Pinokyo ölmedi, hâlâ yaşıyor!
Birçoğumuz Pinokyo çizgi film karakterini hatırlar. Sahibine yalan söyledikçe, burnu uzayan ve sahibini çileden çıkaran işte o çizgi film kahramanıdır Pinokyo. Bu çizgi film karakterinin uzun burnundan esinlenerek imal edilmiş olsa gerek, bir zamanlar Pinokyo marka bisikletler de vardı. Neyse...
Burnu yalanlarından dolayı uzadığı bilindiğinden, ahali onun o gün yalan söylediğini biliyor. Hatta bu görüntü, ahalide, “ya bizim de burnumuz uzarsa?” düşüncesini uyandırıyor. Ve müsbet bir intibaını da beraberinde getiriyor. O çizgi film senaristinin niçin böyle bir karakter oluşturduğunu, hangi halette senaryoyu yazdığını bilemiyorum, ama ortaya koyduğu vizyon çok önemli bir düstur teşkil ediyor. Zira çizgi filmin yayınlandığı dönemde, çocuklar yalanı o yönüyle algıladılar. Yalanın kötü bir şey olduğunu ve antitezi olan durum, doğruluğun ise iyi bir şey olduğunu bildiler nispeten.
Gelelim günümüze... Yalan söylemek o kadar aşina bir durum ki, adeta mübahlaşmış. Ee! Pinokyo gibi burunlar da uzamıyor ve hukukî bir yaptırım da yok ne de olsa. Hükmetmek ve mahpusluk arasına sıkışan rüşvet gibi faktörler var. İşte o faktörler bunu ortadan kaldırıyor. Tabi bizim ülkeden bahsediyorum.
Ha! Bizim ülkemizde burnu uzunlar var. Var ama onların burun uzunlukları başka. Malûm, Doğu Karadenizli vatandaşımızın burnu, ekseriyet uzun oluyor. Alınmamalarını temenni ederim. Yani yalancılıkla alâkası yok.
Ben sıklıkla yazı yazanlardan değilim. Çünkü her yazının oluşumunda muhtelif sebepler olur diye düşünürüm kendimce. İşte bu yazıyı yazdıran sebeplerin başında da yalan olgusu etken olduğu için bugün bunları yazmayı düşündüm. Yalanla ve yalancılarla başı dertte olan ve bu dertten muztarip olanlar vardır mutlaka.
İnanıyorum ki, onlar da, bendeki vaveyla içersindeler. Çünkü sıkıntı oluşturuyor yalan denilen şey vücutta ve ruhta. Bu, bilimsel olarak da ispatlanmış bir iddia. Yalana ya da onun fiziksel hali ihanet ile karşı karşıya kalanlarda, vücutta bilhassa sırt bölgesinde değişiklikler hissediliyormuş. Tabii, yalan söyleyenlerde de vücut değişiklikleri oluyor. Gözlerin feri, kulaklar, ten rengi, yüz hatlarındaki değişikler gibi. Ama gelişen dünyada bu etkenleri de atlatan yalancılar da mevcut. Vurdumduymaz kişilikte insanlar, relakslaşmış tavırlarıyla bunu atlatmış. Fark edilmiyor doğruluğu ile yalancılığı. Örnek çok... Kişiye inanıyorsun, borç para veriyorsun, sonra sana takıyor bir kulp gibi bir takanak...
Mahbub oluyorsun birine, gönül verirsin, sonra bir yalanıyla kala kalıyorsun. Kalbini veriyorsun ona, yalanlarla, ağlıyorsun kana kana. Birine değişik girişimlerde kefil oluyorsun, sonra da rezil... Hakeza ve hakeza... İşte böyle neticeler veren, çirkef mi çirkef bir şeydir yalan. Sadece yalan değil tabii ki. Yalanın akrabaları da var. Riyakârlık, dalkavukluk, entrika vs.
Hatırlarsanız eski ABD başkanı Clinton hukukî bir soruşturma geçirmişti. Mevzu başka idi. Ama yargılanma sebebi o değil di tabi. Yalan söylemişti mercilere.
Bakınız yalan hiçbir ortamda prim görmüyor işte. Hiçbir dinde yeri yok. İstisnalar hariç tabi.
Yalan söylemeyi, bir bacağını kaldırarak; mubahlaştırmak kendini kandırmaktan başka bir şey olmayan bir batıl inançtır. Deve kuşunun saklanmasıyla, insanın doğru konuşmaktan, doğruyu söylemekten kaçması aynı türden safsatadır. Çünkü doğruluk hep bir tanedir. Dolambaçlı doğru yoktur, olur mu sizce?
Ufak bir yalanı temizlemek kaç tane yalan söylememize mal olacak acaba? Bir düşünün. Düşünmüşken uhrevi cihetini de göz ardı etmeyin. Nitekim Efendimizin (asm.) Mü’minin, birçok günahı işleyebileceğini ancak “Mü’min yalan söylemez” olarak buyurduğunu unutmamak gerekir.
Yalan öyle bir şey ki, gözle görülmüyor, bilinmiyor zahiri olarak... İki dudak arasındadır. Ya da yapacak hallerimizde mahfuzdur. Şekli ne olursa olsun, acısı da pek büyüklüktedir yalanın. Çünkü doğru olduğunu bilerek bir şeylerden feragat edilebiliniyor, geri dönüşü olmayan işler yapılabiliniyor.
Empoze edilen yalana göre birçok irili ufaklı ümitler içinde olunuyor ve buna göre de birtakım planlar hazırlanıyordur ve daha birçok şey. Netice itibariyle tabiî ki hep hüsran oluyor. Çok müteyakkız olmak gerekiyor yalanın sallapati gezdiği bu zamanda.
Her an karşımıza çıkabilir! Etrafımıza baktığımızda yalandan darbesini yemiş insanlar var, biliyoruz. Müteaddit sonuçlarını da... Buda görülüyor ki Pinokyo ölmemiş. Burnu uzamayan cinsinden bir sürü Pinokyo, erkek ve dişi olarak hâlâ aramızda.
Doğru kişilerle, doğrulukla kalın... Ufukta onuncu köy görünüyor.
Huzur ve ebedî saadetin, ‘Dosdoğru’nun yolu da doğruluktur...
|
Şefkatin mihrabı (2)
Neslihan Hanımın yüzündeki belirsizliğin yerine sevinç almıştı. İçi içine sığmıyordu. Aynı duyguları eşi de yaşıyordu. Hastaneden mutlu bir şekilde çıktılar. Duâlar kabul olmanın güzelliğini sunuyordu. Tam dokuz ay süren bir bekleyişin ardından minik Nilay dünyaya geldi. Anne ve baba hâlâ bu minik yavrunun evi şenlendirdiğine inanamıyorlardı. İlk kırk gün zor geçti. Geceleri sabaha kadar uyumamak… Bebeğin ağlamaları hiç durmuyordu. Bu ağlamaları duymak için az mı çırpınmışlardı? Şimdi rüyaları gerçekleşti. Ama rüyaları minik Nilay’ın sürekli hasta olmasını kâbusa çevirmişti. Her gün hastane yollarını aşındırmak artık çok zor geliyor. Nerdeyse her gün hastaydı. Annesi geceleri bebeğinin başından hiç ayrılmıyor. Onun başının ucundayken hep duâlarda kendini buluyordu. Bebeğine bir şey olmasını istemiyordu. Bu kadar yıl bekle sonrada onu kaybet. Bu düşüncelerle geceler hiç çekilir gibi değildi. Hep kucağında tutuyordu. Ona sıkıca sarılıp ağlıyordu. Tam dokuz ay böyle geçti. Bebeği bu son günlerde iyi di. Şimdi emekliyor. Neslihan Hanım kızı emeklerken onun peşinden koşmayı çok seviyordu. Onu kucağına almak, onu sevmek bir anne olarak ne büyük bir zevkti. Bu annelik duygusu ondan müthiş bir şefkat duygusunu da ortaya çıkarmıştı. Daha önce kendisinde böyle bir duygunun var olup olmadığını bilmiyordu. Kızını karnında ilk hissettiği andan itibaren bu duygunun havasında solumaya başlamıştı. Kucağına alışından sonra da sanki şefkatin mihrabına oturmuştu. Onun nazarında diğer annelerin evlâtlarına da o şefkati gösterebiliyordu. Yolda gördüğü bir kediye masum bir şekilde bakıyor ve diğer insanlarda bundan nasibini alıyordu. Annelik Neslihan Hanımı çok değiştirmişti. Meğerse, annelik dünyanın en güzel duygu ve şefkati adına da bir çok şeyi de veriyormuş.
Bebeğinin yine hastalanması kötü günlerin işareti oldu. Ateşi hiç düşmüyordu. Öksürüklerden bebek artık nefes alamayacak duruma gelmişti. Boğaz enfeksiyonu geçirmesi. Neslihan hanımı günden güne daha çok üzüyordu. Bebeğini kaybetme korkusu bu günlerde yine ağır basmıştı. Özellikle o gece bebeğini hastaneye zor yetiştirmişlerdi. Doktorun söylediğine göre biraz daha geç kalsalardı bebek ölebilirdi. Demek ki bebeğinin durumu çok kötüydü. Artık geceler yine bebeğinin başında geçiyordu. Bu onun için çok zor değildi. Yeter ki bebeğine bir şey olmasın. Bu gece bir kez daha anladı ki annelik hiç kolay değildi. Belki de en zor meslekti. Ateşler içinde yanan bebeğini kucağına almak acıma hissini ne çok ortaya çıkartıyordu. Alnını öptüğünde dudağında hissettiği sıcaklık gözyaşlarının akmasına sebep oldu.
O gecenin sabahında bebeğinin sesini duyamayan Neslihan Hanım yataktan deli gibi fırladı. Bu saatlerde bebeğinin sesiyle uyanırdı. Soluk soluğa bebeğinin beşiğine yaklaştı. Bakmaktan korktu. Ya bebeğine bir şey olmuşsa! Birkaç adım attıktan sonra beşiğin içine baktı. Bebeğinin arkası dönük vaziyetteydi. İlk önce uyuyor zannetti. Ama nefes alışını duymayınca korku bütün bedenini sarmaya başladı. Adeta titriyordu. Bebeğini yana çevirdi. Öldüğünü anlayınca acı bir çığlık odayı kapladı. Eşinin çığlığıyla yataktan fırlayan baba eşinin kucağında bebeğinin sarılır şekilde görünce dizinin üzerine çöktü. Neslihan Hanım ağlayarak:
-Bebeğim ölmüş.
Baba elleriyle yüzünü kapattı. Bunca yıldan sonra gelen bebek gitmişti. Neslihan hanım taktir Allah’ın deyip dayandı. Ama uzun süre kendi toparlaması zor oldu. Odasına her girdiğinde, bebeğinin kıyafetlerine dokununca acısı artıyordu. Tam bir hafta boyunca yemek yemedi. Bu geçen birkaç ay boyunca hep bebeğini düşündü. Tam sevilecek çağda onu kara toprağa vermişti. Bebeğini ilk kucağına alacağı zaman onu kaybedeceğini asla aklının ucundan bile geçmedi. Önce hiç annelik duygusunu bilme, uzun süre anne olmak için çaba harca; bu duyguyu da öğrendikten sonra mahrum ol. Bilmek bilmemekten daha acıydı. Şimdi onun hasretine dayanmaya çalış.
Neslihan Hanım bebeğinin ölümünden birkaç ay sonra yeniden hamile olduğunu anladı. Bu acının üzerine serptirilmiş bir mutluluk diye düşündü. Tekrar anne olacaktı. Şimdi bu bebek değerin üzerinde bir değere sahip olacaktı. Yıllarca çocuk sahibi olma, sonra verilen bir bebeği kaybet… Evlât acısını tadan bir anneye teselli olacak ancak başka bir evlâttı.
Neslihan hanım ikinci çocuğu da kız oldu. İlk kızında çektiği acıları bu bebeğinde çekti. O da ölen ablası gibi hep hastalık geçirdi. Geceler boyu annesi başucunda bekledi. Bu kızını da kaybetmemek için hep dualar etti. Ateşi az çıksa soluğu hastanede alıyordu. Çok hastalık geçiren bu bebeği ablası gibi ölmedi. Ama ucundan kıyısından ölümün yanı uğradı. Annesine yine korkular buhranı hep yaşattı. Bu anne ve baba hep evlâtlarıyla imtihana tabi tutuldu. Bu imtihanda çok iyi anladılar ki: bebek sahibi olmayı istemek yetmiyordu. Onun getirisinde her şeye katlanmak… Eğer bir şeyi yürekten istiyorsan, eline geçtiğinde de kıymetini bileceksin ve sonra oflanmayacaksın; çünkü o şeyi istemişsin.
|