Başta Van şehri olmak üzere, bölgede bu nevî sayısız müsbet hizmetler ve hareketler devam ederken, Türkiye bir ucundan bir ucuna terör olaylarıyla çalkalanıyordu. Asayişle görevli birimlerin müdahale etmesi gereken yerler zayıf kalıyordu. İktidarda bulunan Adalet Partisi’nin genel başkanı ve başbakan Sn. Demirel’in bütün ikazlarına rağmen cihet-i askeriyeden yapılması gerekenler yapılmıyordu. Bunun üzerine çok şeyler yazıldı ve yazılacak...
12 Eylül 1980 gecesi sabaha karşı yine askerî ihtilâl. Bizler bir vatanperver olarak asayişin mânevî askerliğini deruhte ederken ve mükâfat beklerken; sen misin bu vatana Allah rızası için çalışan, şarkta köy köy gezen, mevlitlerin organizesinde bulunan, şarkta temsilci olarak gezen, konuşan, anlatan; ihtilâlin 5. gününde 18 Eylül 1980 gecesi saat 03.00’te, evimizin altını üstüne getirerek, suç âleti olarak gördükleri 21 adet büyük Risâle-i Nur kitapları ile 2. Ordu Askerî Geçici Cezaevine götürdüler. Akabinde gözü bağlı soruşturmalar, yüzü aşkın suâller, yemeksiz günler, yataksız ve tuvaletsiz beton palaslar, koğuş ağalığı ve 41 gün çileli bir geçitten sonra tahliye... Akabinde “laikliğe aykırı hareket, Kâbe’yi başkent yapmak ve cemiyetçilik” gibi yerini bulmayan isnatlar ve tutarsız iddialarla açılan 2. Ordu Askeri Mahkemesi’nde 2 sene 4 ay yargılandım.
Soruşturma odalarında gözü bağlı, bütün tazyiklere rağmen vatan aşkımızdan, inançlarımızdan zerre kadar taviz vermedik. Verdiğim ifadeler yüzünden hiçbir ferd zarar görmedi. Bizler, Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” hakikatı muvacehesinde merdane konuştuk ve Risâle-i Nurlara bağlı ve sadık kalarak sağa sola inhiraf etmeyerek, 7 kişinin huzurunda gözleri arkadan bağlı olarak yüzü aşkın suallere cevap verdik. Neler sordular, ne cevaplar verdim, belki zaman seylinde, AB sürecinde çok yazamadıklarımla birlikte yazmaya çalışırım. Her şeye rağmen vatan için, millet için, ayyıldızlı bayrağımız için, namusumuz ve ittihad-ı İslâm için helâl olsun, feda olsun.
15 yıl mahkûmiyetim isteniyordu. Askerî mahkemede gözü bağlı ve çeşitli şekiller altında alınan ifadeleri tümüyle reddettim. Çünkü insan ve vicdan hakları ile hiç alâkası yoktu. 35 dakikalık ilk yoklama konuşmamda ve duruşmaya ancak muhterem avukatım İbrahim Ünlü’nün dışında 5 kişinin alındığı askerî mahkemede, heyete dönerek özetle şunları ifade ettim:
“Hz. Bediüzzaman, bizleri vatan terbiyesi ve aşkıyla, birer cumhuriyetçi olarak yetiştirmiştir. Nitekim Lemeât eserinde ‘İslâmiyet selm ve müsalemettir. Dahilde niza ve husûmet istemez’ buyurmuştur. Hz. Bediüzzaman ve onun kurduğu 4-5 bin kişilik milis kuvvetlerinde rahmetli babam, Ruslara ve Ermenilere karşı vatan ve namus müdafaasında bulunmuş, gazi ve esir olmuşlardır. Bizler bu inançla aziz vatanımızda müsbet hareket ve fikir bazında ecdadımızın izinden gidiyor ve şer güçlere vatanı teslim etmek istemiyoruz. Halkı ve genç nesilleri, asıl suçlu olan Barzani ve Talabani gibi kişilerin yoluna bırakmıyoruz. Bu vatan ve şark yörelerinde ittihad-ı İslâmı ve ülkenin birlik ve beraberliğini deruhte etmeye çalışıyoruz. Bu ihtilâl bizler için mi, yoksa dışarıda kalan esas suçlular için mi yapıldı? Bizler mükâfat ve plaket beklerken, burada yargılanmaktan hicran yarası duydum...”
Makam-ı iddiânın, aylarca bütün ısrarlarına rağmen, askerî mahkemenin muhterem hâkimleri, kendi kanaatleri muvacehesinde, şarktan gelen istihbarat raporları neticesinde, bizlerin konuşma ve müdafaaları, avukatlarım muhterem Mustafa Tuncel ve İbrahim Ünlü’nün hukukî müdafaaları neticesinde, kitapların iadesine ve şahsımın da beraatine oy birliği ile Malatya 2. Ordu Askerî Mahkemesi’nde karar verdiler. Gerek mahkeme yıllarında, gerekse 3 yıl aralıksız yaptığımız hizmet döneminde, hiç kimseden hiçbir maddî yardım almadan ve aileden intikal eden evimizi vesâireyi de satarak, kimselere avuç açmadan ve dâvâ-ı Kur’âniyeyi kimseye âlet etmeden yolumuza devam ettik. Bu safhada çok yazılacaklar var, fakat yer ve makamı değil.
Merhum Ali Uçar’ı da arıyorlardı, kendisine haber gönderdim. Adana Askeri Mahkemesi’nde yargılandı ve o da aynı duygular içinde ifade ve müdafaalarda bulundu ve akabinde o kardeşimiz de beraat etmişti. Merhum da bizler gibi İman-Kur’ân hizmetine ara vermeden devam etti. Almanya dönüşü Sofya’da geçirdikleri trafik kazasında arabada bulunan Bediüzzamanın talebelerinden merhum Bayram Yüksel Ağabeyimizle ile birlikte vefat etmişlerdir. Ruhları şâd olsun..
12 Eylül 1980 ihtilâlinin ülkeye getirdiklerinin en başında, bizim açımızdan ve bugüne bakan, vahim olarak kabul ettiğim iki nokta çok mühimdir.
Birincisi:
Türkiye’de söz sahibi, büyük nüfûza malik, ittihad-ı İslâmı tesise çalışan, huzur ve güven ortamının mânevî bekçileri hükmünde bulunan Nur cemaatini çeşitli entrikalarla ve akıl almaz dolaplarla çeşitli kollara böldüler. Uzun zaman bir araya gelmemeleri için meseleler ortaya koydular. O hâle gelindi ki, ihtilâli destekleyenler ve desteklemeyenler ortaya çıktı. Diğer cemaatlerde de bu durumlar oldu. Böylelikle ittihadı ve uhuvveti sağlayan güçler sıkıntıya uğradı. Uğradı da kime yaradı? İşte manzara ortada, buraya nasıl gelindi? İşte böyle gelindi. Türkiye’nin istinad duvarlarının mânevî bekçilerini sarsar, onları dışlamaya ve bölmeye çalışırsan, her şeyi ağzına yüzüne bulaştırırsın. Sorarlar bunları kimin adına yaptın? 1980 nere, 2007 nere? Aradan 27 yıl geçmiş. Bir gencin ömrü kadar, yazık ve günah değil mi? Hicran, elem, ıztırap, dehşet ve vicdan azabı değil mi?
12 Eylül 1980 ihtilâlinin ikinci büyük hatası; ihtilâl akabinde partilerin kapanmasıdır. Daha sonra, başta Demirel ve Ecevit olmak üzere siyasî liderlerin yasaklı hale getirilmeleri ve Zincirbozan’a gönderilmeleri, ortada çok büyük bir uçurum meydana getirmiştir.Yani ihtilâl öncesi hatalar, ihtilâl sonrası yasaklamalarla ve parti kapatmalarıyla devam etmiştir. Bununla da kalınmayarak, sonradan kurulan 3 parti seçime sokulmuş, diğer partiler seçim dışı bırakılmıştır. Adama sorarlar: Nerede Cumhuriyet Türkiye’si ve nerede çoğulcu parlamenter sistem? En çok üzüldüğüm taraf, ihtilâlciler milleti ordudan soğutmuşlardır, geçmişteki ihtilâller gibi ve ülkenin yürüyen lokomotifine taş konulmuştu ve raydan çıkmıştı.
Bir örnekle bunu perçinlemek isterim. Van ilinin, diğer şark illeri gibi simge isimleri, büyük aşiret reisleri vardır. Bunlar vatanperver insanlardır ve daima demokrat misyonun yanında yer almışlardır. Meselâ merhum Kinyas Kartal, Büroki aşiret reisidir, hangi partiden koysa milletvekili seçilir. Geçmişte Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nden yıllarca milletvekilliği yapmıştır. Van’daki potansiyeli çok geniş bir zat idi. Partinin kapatılması ve bu muhterem zatın vefatı, demokrat misyona gelen reylerin parçalanmasına, aşiret potansiyelinin bölünerek başka partilere gitmesine ve çoklarının boşlukta kalmasına sebep olmuştur.
Hakkari böyle, Kars böyle, Ağrı böyle, Bingöl ve Diyarbakır böyle oldu. Hangi güçler bunu yapıyor ve yaptırılıyor. Türkiye genelinde uzun yıllar, siyasî istikrarsızlığın ve karizmatik liderlerin yokluğunda boşlukta kalmış iç ve dış politika zaafa uğramıştır. Çünkü şimdi de görülüyor ki, devlet adamı kolay yetişmiyor ve yetişmez de. Bazıları Allah vergisidir...
Bizler o tarihlerde, Hz. Bediüzzaman’ın çizgisinde, Ahrarlar mânâsında Adalet Partisi’ni destekledik. Bir çok arkadaşımla birlikte merhum Kinyas Kartal’ın yanında yer aldık ve bir çok aşiret reisleriyle, ilçe belediye başkanlarıyla vesâir kişilerle görüşerek demokrat misyonun ülkeye fayda getireceğini, yaptığı hizmetlerin inkâr edilmeyeceğini, ülkenin birlik beraberliğini sağladığını, çetelere taviz vermediğini ve eşkiyaya dur dediğini söylemişizdir, dâvâ etmişizdir. Bugün gelinen nokta, ihtilâlin ürünüdür. Yoksa benim bildiğim aziz diyarımız, serhat şehirleri bu hâle gelmezdi ve getirilmezdi, vebal onlara aittir. Kanaatim şudur ki, o diyarlar ve o toprak parçaları için dış güçler var kuvvetleriyle oyunlar oynamakta ve entrikalar çevirmektedirler. Kavga topraktır, kavga haritadır ve kavga petroldür. Hedefleri odur ve bu hedeflerine anarşizm, kaçakçılık ve terörle varmak istemektedirler. Yoksa ABD ve onun maşalarının oralarda ne işi var? Hz. Allah yardımcımız olsun…
1980 yılı, öncesi ve şimdiki
sınır güvenliği ve korucular
Bu günler ile o günler arasında kıyaslanmayacak kadar boşluklar vardır. 1980 ihtilâli sonrası, asayiş, istikrar ve güvenlik getireceğiz diyenler, adeta sınır kapılarını açmışlardır, yol geçen hanına dönmüştür ve maalesef karakollar, dışarıdan sonradan ihdas edilen “Geçici köy korucuları” tarafından korunmaya başlamıştır. Bu büyük bir acziyettir. Kahraman ordusuyla dünyanın ilk dört ordusunun içine giren silâhlı kuvvetleri, hiçbir kimse bu şekle döndüremez ve aciz gösteremez. Bir savaş hali yokken; askerliğini bitirmiş, 55-60 yaşına kadar olan korucuları yüzü aşkın köyde istihdam etmek, onlara “Karakolları ve köyleri koruyun” demek ve karşılığında asgarî ücretle onları vazifelendirmek fevkalâde acziyettir ve hicrandır.
600 bin askerimizi, 270 bin polisimizin ve sayısı belli olmayan özel harekât timlerinin bulunduğu bu vatan topraklarında, 60 bin korucunun 2007 itibarıyla bulunması şunu göstermektedir. “Bizler ihtilâl yaptık veya diğer siyasî iktidarlar geldi; fakat sınırları, köyleri koruyamıyoruz” mânâsı çıkar ve dağdaki eşkıyaya, sınırımızdaki düşmanlara kuvvet verir. Defalarca yazılar yazdım, her yerde konuştum, yanlıştır. Sn. Süleyman Demirel’e kadar gittim, kendilerine sürekli mektup yazdım. Eski Van Valisi M. Yılbaş ile görüştüm, ordunun üst düzeyindeki demokrat subaylarımıza, eski emekli generallere anlattım. Onların da makul ifadelerine rağmen, maalesef halen devam etmektedir.
Devam etti de ne oldu? Terör azaldı mı? Kaçakçılık azaldı mı? Sınır güvenliği arttı mı? Hayır. Çünkü görünen tablolara bakalım: Türkiye’nin iç bölgesinde mazot fiyatları 2.360 TL. Benzin 3.000 TL. Van-Başkale ve Yüksekova’da mazot fiyatı, litresi 500 TL. Benzin 600 TL. Başkale, Yüksekova, Van arası İstanbul Boğaz Köprüsünü andırır; yüzlerce çeşit araba ve hepsinin depoları yüksek tonajlı olmuş; mazot ve benzin kaçakçılığı yapmaktadırlar.
Bunlar yağmur olup gelmiyor, bunlar sınırdan geçiyor. Bu işler ve bu geçitleri sağır sultan da biliyor. Soruyorum: Bunların ortakları kim ve nasıl rahatlıkla binlerce litre Türkiye’ye yağmur gibi yağıyor. Bununla da bitmiyor, her türlü kaçakçılık serbest olmuş. Okullardaki konferanslarımda söylüyorum. Geçmiş dönemdeki içişleri bakanına bir milletvekili soruyor: “Yüksekova’dan Türkiye’ye 100 milyar dolarlık uyuşturucu giriyor ve 25 milyar dolarlık kısmı Türkiye’de kalarak diğer kısmı Marsilya’ya gidiyor. Bunlar nasıl ve kimler tarafından yapılıyor?” O milletvekiline cevap vermediler, bana hiç vermezler, fakat bu şehid ve şühedaların babalarına vermeleri lâzım.
Ekim 2007’de basında yer alan sigara kaçakçılığının karşısında insan hayrette kalmaktadır. “Türkiye’ye yılda bu sefer kaçak yollardan ve çeşitli kanallar vasıtası ile yılda 2,5 milyar dolar kaçak sigara giriyor. Kaçak sigara ticaretinin sahipleri ve işi yürütenler PKK ve onların himayesinde. Böylelikle yurdumuza giren kaçak sigaradan PKK teşkilâtına yılda Türkiye’den 2,5 milyar dolar gidiyor; silah, kan, baskın ve terör olarak dönüyor...”15 Tekrar soruyoruz; nerede sınır güvenliği ve bu güvenliği sağlayanlar kimler?
Daha vahşeti ve şeffafı, Yüksekova’dan, Cizre’den, Silopi’den veya Cilvegözü’nden ve Habur sınır kapılarından kaçak giren sayısız mülteci, her gün Türkiye’nin bir ilinde, bir kamyon ve tır içinde yakalanıyor veya trafik kazalarında ortaya çıkıyor. Peki bir ülkenin vatandaşı olarak sorulmayacak mı: Bunları kim ve ne karşılığında sınırdan geçiriyor? Şimdi millet adına soruyor ve yazıyoruz: Bu kadar açıklar ve yanlışlar varken, neden teröristler vagon dolu silâhlarıyla Anadolu’nun ortasına kadar gelmesinler? Rahatlıkla geliyorlar. Neden karakollara kadar gelmesinler? Sınır yol geçen hanı haline gelirse bunlar olacaktır. Kanayan bu yarayı, elbette, başta asayiş kuvvetleri ve ülkeyi yöneten siyasiler tedavi edecektir ve boyunlarının borcudur. Millet, bunun için onlara o maaşları veriyor ve vazifelerin deruhtesini bekliyor. Caddelerdeki kalabalıklar ve çıkan gür sesler de boşa çıkmıyor; her seste bir mânâ ve her seste bir makam vardır.
Netice olarak:
Kurutulması acil olan terörün yalnız Türkiye’deki faturası: Türkiye’de son sınır karakolu baskınındaki şehitlerin dışında, 1984-2006 arasındaki 22 yılda 46 bin terör eylemi olmuş ve 36 bin vatandaş ölmüş. Türkiye’ye 22 yıllık terörün maliyeti 300 milyar dolar. Bunun karşılığında 7 GAP yapılır, 33 bin km otoban yapılır, 5 milyon derslik, okullar açılır, yüzü aşkın Boğaz Köprüsü vs. yapılırdı. Eğer aynı kafayla sivrisineklerle uğraşıp bataklık kurutulmaz ise, nasıl bitecek bu elim manzara? Yoksa “Alın bu toprak parçasını, sizin olsun” mu denilecek? Yoksa ABD’nin yeni bir haritasına mı boyun eğilecek?
Bosna-Hersek’te 3 yıl içinde 400 bin kişi katledilmiş. Kosova’da, Sırpların hunharlığından toplu katliâm mezarlıklar çıkmakta. Cezayir’de 30 bin kişi, Afganistan’daki 8 yıllık mücadele ve savaşta 2 milyon kişi kırılıp yok olmuş. İkinci Dünya Savaşında tesbitlere göre, 55 milyon kişi ölmüş. Son yıllarda ise, Azerbaycan, Gürcistan ve Çeçenistan’da ölenlerin sayısı belli değil. 8 yıl süren İran-Irak savaşı, Körfez Savaşı ve Afrika’daki dış güçler kaynaklı katliamları topladığımız zaman, korkunç tablolar gözlerimizin önüne serilmektedir.
Irak’ta olan hunhar katliâmı dünya milletleri seyrediyor ve hâlen askerlerini geri çekmediler. Vicdanı olan herkesin bu feryada koşması ve çare bulması lâzımdır. Şimdi bunlar yetmiyormuş gibi Türkiye’nin eli kolu bağlanmış vaziyette. Çünkü artık Irak denen komşumuz şeklen var, esas komşumuz ABD olmuştur. Petrol kaynakları hitama eresiye kadar veya garantiyi bulduktan ve kuyuların başını tamamen koruma altına aldıktan sonra çekilebilir. Yani 30-40 senelik yeni komşumuz, bu bölgede istediği gibi at oynatacaktır.
Bütün bunlara rağmen ümidimiz elbette olacaktır ve bu ümit ve müjde dinimizin emridir. Vatan ve milletimizin selâmeti için de, her türlü gelişmeye ve fikir teâtisine açık olmalıyız. Küçülen dünyada, dünya milletleriyle yarışta başarılı olmak için, asliyetimizi ve millî birliğimizi bozmamak şartıyla, pratik hayat için ne lâzımsa yapılması elzemdir. Bu hususta; birlik, yani ittihad-ı kulûb, muhabbet-i millî, maarif, terk-i sefahet ve ferdin çalışması esas unsurlardır. Bu unsurları hamur haline getirmek, devletin ve milletin işbirliğiyle husûle gelir. Bu tesbitlerin tahakkuku devam ettikçe güzel günler gelecek ve akan gözyaşları dinecektir. İnşaallah bu aziz yurdumuz gül ve gülistan olacaktır. Yeter ki herkes kendi âleminde sahip çıksın ve çıkmaya çalışsın.
Bediüzzaman çok ümitli olduğu bu vatan evlâtlarından, meşrûtiyetin başlarında neşrettiği “Hürriyete Hitap” başlıklı makalesinde bahseder: “Himmeti süreyya kadar teâli ve ahlâki o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü edeceğinden; Eflatunları, İbni Sinaları ve Bismarkları, Decartları ve Taftazanileri, inşaallah, geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Rumeli tarlası, çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyyen ümitvârız”16
1900’lü yılların başında, çağın imamı, müçtehidi ve müceddidi Hz. Bediüzzaman âlem-i İslâm’daki manzaralara, tarihten gelen hadiselere ve elim vakıalara vakıftır. Bu itibarla gayet öz ve kesin bir söz sarf eder ve çıkış yolu gösterir. Bu sözün izahı birkaç makale ister ve bugüne gayet şeffat olarak da işaret eder:
“Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.”17
Merhum Mehmed Akif Ersoy, İstiklâl Marşımızdaki şu mısraları sanki dün yazmış gibi, hislerimize tercüman olmaktadır:
“Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Ruhumun Senden İlâhi şudur ancak emeli
Değmesin mâbedimin göğsüne nâmahrem eli
Bu ezanlar ki, şehadetleri dinin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli…”
—SON—
Dipnotlar:
15- Basın, 26 Ekim 2007
16- B.S.Nursî, Divân-ı Harb-i Örfî, s. 83
17- Hakikat Çekirdekleri, 2. Bab., B.S.Nursî
|