İman/İslâm hakikatlerini gün aşırı ve mutlaka her hafta okuyarak, müzakere ile mütalâa ederek kendisini yenileyen; hak, hürriyetler, istişare/başkasının fikirlerine saygı açısından kalabalığın peşine mi takılmalı; yoksa toplumun seviyesinin yükselmesi için mi çalışmalı? Cevap için önce psiko-sosyal yapımızı anlamalıyız:
Taklitçi bir yapımız var. Düşünce, duygu, his, davranış, fiil, öz ve sözlü olarak birbirimizi etkiler ve taklit ederiz. Şu da bir gerçektir:
Dinin/imânın etkisi medeniyete ve sâir dinamiklere göre daha ulvî ve daha üstün olduğu psiko-sosyolojik bir tesbittir. Zira, duygu merkezi kalp penceresinden seyreden vicdân, dinden başka âmir ve teşvikçi tanımaz. Özellikle, fıtrî/tabiî hak dinin sözü daha etkili, hükmü daha yüksek, tesiri daha tesirli.1
Eğer anayasa ve kanunlar toplumun tarih, kültür ve sosyal yapısına uygun yapılırsa, toplumumuz kısa zamanda hak ve hürriyetleri, dolayısıyla meşvereti, yâni fikir alış verişini, çok sesliliği özümseyebilir ve rahatlıkla pratiğe geçirebilir. Çünkü, zaten genlerinde ve inancında kodlanmış. Daha önce gördük ki, iman esasları hürriyetin düşüncesini geliştirir, İslâm şartları amele/pratiğe geçirir. Dolayısıyla, hürriyet, çerçevesini dinin çizdiği meşveretin emrine verilirse, bu milletin eski satvet/ihtişam ve kuvvetini hayatlandırır;2 tekrar o muhteşem tarihine ve özüne dönmeyi müjdeliyor.
Belki, şeyhlik, imâmet ve emir-komuta zinciri içinde de işler yürütülebilir. Fakat, gerçek başarı da, gerçek mertebe de, ancak “İslâm, imân ahlâk ve terbiyesi” ile yoğrulan hürriyet ve şer’î meşvereti ikame etmekle olabilir. Çünkü, hürriyet, ferdin, ailenin ve toplumun potansiyel yeteneklerini harekete geçirir. Hürriyetin/demokrasinin hâkim olduğu toplumlardaki muhteşem gelişmeler; istibdadın hüküm sürdüğü eski Demirperde ülkelerindeki geri kalmışlık bunun en bariz örneğidir.
Bundan ötürüdür ki, Risâle-i Nur mesleğinde istişâre, yâni, sahasında söz sahibi olanlarla fikir alışverişi, Asr-ı Saadetteki gibi hâkimdir. Bediüzzaman, “tahakküme ve tek görüşe” dayanan statükocu sistemleri, işlerin emir-komuta zinciri içinde cereyanının her türlüsünü “istibdat/diktatörlük”3 olarak görür; tel’in eder; meşrû meşrûtiyeti, demokrasiyi, hürriyeti, “meşveret” olarak değerlendirir; teşvik eder; der:
Nur talebeleri meşveretle hareket etmeli;4 Risâle-i Nur dairesindeki talebeler, istişâre sûretinde, basın-yayım gibi çok önemli işleri görmeye başlamışlardır.5 Siz, meşveretle ne lâzımsa yaparsınız.6 Bundan sonra her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de bir reyim var.7 Zaten aranızdaki samimi anlaşma ve şer’î meşveret sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı mânevinin (cemaatin toplamının oluşturduğu şahsiyet, güç) fikrini, o meşveretle bildirir.8
Eserlerini Türkçe yazan Bediüzzaman; sadece bir nazariyeci değil; aynı zamanda düşüncelerini hayata, pratiğe geçirmiş bir mütefekkirdir. O, düşüncelerini hayâl âleminde tasavvur edip, ütopik ve popülist söylemler geliştirmemiş; bilâkis fikir bazında ortaya koyduktan sonra bizzat kendi şahsında da uygulamış; fiilen de rehber ve önder olmuştur.
İşte Risâle-i Nur ve talebelerinin; çok seslilik, katılım, fikir-alış verişi, diyalog, meşveret gibi sivil örgütlülüğün kıstasları ve işleyişi konularında tecrübelerini konuşturarak toplumu bu yönde motive ettiği bir gerçektir. Zira, Asr-ı Saadet hürriyet ve meşveret modelini örnek alıyor. Dolayısıyla içtimâi ve sosyal konularda da kalabalığa uymaz, toplumu hak ve hürriyetlerle istişare konularında da bir seviyeye çıkarmaya çalışır.
Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 45; 2- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 80.; 3- Münâzarât, s. 22.; 4-Emirdağ Lâhikası, s. 125.; 5-Kastamonu Lâhikası, s. 94.; 6- Emirdağ Lâhikası, s. 141.; 6-Age, s. 219.; 7- Kastamonu Lâhikası, s. 91. 8- Kastamonu Lâhikası, s. 95.
24.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|