|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Veya göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkü onların mı? Eğer öyleyse sebeplere yapışıp göklere yükselsinler de kâinatı kendi bildikleri gibi idare etsinler!
Sâd Sûresi: 10
|
15.12.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Yeryüzündekilere merhamet et ki, göktekiler de sana merhamet etsinler.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 537
|
15.12.2007
|
|
Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder
Suâl: “Ne diyorsun, ‘Vücudu hastalıktan şişerek dolgunlaşmış kimseyi güzel gördün.’ (Arap atasözü) Hâl-i hâzırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder; hem de zaafta, kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek, târif ettiğin meşrûtiyet daha bize selâm etmemiş; tâ ki, biz de ‘Ehlen ve sehlen’ desek?”
Cevap: Hayır! Aksine, ben bir akarsudan su almak istedim. Bir bulutun çalışıp yağmur indirmesini arzu ettim. Siyah gözlüyü güzel gördüm. Ben hûri gibi güzel, hür bir hürriyeti methettim.
Fakat, sizin dîvâneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrûtiyetin hatâsı değil, belki kafanızdaki cehâletin zulmetindendir. Siz dîvânelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha asker gelmeden, alâküllihâl vermeye mecbur olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.
Siz diyorsunuz: “Şimdiki hükümet eskisi gibi zayıftır.”
Evet; kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk, doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat, o kabre müteveccihen iner, eğilir, girer; şu ise, doğrulur, şebâbe doğru yükselir.
Suâl: “Neden böyle bulanıktır, sâfî olmuyor?”
Cevap: Yüz seneden beri harâba yüz tutan birşey, birden yapılamaz. Size bir misâl söyleyeceğim. Bir bulagbaşı, çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş, sonra da onu tasfiye için o pislikleri içinden çıkarılırsa ve bir havuz gibi yapılırsa, acaba pınarın suyu bir zaman bulanık olarak gelmeyecek mi? Fakat merak etmeyiniz; âkıbet berrak olacaktır.
Münâzarât, s. 28
Lügatçe:
ehl-i hamiyet: Karşılıksız fedakârlıkta ileri gidenler.
müstebid: Baskıcı, diktatör.
emvâl-i emîriye: Devlete ait olan mallar.
şebâb: Geçlik.
bulagbaşı: Kaynak, pınar.
tesemmüm: Zehirlenme.
|
15.12.2007
|
|
Acaba dünyaperest miyim?
Ahirzamanın en büyük mânevî rahatsızlıklarından birisi de dünyaperestliktir. Bu rahatsızlığa yakalanmayanlara ne mutlu, ancak çoğumuz az ya da çok bu rahatsızlığı hissetmiştir.
Bunu anlamak için “Acaba dünyaperest miyim?” diye bir doktora görünmeye de gerek yoktur.
Ebedî olan ahiret hayatını henüz göremediğimizden, üzerinde yaşadığımız dünyayı ve içindekileri peşin bir mutluluk sebebi sayarız. Her ne kadar elemli, fani, geçici lezzetler olsalar da… Bir üzüm yedirip, on tokat vursalar da… Zehirli bal hükmünde olsalar da…
Hatta yeri gelir, nefsin ya da bedenin alacağı peşin hazlar uğruna ebedî bir rahat ve saadet feda edilir. Yani elmas, kırılacak olan âdî cam parçaları ile değişilir. Yeri gelir, dünya malı ya da şöhreti için inançtan, dinden tavizler verilir.
Geçici dünyadaki kısa bir rahat ve zevk için nefis ve beden hesabına çalışmanın verdiği mânevî bir sarhoşlukla sonrası unutulur ya da düşünülmek istenmez.
Buna benzer belirtiler bu hastalığı teşhis etmemizi kolaylaştırır. Önemli olan da bu rahatsızlığımızı teşhis edebilmemizdir zaten. Teşhis edebiliyor ve kurtulmak da istiyorsak tedavisi mümkündür.
Asrın tabibi Bediüzzaman Said Nursî her konuda olduğu gibi bu konuda da bize Kur’ân’dan reçeteler sunmuştur. Dünya’nın cazibesine kolayca kapılmaya müsait olan gençler taifesine “Gençlik Rehberi”, fıtraten his ve heveslerine çabuk mağlûp olan hanımlar taifesine “Hanımlar Rehberi”, imtihanın farklı bir boyuta ulaştığı ihtiyarlık zamanı için ise “İhtiyarlar Risâlesi” dünyaperestlik ve daha birçok hastalığa çare ve şifa olan manevî ilâçlardır.
Biz bu ilâçları düzenli olarak kullanırsak, akıl, kalp, ruh gibi daireler de tam ikna olur ve ebedî lezzetleri bu dünyada dahi kabiliyetleri nisbetinde bir derece tatmaya muvaffak olurlar.
İnsan olarak, içinde yaşadığımız hanemizi sevdiğimiz gibi dünyayı da çok severiz. Ancak bu dünya sevgisi bize Cenâb-ı Allah’ı ve ahireti unutturacak derecede olmamalı. Dünya ve içindekilere karşı duyduğumuz sevgi, Allah ve Resûl-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselâm’ın sevgisinin
üzerine çıkmamalıdır.
Dünyayı da tıpkı bizim gibi fani, vazifeli bir memur olarak düşünmeliyiz. Vakti geldiğinde dünya da her canlı gibi ölecektir. Dünyaya bu nazarla baktığımız zaman, yani Cenâb-ı Allah’ın onu bizi kısa bir süre ağırlamak için bir mesken olarak yarattığını düşündüğümüzde dünya sevgimizin boyutu değişecektir. “Fâniyim, fâni olanı istemem” diyebilmeliyiz. Sevgimiz, bizi kısa bir süre ağırlamak için dahi dünya gibi bir sarayı halk edene, bu kadar masrafı yapan Zâta yönelecektir. Dünya ve içindekileri de, Yaratandan ötürü seveceğizdir.
Dünya ve ahiret dengesini bu şekilde sağlamak mümkündür. Nitekim duâlarımızda “Allahım, bize dünyada ve ahirette iyilik ver” diyoruz. Hem dünya için hem de ahiretimiz için hayırları, güzellikleri, iyilikleri isteyebiliriz. Fakat sırf bu dünya için istersek ve bu yönde çalışırsak, hayatımızın ahiret kanadını ihmâl edersek işte o zaman hataya düşeriz. Ebediyet sermayemizi kısa, fani dünya hayatı için zâyi etmiş oluruz.
|
Mehtap YILDIRIM
15.12.2007
|
|
ESMÂ-İ HÜSNA
Zi’t-Tavl
Allah (c.c.), Zi’t-Tavl’dir. Yani, geniş ihsanlar ve sonsuz zenginlikler sâhibidir. İkrâmı ve ihsânı bütün zamanlarda, bütün mahlukâtına şâmildir. Cenab-ı Allah’ın lütfu bol, feyzi geniş, bereketi hadsiz, ikramı hesapsız ve nîmetleri sayısızdır. Zi’t-Tavl ism-i şerîfi Kur’ân’da zikrolunur. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“O günahı bağışlayan, tövbeyi kabul eden, cezâsı şiddetli olan ve Zi’t-Tavl olandır (lütfu bol olan). Ondan başka İlâh yoktur. Dönüş Onadır.”1
Bedîüzzaman’a göre, başta insan olmak üzere, bütün hayvanlar için gayp perdesinden muntazaman gelen rızıklar, Allah’ın merhametinin cemâlini gösterir. Bütün yavruların, başları üstünde annelerinin sînelerine asılmış bulunan tatlı, sâfî ve kevser ırmağı gibi akan süt ile mu’cizâne biçimde doyurulmalarını gören, Allah’ın merhametinin sevimli cemâlini görür.
Yeryüzü sofrasında misafirlerine hazırlanan hadsiz gıdaların ve yiyeceklerin ayrı ayrı güzel kokularına, muhtelif süslü renklerine, çeşit çeşit hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk ve lezzetine yardım eden cihazlarına ve duygularına dikkat eden, Kerîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Rahîm olan Cenab-ı Hakkın ikram ve kerîmiyetinin gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini müşâhede eder.2
Hamd ve senânın, medih ve minnetin Cenab-ı Hakka lâyık ve Ona mahsus olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, nîmetlerin, bereketlerin ve lezzetlerin Allah’ın dâimî hazinesinden çıktığını kaydeder.
Bediüzzaman’a göre insan, nîmetlerin tükenmesinden hüzün çekmemeli, ıztıraba düşmemeli, lezzetin yok olacağını düşünüp elem duymamalı, feryat etmemeli, ağlayıp sızlamamalıdır. Zîrâ, rahmet hazinesi tükenmemekte; nîmet, lezzet ve bereket sonsuz bir rahmetin meyvesi olarak ikram edilmektedir. Ağacı bâkî olduğundan, meyve gitse de, yerine gelen vardır.
Bedîüzzaman’a göre insan, nîmetin lezzeti içinde, o lezzetten yüz derece daha ziyâde lezzetli Cenab-ı Hakkın rahmetinin iltifâtını düşünse; o nimetten aldığı lezzet yüz derece daha artabilir.
Bir padişahın hediyesi olan bir elma lezzeti içinde nasıl ki, bin elma lezzetinden fazla bir şâhâne iltifat lezzeti var ve herkesçe hissedilmekte ise; Allah’ın nîmetleri üstünde söylenen hamd ve şükür ile, yani nîmetten nîmeti vereni hissetmek ve tanımakla, yani Allah’ın rahmetinin iltifâtını, şefkatinin teveccühünü ve nîmetlendirmesinin güzelliğini ve devâmını düşünmek sûretiyle de; nîmetten binler derece daha leziz, daha geniş ve daha yüksek mânevî bir lezzet kapısı insana açılmaktadır.3
(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mü’min Sûresi: 3
2- Şuâlar, s. 72
3- Mektubat, s. 220
|
15.12.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Resül-i Ekrem Efendimiz (asm) şerefli sahabesi ile sohbet ederlerken bir fukara geldi ve meclisin bir kenarına ilişerek Resulullah’ı (asm) dinlemeye başladı.
Meğer yanına oturduğu adam eşraftan zengin bir tüccardı. Zengin adam elbisesini topladı ve ondan biraz uzaklaştı.
Fakat bu hareket, Resul-i Ekrem’in (asm) mübarek gözünden kaçmamıştı.
Resulullah (asm) adama sordu:
“Onun fakirliğinden sana bir şey geçer diye mi korktun?”
Adam:
“Hayır ya Resulallah” dedi.
”Servetinden ona bir pay düşer diye mi korktun?” ”Hayır ya Resulallah.” ”Elbiselerin kirlenir diye mi korktun?””Hayır ya Resulallah.” ”O halde niçin onun yanından uzaklaştın?”
Adam üzüntü ve mahcubiyet içinde:
“Hatamı anladım Ya Resulallah!. Hatamın telâfisi ve günahımın kefareti olarak servetimin yarısını bu Müslüman kardeşime vermeye hazırım” dedi.
Bu defa fakir kıyafetli adam:
“Fakat ben bunu kabul etmeye hazır değilim.” dedi.
Orada bulunanlar:
“Niçin?” dediler.
Adam:
“Çünkü bir gün beni de bir gururun sarmasından korkarım.” dedi.
|
Süleyman KÖSMENE
15.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|