En kestirmeden, “on bir ayın sultanı” diye tanımladığımız Ramazan’ın toplumun her kesiminde bir uhrevî ortam oluşturduğunu, bu ortamın da insanları mutlu etmesi gerektiğini söylemeye gerek var mı?
Yok, elbette ama… Olması gereken bu mutluluğun yansımasını yüzlerde, simalarda görebiliyor muyuz? Ne gezeeeeer!
İnsanlarımızın mutluluklarının –Ramazan ayı da dâhil- yüzlerinden okunduğunu söyleyebilecek kaç tane “Polyanna” çıkar ki aramızdan?
Oldukça seyrek yaşadığımız mutlulukların sonunda, ortak paydalarımızdan “gülmeyi” keşfediyoruz... Birbirimizi sevmeyi hatırlıyoruz... kısa süreli bu güzelliğin ardından somurtmaya, asık suratla dolaşmaya devam!
İyi de bir düşünelim birlikte. Dininin adı “İslâm” olan ve “selam” ile kök ortaklığı olan bir dinin mensuplarına, hiç tanımadığı insanlara bile selam veren bu millete ne oldu ki; birbirini tanıyanlar bile selamlaşmakta cimrileşiyor?
Demek ki orta yerde son derece ciddî sıkıntılarımız var toplumsal olarak... Hem de ona buna atılacak –haklı/haksız- suçlarla kurtulunamayacak sıkıntılarımız var!
Gülmek ve sevmekten bahsettim az önce...
Bakar mısınız halimize ki; Nasreddin Hoca’nın, İncili Çavuş’un torunları bu gün gülmekten uzaklar? Etrafımız somurtkan, asık suratlı ve en ufak bir olayda patlamaya hazır ruh hallerinin fotoğrafı gibi abus çehrelerle dolu…
Ya iliklerimize kadar işleyen sevgisizliğimize ne demeli?
Yüce kitabımızda, Yaradan’ın Resulüne yaygın hitap şekillerinden birisi “Habibim” iken ve; -hele hele- Yunus’ların, Mevlânâ’ların, Karacaoğlan’ların, Emrah’ların, Fuzuli’lerin, Avnî’lerin katkılarıyla büyüyen, zenginleşen bir kültürün varisi olma iddiasındakiler nasıl olur da sevgisizlik yaşarlar? Aklınız alabiliyor mu bu tezadı?
Büyük şairlerimizden Fuzuli; “ Aşk imiş her ne var ise âlemde/ İlim bir kıyl-u kâl imiş ancak.” mısralarını, laf olsun diye mi söylemiştir dersiniz?
Ya aşkın önemi ve güzelliğini bir çok mısraında örgü örgü ören Mevlânâ, şu rubaiyi –mealen- kimlere söylemiştir, dersiniz?: “ Mâdem ki âşık olmuyorsun, git, yün eğir... Yüz türlü işin var, yüz renge boyanmışsın, yüz mesleğe girer çıkarsın, yüz hünerin var.. Mâdem ki kafa tasında aşk şarabı yok, bari git de zengin kişilerin mutfağında kâse yala...”
Zengin kişi ya da kurumların mutfağında “kâse yalamaya” lâyık görülünce sevinir oluşumuzdaki sırrı şimdi yakalayabildik mi acep?
Yukarıda saydığım isimlerden mesela sonuncusuna kulak verelim mi biraz?
Dîvan sahibi şairlerimizden biri olan Avnî, hocası Ahmed Paşa’nın; “ Yine yan şem’ gibi subha dek ey can bu gece/ Ki dola şevkın ile sohbet-i cânân bu gece” matla’lı gazeline yazdığı nazireye bakar mısınız; “ Tan mıdır etse gönül nâle vü efgan bu gece/Gelmedi meclise ol dilber-i fettan bu gece
Ne aceb ağlar ise bülbül-i can çünki gelüb/Gülüb eğlenmedi ol yüzi gülistan bu gece
Sâkiya def’-i melâl etmeğe peymâne getür/ Çün sıdı dilberümüz ahd ile peyman bu gece
Vuslatı şem’ini çün yakmadı ol yâr gelüb/ Fürkati nârına Avnî yürü sen yan bu gece.”
Neymiş, anladık mı acep?
Mecnun’un Leylâ’yı... Kerem’in Aslı’yı...Ferhad’ın Şirin’i sevmesindeki anlamı anlamadan... Karacaoğlan’ın “Elif”ini kavrayamadan yüceler yücesini sevebilmek, ona güç yetirebilmek mümkün mü?
Bakın... Avnî’den bir de gazel okuyalım... Okuyalım da görelim bakalım “Yâr” sevmek ne kadar önemlidir? Neler gerektirir “Yâr” sevmek? Buyurun:
“Sâkıya mey sun ki bir gün lâlezâr elden gider/ Çûn irer fasl-ı hazân bâğ u bahâr elden gider
Her nice zühd ü salâha mâil olur hâtırum / Gördügince ol nigârı ihtiyâr elden gider
Şöyle hâk oldum ki âh etmeğe havf eyler gönül/ Lâcerem bâd-ı sabâ ile gubar elden gider
Gırre olma dilberâ hüs-ü cemâle kıl vefâ/ Bâki kalmaz kimseye nakş ü nigâr elden gider
Yâr içün ağyâr ile merdâne cenk etsem gerek/ İt gibi murdar rakîb ölmezse yâr elden gider.”
Bakın dostlar... Orta yerde koca koca laflar edip toplumu gerenlere, adım başı düşmanlık ve kin tohumlarını topluma ekenlere sorun bakalım... Öncelikle, Avnî’nin kim olduğunu bugün kaç muhatabınız biliyor…
Çağ açıp kapatan ulu hakan Fatih’in, “Avnî” mahlasına bürünüp sanatını da konuşturduğunu bilmeyene sormaya hiç gerek yok ama...Siz yine de sorun bakalım;”yâr”i olmuş mu hiç? Olmuşsa, “ağyâr” ile cenk edebilmiş mi hiç “yâr”i için…
Cevaplar olumsuzsa eğer; bilin ki içinde bulunduğumuz toplumsal teslimiyetçi, sevgisiz, çıkarcı, abus çehrelerle kuşatılmış şu sıkıcı ortamdan mesul canlılardan biriyle karşı karşıyasınız...
Sözün kısası dostlar… Şu mübarek Ramazan ayını fırsat bilin… Sevgi damarlarınızı sonuna kadar açın… Sevin… Sevin de isterseniz bir taşı, isterseniz bir hayvanı, isterseniz bir bitkiyi sevin, ama sevin… Sevmekten, sevilmekten korkmayın… Dinimizin sevgi dini olduğunu unutmadan sevin… Yaradan’dan ötürü tüm yaradılmışları sevmeyi öğrenin yeniden… Mesela; “Leylâ”yı sevemeden “Mevlâ”yı sevmenin zorluklarını, hamlıklarını düşünerek sevin…
Bir “âşık” olun, bir “mâşuk” olun... Ama illâ da “yâr”i için cenk edebilecek bir “âşık” olun / bulun! “Yâriniz” için cenk her dem etmeye cesaret edebilecek yürekte olun! O zaman göreceksiniz ki; Fatih’i de daha kolay anlayacaksınız…
O zaman göreceksiniz ki Yunus’u basite indirgeyemeyecek, Mevlânâ’yı kolayca anlayabileceksiniz…
O zaman “Nesl-i Asım”ı da uzaklarda aramayacaksınız… Gerek kalmayacak.
Sonuçta; “Yaradan”ı da “Hâbib”ini de daha fazla sevmeye başladığınızı göreceksiniz… Bu Ramazan kârınız da sevmeyi yeniden öğrenmek olacak!
Siz siz olun sevmekten ve sevilmekten korkmayın… Anlaştık mı?
23.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|