Son şehitlerimizin ebediyete uğurlanışı sırasında, bazı vatandaşlar törende bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bağırmışlar, “Daha ne duruyoruz? Tepelerine binelim…”
Dünyanın hiçbir ordusunda bulunmayacak, bulunsa bile eşine az rastlanacak bir fedakârlık örneği olarak şehit düşmüş askerini omuzunda taşırken, kendisi de şehit edilen üsteğmenimizin ve diğer bütün şehitlerimizin ruhlarına rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz. Kolay değil elbette ki böylesi bir acı, ciğersûz vak’a karşısında duygularına hakim olmak. Yalnızca cenaze törenlerinin insan psikolojisi üzerinde bırakacağı derin tesirden dolayı yakınlarının ve son yolculuğa uğurlayanların böylesi feryatları, sitemleri ister istemez yükselecektir afaka doğru. Saygıyla karşılıyoruz.
“Daha ne duruyoruz?” Bu feryat aslında bize, hepimize bir uyarıdır. Harekete geçme çağrısıdır. “Yeter artık, bir şeyler yapılsın” demek herkesin vicdanında ve beyninde makes bulmaktadır. Ancak vakit kaybetmeden bu belâyı, bu gaileyi halletmek için başlanacak en iyi noktadan başlatarak, kesilecek en iyi damardan keserek, tamir edilecek en hayatî yerden tamir ederek işe koyulmak gerek.
Silâh en son çare ve alet iken en başa alınamaz. Oraya gelinceye kadar kalemler, kitaplar konuşmalı. PKK çıbanbaşı değil, çıbanın sonudur. Terör meselenin kendisi değil, meselelerin neticesidir. Birikmiş problemlerin kusmuğu, apselerin akıntısıdır. Kaynağa inilmedikçe, yüz kere bombalama yapalım, her iki taraftan da binlerce kayıp verelim, akibet dönüp dolaşıp yine aynı yere gelmek olacaksa, bu kadar pahalı, riskli ve nafile çabalara niçin kapılıp gidelim ki?
Terörün ilâcı, PKK çıbanının merhemi, sadece kurşun olsaydı, “Hepimiz ölelim” deyip, cepheye yürürdük. Belki ölürdük, belki kalırdık, ama geride yarınlara mutlu, huzurlu, kansız , ölüsüz, acısız bir dünya bırakırdık. Ama gelin görün ki, çözüm bu değil işte.
Nasrettin Hoca’nın kaybettiği iğneyi kaybettiği yerde değil de aydınlık olan bir başka yerde araması gibi, biz de kaybettiğimiz değerleri savaş meydanlarında ne diye arayacağız ki? Biz bu PKK meselesini savaşırken bulmadık ki, PKK bir savaşın artığı değil ki?
PKK teröründen önce, bir zamanlar anarşi ve terör, sağ-sol çatışmaları ekseninde devam etmedi mi? Yüzlerce filinta gibi gencimiz bu yolda telef edilmedi mi? Yüzlerce karanlık suikastlar ve sabotajlarla milletçe ve devletçe rakamlara sığmaz zararların bedelini ödemedik mi? Biz anarşi ve terör belâsıyla meşgulken dünya âlem ilerleyip yükselirken, biz hâlâ l970’ler seviyesinde kalmadık mı? İnsan hak ve hürriyetleri, demokrasi, teknoloji, bilim alanında en alt seviyelere inmedik mi? Değişen dünyada, değişmeden pramatüre bir tip demokrasi, bürokrasi içinde boğulmadık mı? Vatan/millet edebiyatıyla, vatan hainliği yaftalarıyla birbirimizi karalayıp yerimizde saymadık mı?
Evet daha ne duruyoruz? Bir an evvel eğitime, bilime, demokrasiye, insan hak ve hürriyetlerine giden yollara kapıları açalım. En büyük düşmanımız PKK, Rus, Rum, Ermeni falan değildir. Barzani, marzani de değildir. En büyük düşmanımız cehalettir, istibdattır, ihtilâftır. Bunlara karşı maarif/eğitim, meşveret-demokrasi ve uhuvvet/kardeşlik bayraklarını açarak pek alâ en kısa yoldan, en zararsız ve en masrafsız şekilde, bir değil binlerce problemi çözebiliriz. Vereceksek eğer en büyük savaşı, demokrasi, bilim, hürriyetler alanında verelim.Teferru
17.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|