Bediüzzaman'la akraba olmak...
Elbette güzel bir mensubiyet bu.
Hatta, sadece mensubiyet değil ulvî bir mazhariyet.
Bu karabet, hele bir de arada zahiren herhangi bir nesebî bağ olmadığı hâlde, bizzat Bediüzzaman tarafından ifade edilmişse, normal akrabalıklardan çok daha büyük bir mânâ ifade eder.
Böyle ulvî bir hitaba muhatap olmak, pek çok meziyeti, mahareti, fedakârlığı ve cesareti taşımayı gerektirir. Üstelik bu gibi hasletlerin sadece bazı kişilerde olmaması, ailenin bütün fertleri tarafından nesiller boyu yaşanarak geleceğe taşınması da icab eder.
Üç, beş kişilik çekirdek ailelerde bunu yapmak mümkün olsa da, hanedan hususiyeti taşıyan ve mensupları farklı yerlerde yaşayan büyük ailelerde oldukça zordur ama imkânsız değildir.
Zamanın zaruretleri, hayatın zorlukları ve cemiyete hâkim olan telâkkilerin tazyikiyle aile bağları iyice zayıflamasına rağmen hâlâ husûsiyetlerini koruyan ailelerin olması da bunu göstermektedir.
Emirdağlı Çalışkanlar ailesi de onlardan biridir.
***
"Çalışkanlar hanedânı benim akrabamdır."
Bediüzzaman Said Nursî bu sözlerle ifade etmişti, Çalışkanlar ailesine karşı hissettiği yakınlığı.
Asırlar önce bir Türkmen aşireti ile birlikte Musul taraflarından gelip Emirdağ'a yerleşen 'Gayretli' lâkaplı Mustafa'nın nesli Süleyman Ali ve Hacı Osman'la Derviş Ali'ye intikal etmişti.
Onun, Çalışkan soyadını alması üzerine o lâkapla anılmaya başlayan hanedânının bütün mensupları da herhangi bir yerden telkin almadan ve sebep aramadan ona karşı aynı yakınlığı duymuşlardı.
Nitekim, Derviş Ali'nin vefatının akabinde sürgün olarak Emirdağ'a getirilen Bediüzzaman'ı ilk ziyaret eden ve ondan, "Burada ilk talebem sensin" taltifini alan kişi de Hasan Çalışkan olmuştu.
Ticaret için Denizli'ye gittiği zamanlarda Said Nursî'nin adını çok duyan Mehmed Çalışkan'ın, kardeşi Hasan'dan onun Emirdağ'a getirildiğini haber alınca ikinci gün sabah namazından sonra yaptığı ziyareti Osman'ın ve Abdullah'ın ziyaretleri takip etmişti.
İlk günlerde oteldeki bu hoşamedî ziyaretlerinin yerini daha sonra hizmet gayretleri almıştı. Yaptıkları ilk mühim hizmet de otelde rahatsız olan Üstadın bir eve çıkmasını sağlamak olmuştu.
Kendileri her gün eve uğrayıp onun şahsî hizmetlerini görürken aileleri de yemeğini pişirip çamaşırlarını yıkamaya başlayınca akrabalık halkasına hanedanın hanımları da dahil olmuştu.
Zamanla onlara, henüz altı yaşında olan Mahmud ve Ceylan, Halil, İhsan, Hüseyin, Üstadın Kâmil dediği Kemal, Mehmed Zeki, Sadık gibi ailenin ikinci kuşak nesilleri de katılmışlardı.
Böylece Çalışkan hânedanı, Said Nursî'nin etrafında hâlelenmişti.
Çalışkanlar, onun şahsına duydukları bu yakınlık sayesinde dâvâsını tanıyıp Risâle-i Nurların istinsahına ve intişarına yardım etmeye başlayınca 'muzır maniler' zuhur etmekte gecikmemişti.
Said Nursî'nin, ailenin en büyük ferdi olan Osman Çalışkan'a yazdığı mektupta "Sen sadakatinde haslardan olduğun gibi bana akraba olan Çalışkan hanedanının ehemmiyetli bir rüknüsün. Benim hakikî bir kardeşim hükmündesin. Sen, ticaret mesleğinin ifasıyla herkese dostane muâmele ettiğinden, Nurlar aleyhindeki bir kısım bedbahtlar senin mertliğinden, doğruluğundan, temiz kalbinden ve safvetinden istifade edip Nurların intişarına zarar verdiklerini hem maddî, hem mânevî haber aldım" sözleri ile de ifade ettiği gibi onu iğfal etmeye çalışmışlardı.
Ona dost görünerek kendi taraflarına çektikleri takdirde ailenin diğer fertlerini de Said Nursî'den soğutacaklarını düşünen 'münafıklar' onun bu ikazı sayesinde ihtiyatlı hareket etmesiyle hedeflerine ulaşamamışlardı.
'Dessas ve zındık komitesi' aralarına fitne sokamayınca onları karakola çağırarak tehdit etmişti. Onlar bu tehditlere aldırmayınca, Said Nursî'nin yanına gitmelerine mani olmak için kapısını içeriden ve dışarıdan kilitleyip önüne nöbetçi dikmişler, bunun üzerine Çalışkanlar da evin bitişiğindeki dükkânın duvarında delik açarak oradan gizlice eve girip çıkmışlardı.
Bediüzzaman da samimi bir akraba yakınlığıyla Çalışkan hanedânının acılarına, sevinçlerine ortak olmuş, yemeğini yapıp çamaşırlarını yıkayanlara 'emek parası', hizmetini görenlere 'ayak kirası' verirken, çocukların aralarındaki kavgalara varıncaya kadar her meseleleri ile ilgilenmişti.
O bunları yaparken çocukların babalarının fikirlerini sormuş, onlar da Said Nursî'nin yaptığı tasarrufları gönül rahatlığı içinde kabul etmişler ve hayatları boyunca hizmetlerini ihlâsla, sadakatle, metanetle sürdürmüşlerdi.
Onlar vefat edince hanedânın hasletlerini çocukları yaşayıp yaşattılar.
***
Ceylan, Halil, İhsan...
Çalışkanlar hanedânının ikinci kuşak nesli arasında temayüz etmiş isimlerdi bunlar. Fıtratları değişik, mizaçları farklıydı ama çalışkanlıkları, cesaretleri, zekâları ve sağlam karakterleri sayesinde Said Nursî'nin dikkatini çekmeyi başardılar.
Masum olmalarını nazara alarak bütün çocukları sevmekle birlikte, akraba saydığı hanedân mensuplarına hususî bir itina gösteren Bediüzzaman, onların içinden bu üçünü seçti ve fıtratlarına göre aralarında vazife taksimi yaptı.
Bunu da diğerlerinden ayırdığı İhsan'a söyledi.
"Kardeşim İhsan, seni dünyaya bırakıyorum. Eğer seni dünyaya vermeseydim Halil'i ve Ceylan'ı alamazdım, o zaman da onlar Nur hizmetini yapamazlardı. Bunun için sen Halil'in ve Ceylan'ın mânevî kazançlarına ortak oluyorsun."
Bediüzzaman Said Nursî'nin bu hitabına muhatap olan İhsan Çalışkan, 1933 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. Babası Osman Efendinin ve annesi Sultan Hanımın itinası sayesinde iyi bir aile terbiyesi gördü.
Okulda öğretilen bilgilerin dışında hususî bir eğitim almadı ama boş zamanlarında babasının dükkânına gidip yardım ettiğinden küçük yaşlardan itibaren ticarî hayata âşinâ oldu.
Said Nursî Emirdağ'a getirildiğinde on, on bir yaşlarındaydı. Zaman zaman babası veya amcaları ile birlikte ziyaretine giderek onu ilk tanıyan ve hizmet eden çocuklardan biri oldu.
Bediüzzaman, hanedanın diğer çocukları ile birlikte İhsan'la da yakından ilgilendi. İhsan, onun teşvikinin de tesiriyle çarşıda gıda maddeleri alıp satmaya başladı. Dükkânı yeni açtığı günlerde Üstadın gelip 'Bu para ticaretine benim teberrükümdür' diyerek on lira vermesi ona büyük bir mânevî sermaye oldu.
İşlerinin iyi gittiğini görünce İhsan'ı, kardeşi Abdullah'ın kızı ile evlendirmek isteyen babası, her meselede olduğu gibi bu hususta da önce aile büyüğü addettiği Said Nursî'ye danıştı.
Gelin adayının, hanedan mensuplarından yemeklerini pişirip çamaşırlarını yıkayan Şükran olduğunu öğrenince izdivacı makul karşılayan Bediüzzaman, Osman Efendiye çorba, pilav hazırlamalarını söyledi. İhsan'a da "Şükran benim kerimemdir, sen de benim damadımsın" diyerek lâtife etti.
Aynı zamanda duâ mânâsı da taşıyan bu maddî, mânevî destekler sayesinde mutlu bir yuva kuran ve ticaret hayatında da bir hayli başarılı olan İhsan, ailenin geçimine katkıda bulunarak babasının ve ağabeyinin Nur hizmetine daha çok zaman ayırmalarını sağladı.
Bu sayede, Said Nursî ve bazı talebeleri ile birlikte babasının, ağabeyinin de aralarında bulunduğu hanedandan altı kişi, Afyon Hapishanesine hapsedilince oraya giderek ihtiyaçlarını karşılayıp hizmetlerini görme fırsatı buldu.
Ellili yıllarda Isparta'da kalmaya başlayan Said Nursî sık sık Emirdağ'a gelip gittiği için onun mânevî himayesinde devam eden ailenin işleyişi, onun ahirete irtihalinden sonra da pek aksamadı.
Ne var ki, İhsan daha Üstadının yokluğuna alışamamışken, 1965 yılında önce babası, ondan bir hafta sonra da Bediüzzaman'ın 'Dünyaya bırakmam' dediği ağabeyi Halil daha otuz beş yaşında iken Eskişehir'de vefat edince maddî ve mânevî yönden sıkıntılı yıllar başladı.
Bu kaderî tecelliler onun hayatının akışını etkiledi ise de Çalışkanlar hanedânının meziyetlerini ve hassasiyetlerini gelecek nesillere ulaştırmaya azmettiği için Said Nursî ile aralarındaki akrabalık bağlarına ve Nurlara olan sadakatine pek tesir etmedi.
Onun için çeşitli hizmet grupları tarafından Bediüzzaman'ın adına icra edilen içtimaî faaliyetlere katılıp anlatılanları dikkatle dinlemeyi ve başarıları takdir ederken hatalı gördüğü hususları kavl-i leyyinle hatırlatmayı taşıdığı mensubiyetin vecibesi addetti.
Said Nursî'ye karşı hissettiği akrabalık bağları o kadar canlı idi ki, kürsülerde konuşmacıların, ondan 'Bediüzzaman' diye söz ederken konuşma heyecanıyla adını söylememelerini bir eksiklik telâkkî ederdi.
Üstadının her yerde adıyla sanıyla anılmasını ve zihinlere öyle nakşolmasını sağlamak için programı sükûnetle takip ettikten sonra konuşmacının yanına gider ve önce tebrik ederdi.
Ardından da "Kardeşim, Üstadımızın adı Said Nursî'dir. Ondan bahsederken sıfatının yanı sıra adını da söylerseniz daha iyi olur" derdi, ses tonu ile de olsa muhatabını kırmamaya gayret ederek.
Ruhu, hissi, aklı, şuuru ve bütün hasseleriyle Risâle-i Nur'a öylesine müştaktı ki, her akşam bir başka yere Nur dersine gider, gözlerden uzak bir köşeye oturup okunan bahisleri sonuna kadar dinler, ders bitince de geldiği gibi yine sessizce kalkar giderdi.
Bu arada kendini tanıyanlar ve Said Nursî ile olan yakınlığını bilenler onunla ilgili birkaç hatırasını anlatmasını istedikleri zaman 'Hatıra da, hakikat da orada' dercesine Risâle-i Nur Külliyatını işaret ederdi.
Bunları yaparken yüzünden tebessümü, cebinden şekeri hiç eksik etmezdi. Ne zaman nereye gitse yanında onları da götürür ve tebessümü nazarı yüzüne değen herkese takdim ederken şekerleri hususan çocuklara verirdi.
Babası, dedesi, abisi veya bir başka yakını ile derse gelip onunla karşılaşarak şekerini bir sefer tadan çocuklar artık o derslerin müdavimi olurlar ve her dersin sonunda hemen yanına giderek etrafında halkalanırlardı.
Zira ders bitince sıra 'ders baklavalarını' almaya gelirdi.
***
Tarih 12 Ocak 2003, vakit yatsı sonrasıydı.
İhsan Çalışkan yine bir Nur dersindeydi. Birinci ders bitmiş, çaylar dağıtılmaya başlanmıştı. Çocuklar, onun şekerleri ikinci dersin sonunda verdiğini bildikleri hâlde, her zaman yaptıkları gibi şekerleşen tebessümünün cazibesine kapılarak etrafını sarıverdiler.
Fakat o her zamankinden farklı bir şey yaptı. Sağ elindeki kırmızı kaplı kitabı sol eline aldı ve cebinden çıkardığı kırmızı jelatine sarılı şekerleri, dersten sonra yemelerini işaret ederek kimseye fark ettirmeden onların ceplerine koydu.
Şekerlerini alan çocuklar sevinçle yerlerine giderken o bir süredir kalbinde hissettiği şiddetli çarpıntının tesirinin, nuranî simasındaki tebessüm hatlarını karıştırması üzerine başını hafifçe önüne doğru eğdi.
O sırada ikinci ders başladığı için birkaç yudum aldığı çayını yan tarafına koydu, duvara yaslanıp vücudunun ağırlığını, sağ kolunu dayadığı hasır yastığa vererek sessizleşti.
Umumiyetle o şekilde ders dinlediği için 'Kardeşim' dediği arkadaşları onun ders esnasında kalp krizi geçirerek hayata veda ettiğini ancak ders bittikten sonra anladılar.
Ölümüne ağladılar, ama ölüşüne hayran kaldılar.
13.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|