Evliya Çelebi’nin teşviki ve delâletiyle gittik Diyarbakır’dan Mardin’e. Çünkü Diyarbakır’ın hikâyesi, Mardin macerası ile devam ediyordu.
Seyahatnâme’de anlatıldığına göre Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın Nergis Mağarasında yaşadığı günlerden birinde müşriklerin ileri gelenleri yanına gelmişler ve Şahika Dağı’ndaki mağarada türeyen bir yılanın aralarında Mü’minlerin de bulunduğu pek çok insanı yediğini, eğer mucize gösterip o ejderhayı öldürürse kendilerinin de iman edeceklerini söylemişler.
Haberi duyunca, hemen Şahika Dağı’na giden Yunus Aleyhisselâm, taş atarak ejderhayı öldürüp ahâliyi büyük bir belâdan kurtarmış. Ardından da insanlara getirdiği dinin esaslarını anlatmaya başlamış.
Orada kaldığı zaman içinde hem insanların ekseriyeti inandığı, hem de dağın havası sıhhatine iyi geldiği için zirvedeki düzlüğe bir kale yaptırıp yazları orada yaşamaya karar vermiş.
O havalide yaşayan insanlar peygamberin bu kararına çok sevinmişler. Onun daha önce kavminin vefasızlığı yüzünden çektiği acıları öğrenince kendi içlerinden öyle insanların çıkmasına mani olmanın çarelerini aramışlar.
Hazret-i Yunus’un kendilerini kurtardığı büyük felâketi unutmadıkları takdirde ona karşı vefasızlık yapamayacaklarını düşünmüşler ve her söyleyişte o ejderha yılanını hatırlamak için dağa, yılan mânâsına gelen Mar Dağı adını vermişler, dağın yamacına kurdukları şehre de Maridini demişler.
Mardin’in kuruluş macerasını böyle anlatan Evliya Çelebi, o hadisenin tarihî kaynaklarda geçmemesinin, “Rum ve Yunan tarihçilerin, kendi Hıristiyan inançlarına göre birçok hayaller yazmalarından” ileri geldiğini söyledikten sonra, anlattıklarının mübalâğalı bir rivayet zannedilmemesi için tarihçi Makdisî’yi de kaynak olarak göstermiş.
Mardin hakkında yazılan kitaplarda, yazılarda, ansiklopedi maddelerinde, kuruluşundan düşman işgalinden kurtulduğu 21 Kasım 1922 tarihine kadar geçen beş bin yıllık zaman içinde şehre hakim olan yirmi beş devlet sayılıp hükümdarları anlatıldığı ve bazı eserler onlara izafe edildiği hâlde Yunus Aleyhisselâmdan bahsedilmemesi de onu teyid ediyordu.
Tarihî çehresi pek değişmediğinden Dünya Kültür Mirası listesine alınan Mardin’e giderken hep Evliya Çelebi’nin anlattığı maceraları konuşup düşündüğümüz için zihnimizde Göreme, Sürmene, Kapadokya, Ihlara, Hasankeyf gibi taş kovuklarından, mağaralardan, inlerden müteşekkil iptidaî bir yerleşim merkezi canlanmıştı.
Fakat aradaki mesafeyi aşıp dağa doğru döndüğümüzde görüş mesafemizi, dağın yamacında, boyu eninin on katı uzunluğunda beyaz kireç taşından yapma bibloyu andıran bir şehir kaplayınca şaşırdık.
İçimizden, dağın tabiî taş kütlesinin ince ince oyulup işlenmesi neticesinde yapıldığı hissi uyandıran bu taş şehri bir ucundan başlayıp adım adım gezerek bütün teferruatı ile incelemek; taş oymalara, ahşap kabartmalara el sürerek koca şehri, bir evi tezyin edercesine itina ile işleyen san’atkârların heyecanını hissetmek geçti ise de yapamadık.
Bunun üzerine ilk olarak sevimli seyyahımızın, başka yerlerin aksine hülâsaten anlattığı kaleyi gezip hâlâ Yunus Nebi Savması adıyla anıldığını söylediği mağarayı görmek istedik.
Ne var ki, askerî bölge olduğundan Mar Dağı’nın zirvesinde gümüşten bir taç gibi duran ve içinde büyükçe bir mahallenin, caminin, sarayın kalıntılarının olduğu söylenen kaleyi de, Hazret-i Yunus’un (a.s.) ejderhayı öldürdüğü rivayet edilen mağarayı da göremedik.
“Evliya Çelebi son asırlarda yaşasaydı, Mardin’i anlatırken mezkûr maceranın dışında başka hangi şahsiyetlerden ve hadiselerden söz ederdi acaba?” dedi arkadaşlardan biri, biz seyahatin seyrini tayin etmeye çalışırken.
“Elbette Said Nursî’den ve burada yaşadıklarından” dedi diğeri de.
Gerçekten de o soruya verilebilecek en makul cevap buydu. Zira Bediüzzaman 1892 yılında Mardin’e geldiğinde on beş, on altı yaşlarında, henüz bıyığı bile terlememiş bir delikanlı olmasına rağmen yaşadığı hadiseler bölge hududunu aşmıştı.
Meselâ kendisine çocuk nazarı ile bakıldığı hâlde medreselerde yapılan bütün münâzarâlarda âlimleri ilzam etmiş, bazı mollaların takındıkları hasımâne tavırlara Ulu Cami’nin minaresinde yaptığı harika bir cesaret gösterisi ile cevap vermiş, meşrûtiyeti din adına sahiplenmiş, ardından da sürgün edilmişti.
Evliya Çelebi; san’atla sadeliği, mübalâğa ile gerçeği mezcettiği o akıcı üslûbu, hisleri incitmeyen nezih nükteleri ile Said Nursî’yi ve yaşadığı hadiseleri anlatsa, kim bilir ne kadar harika bir seyahatnâme örneği meydana gelirdi.
Aslında o hadiseler; gezerken yaşadıkları kadar görüp duyduklarını da yazan her seyyah için bulunmaz bir malzeme idi. Fakat bunu ondan başkası yapmaya kalktığı zaman Çelebi’lik taslamak şeklinde telâkki edilir ve yadırganırdı.
Bu yüzden biz, haddimizi aşmamak için öyle bir şeye tevessül etmedik ve Bediüzzaman’ın Mardin maceralarını, kaldığı medreselerde ve yaşadığı yerlerde hatırlayıp hatırlatma gayreti içine girdik.
Onun gibi, Şark şehirlerine seyahate çıkan Cemaleddin-i Efganî’nin talebesi ve Şeyh Sünusî’nin müridi ile muhtemelen o medreselerden birinde tanışmış, onlarla oralarda dünya meselelerini müzakere ederek fikirlerine âşinâ olmuş.
Kendisinin “İnkılâptan on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyasetteki muktasıd mesleği bana gösterdi. Hem tâ o vakitte meşhur Kemal’in rüyasıyla uyandım” diyerek hürriyet şairi Namık Kemal’e de atıfta bulunduğu gibi Osmanlı memleketlerinde hızla yayılan meşrûtiyet hareketlerine ilk defa o zaman muttali olmuş.
Meşrûtiyeti, mahiyetini bilmeden medreselilerin reddetmelerini de, mekteplilerin kabul etmelerini de doğru bulmamış ve bu harekete din adına sahip çıkarak inkâr veya istismar edilmesine fırsat vermemiş.
Bu tavrının yanı sıra, yaptığı bütün münâzarâlarda muhataplarını ilzam etmesinin de tesiriyle bazı mollaların, duydukları rahatsızlığı çeşitli vesilelerle izhar etmeleri üzerine, medreseden ayrılarak Ensarî sülâlesinden Eyüb Efendinin evinde kalmaya başlamış.
Bediüzzaman’ın o zaman hangi medreselerde kaldığını ve nerede kimlerle görüştüğünü bilmediğimizden; yapılış maksadının dışında kullanılan Hatuniye, Marufiye, Zinciriye, Sultan İsa, Sultan Kasım medreselerini gezerken hep o hadiseleri tahattur ettik.
Medreselerden sonra Eyüb Efendinin konağına gidemedik, ama oraya has husûsiyetler taşıyan ve mahallî eşyalarla tefriş edilen ‘Firdevs Köşkü’nü gezerek Mardin’in meşhur taş evleri hakkında umumî bir kanaat sahibi olduk.
Üstad Hazretleri, Şehidiye Mahallesi’nde, aynı adı taşıyan camide bir süre talebelere ders verip ziyaretine gelenlerin sorularını cevaplandırdığından camileri gezmeye oradan başladık.
Şehrin merkezini teşkil eden bu mahalledeki küçük, büyük bütün camilerin kendilerine has san’at değeri taşıyan mimarî özellikleri vardı ve hepsi de bediî hisleri doyuracak mükemmellikteydi.
Bazı arkadaşlar, o eserleri görüp geçmeyi san’ata saygısızlık sayarak iyice incelemek için biraz daha kalmak istedilerse de Ulu Cami’de hepsinin örneklerini göreceğimizi söyleyerek oraya gittik.
Selçukluların yaptırdığı Ulu Cami, Mardin’in en büyük mabedi. Meyilli bir araziye yapıldığından, bahçesi biraz küçükse de Sünnî ve Şâfiî cemaat yerleri, hamamı, medresesi, kütüphânesi, meşrûtası ve sair müştemilâtıyla olduğu kadar san’at, tezyinât, tefrişât cihetiyle de bölgedeki benzerlerinden pek bir farkı yok.
Lâkin minaresi müstesna...
Bir Artuklu eseri olan bu minare, iki kademeli, köşeli bir kaide üzerine oturtulmuş, silindir şeklindeki uzun gövdeden, geniş şerefeden, kemerlerle bağlı şerefe sütunlarından ve yivli taşlardan örülmüş kubbemsi alem ayağından müteşekkil muazzam bir eser.
Sade bir yapı olan caminin aksine, gövdesi bölmelere ayrılan ve her bölme geometrik şekillerden, ince desenlerden, nezih hatlardan müteşekkil taş kabartmalarla süslenen minare, dış tezyinatı itibariyle türünün en nadide örneği.
Gerçi Hasankeyf’deki El-Rızk ve Sultan Süleyman camilerinde; şekillerinden, taş işçiliklerinden, süslemelerinden, aynı ustaların elinden çıktığı anlaşılan birer minare daha varsa da bu onlardan daha geniş ve yüksek.
Hepimiz san’ata müştak mizaçta insanlar olduğumuzdan, iki namaz vaktinin arasını oraya ayırmamıza rağmen caminin içine, minarenin dışına bakmaya dolamadık.
Orada daha uzun zaman mütecessis bir nazarla bu san’at eserlerini incelemeye devam edebilirdik ve bundan da apayrı bir haz alırdık ama minarenin şerefesine de behemehal uğramamız gerekiyordu.
Çıkacağımız minare yüksek, gideceğimiz yer dar olduğundan teklifi umumîleştirmedik ve bir arkadaşla birlikte hevesle basamakları çıkmaya başladık. Hava deliklerine yuva yapan güvercinlerin kanat velveleleri arasında nefes alıp verişimiz hızlandıkça tırmanışımız yavaşladı ise de şerefeye çıkarak uzun uzun nefesledik.
Biraz kendimize gelince duvara tutunarak ayağa kalktık ama korkuluklara yaklaşamadık. Bediüzzaman’ın “Gel Kasım burada biraz dolaşalım” diyerek şerefe korkuluğunun üzerinde gezindiğini hatırlayınca biraz cesaretlenip korkuluklara tutunduk ve önümüze açılan müthiş boşluğa bakmaya başladık.
İlk defa o zaman, orada hissettik dehşetin lezzetini. Çünkü gözümüz kararmasına, başımız dönmesine ve bütün benliğimizle ürpermemize rağmen uzun süre o muazzam manzarayı temâşâ etmekten kendimizi alamadık.
Yunus Aleyhisselâm, o müthiş mağaradaki dehşetli yılanı öldürüp ovayı seyre dalınca da aynı lezzeti hissetmiş olmalı ki, o hazzı tekrar tekrar yaşamak için dağın zirvesine bir kale yaptırıp her yaz oraya gelmişti.
Minareyi yaparken, yükseldikçe lezzetin ziyadeleştiğini hisseden usta bu seviyeye ulaştığında nazarını dehşetin lezzetinden ayıramayınca kubbemsi taş külâhı takarak minareyi tamamlamıştı.
Bediüzzaman da buraya çıkıp insan ruhunda, sonsuzluğa kanatlanma hissi uyandıran o dehşetli manzaraya baktığında çok farklı bir lezzet hissetmiş ve şerefe korkuluklarının üzerine çıkıp dolaşmaktan kendini alamamıştı.
Biz değil öyle bir şey yapmak, orada durmakta bile zorluk çektiğimizden ufku temâşâ ederek şerefeyi turlayıp dehşetin lezzetini bütün benliğimizle bir daha yaşadık ve aşağıya indik.
Ulu Cami’den ayrıldıktan sonra Üstadın, hançerini almak isteyen zaptiyelere karşı koyup birini yaraladığı üstü kemerli dar sokaklardan geçtik ve onun, şehirde karışıklık çıkacağı iddiasıyla sürgün edildiği hattı takip ederek yine dehşetin lezzetini yaşadığı bir başka yere geldik.
Savur ilçesine bağlı Ahmedî Köyü yakınlarında bir pınar başıydı burası. Bediüzzaman, elleri kelepçeli, ayakları bukağılı olarak jandarma nezaretinde sürgüne giderken namaz vakti girince burada namaz kılmak istediğini söyleyerek kelepçeleri açmalarını istemiş.
Onun kaçmasından endişe eden jandarmalar bu isteğini yerine getirmeyince o kelepçeleri çözüp bukağıyı çıkararak attan inmiş ve pınardan abdest alıp namazını kıldıktan sonra tekrar takmalarını söylemiş.
Bediüzzaman’ın, sonraki yıllarda ‘namazın kerameti’ olarak izah ettiği bu hadiseye hayret eden jandarmalar “Biz şimdiye kadar muhafızınızdık, artık hizmetkârınızız” diyerek kelepçeleri takmamışlar ve yola devam etmişler.
Öyle bir hadiseyi yaşamak değil, yüz yirmi yıl kadar sonra yaşandığı yerde namaz kılmak bile dehşetin lezzetini hissetmemize yetti.
DÜZELTME:
Geçen hafta bu sayfada çıkan Diyarbakır’ın Hikâyesi yazısında geçen ‘Sünnî ve Şiî cemaate mahsus mihraplar’ cümlesinde ‘Şâfiî’ kelimesi sehven ‘Şiî’ şeklinde çıkmıştır. –Mustafa Ekinci’nin ikazıyla– düzeltir özür dileriz.
25.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|