Karpuzların çarpışmasından sonra nasıl karpuz çekirdekleri etrafa saçılırsa, kafaların çarpışmasından sonra da fikir çekirdekleri ortaya çıkıyor. Şu bizim anayasa taslağı üzerinde ülkemizin okumuş/yazmış kesiminin yorumlarına bakınca, bu tartışmanın hayırlı olduğu sonucuna varmak zorunda kalıyorsunuz. Zira en azından kimin ne kadar objektif, kimin ne kadar önyargılı ve içten pazarlıklı olduğunu, kimin demokrat kimin askerî yönetim hayranı, halk ve millet muhalifi olduğunu turnusol kâğıdı gibi gösterir oldu. Çok güzel fikirler fışkırdı ortaya. Bu tartışmalardan en azından şunu anladık; sosyal ve siyasal hayatımızda, toplum olarak mahalle kabadayısı edasıyla mahalle baskısından bahsedenler, millete meydan okumaya, askerlere davetiye çıkarıp darbe çığırtkanlığı yapmaya, korku edebiyatıyla vampir filmi çevirmeye yeltenenler de varmış.
Akil adamlarımız bile gerekçe olarak hayalî ve sanal bir takım ihtimallerden bahsederek konuşuyorlar. “Olur, bulur, gelir” gibi geniş zamanlı, genel hükümler ifade eden zaman kipleri yerine, model modelli “Olabilir, bulabilir, gelebilir” şeklinde faraziyelerle, vehim ve şüphe ile bakıyorlar halka. “Eğer üniversitelerde türban serbest olursa, zamanla başını örtmeyen öğrencilere baskı uygulanabilir. Başını zorla kapatabilir” gibilerden muhtemel/ihtimal hesapları ileri sürülüyor. Bediüzzaman Hazretlerinin bir mahkemede suçlamalara cevaben, “Olur nerede, olabilir nerede?” diye haksız ithamlara, mümkün olmayan ihtimallere dayanmanın mantıksızlığını soruşturması gibi, aynı zihniyetin devamı olan bu sanal, vehmî korku korkusuna karşı olabileceklerle olmayabilecekleri iyice belirtmek lâzım.
Aslında anayasa değişikliği, sadece türbanla ilgili değil. Ülkemizi çağdaş dünyada utanılacak hale düşüren bir sürü çağdışı, demokrasiye aykırı, insan haklarına muhalif, totaliter, otoriter, ideolojik saplantılı, devleti sömürme, devletten geçinme esasına dayalı bir çok madde var. Onlara yoğunlaşmak yerine, sanki onları gözardı edip, toplumun gözünden kaçırmaya yönelik bir torpilleme sözkonusu. Türban aleyhine beyanat verme gibi, işlenmesi kolay, fazla fikir ve felsefe üretmeyi gerektirmeyen, dahası bir takım mahfillere “Bakın ben böyleyim” işaret fişeğini verecek polemiklerle zaman geçirmek, anayasal değişikliğe karşı çıkanların samimiyetlerinden şüpheye düşürüyor toplumu. Hatta bir yerde yeni anayasa-sivil anayasa karşıtlığı yapanlar, 12 Eylül Anayasası’nı savunmak, halka değil aristokrat, askerî kökenlere dayalı bir anayasa savunuculuğu pozisyonunu alıyorlar.
Bir de şu “İran’a döneriz, İran gibi oluruz” gibilerden ucuz korkutmalar yok mu, inanın bu sözleri söyleyenlerin kendi akıl ve kanaat kaynaklı değil, başka çevrelerin akıl ve kanaatine göre konuştukları imajı uyanıyor. Anlayış ve ideoloji bir tarafa, ama bugün çağdaşlık diye ortalıkta tozutanların İran-Türkiye karşılaştırması/mukayesesi yapmaları durumunda Anıtkabir defterine nasıl utanmadan yazı yazabildiklerini söyleyebilir. Öyle ya, daha dün haber sitelerinde 12 yıl önce Rusya’dan alınan helikopterlerin bakımsızlık yüzünden çürüğe çıktığı haberini okuduktan sonra, “Türkiye bırakın helikopter imal etmeyi, milyon dolarlar verdiği helikopterin bakımını bile yapamıyor. Çağdaş Türkiye’de hâl bu iken İran, daha dün haber portallarında geçtiği gibi, kendi imal ettiği uçaklarını uçuruyor bile. İşte çağdaş Türkiye, işte gerici İran” derse ne cevap vereceğiz? YÖK Başkanımız üniversitelerimizin bilimsel sıralamada dünya klasmanında kaçıncı olduğunu söyleyebilir mi?.. Daha pek çok malzeme çıkar bu tartışmalardan. İyisi mi sivil anayasa taslağını medenice tartışalım. Minderleri karıştırmayalım. Öyle her fırsatta “Biz çok mükemmel, öbürleri kel” gibilerden İran’ın, Fas’ın, Malezya’nın adını karalayıp durmayın. Sonra mahçup düşebilirsiniz.
25.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|