orada tebliğ faaliyetlerini doğurmuştur. Kaçışlar ve tehcirler İslâmiyetin Afrika derinlerinde kök salmasına hizmet etmiştir. Haricilerin Emevi ve Abbasilerin önünden kaçması onları Afrika'ya taşımıştır. Keza Mehmet Ali Paşa gibi zevatın irtikâp ettiği Kale katilâmı gibi katliâmlar kölemenlerin Afrika içlerine kök salmalarına veya salınmalarına zemin hazırlamıştır. Bununla birlikte, Afrika'nın derinleri ve içleri balta girmemiş ormanlar ve fiziki engeller yüzünden ancak modern dönemlerde vahiy dinleriyle tanışmış veya karşılaşmıştır ve kaynaşmıştır. Fakat bu hususta sağlam bir gelenekten mahrum olduğu için Afrika'da din anlayışı daha ziyade eklektiktir. Bu itibarla, iptidâi hayat tarzından hemen ara bir devre geçirmeden sömürgeciliğin pençesine düşmüştür. Sömürgecilikle birlikte de misyonerlik faaliyetleri baş göstermiş ve Afrika kısmen Hıristiyanlaştırılmıştır.
-Devam Edecek-
|