Mevlânâ hakikatın felsefi akılla değil ancak duru ve dinî bir akılla kavranılabilineceğini ve derkedilebilineceğini öngörür. Zihnî tecridata ve imâl-ı fikre dayanan akıl, cüz’i akıldır. Bunun karşısında veya daha geniş alanında dinî akıl vardır. Bu kimilerine göre küllî akıldır. Bediüzzaman’a göre de akıl tek merci değildir ve tek başına eşya ve hadiselerin hakikatına vakıf olamaz. İçinden çıkılamayacak grift meselelerde (metafizik konular) rehberlik makamında küllî bir akla ihtiyaç vardır. İşâratu’l İ’caz’da bu konuda şöyle bir değerlendirmede bulunur Bediüzzaman: “Her ferdin adaleti idrakten aciz olduğundan küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler o akıldan istifade etsinler ve öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde ve hükmünde olabilir. Öyle bir kanun ancak Kur’ân olabilir (Bediüzzaman’a göre felsefe, Mahir Şahin, s: 52, Şahdamarı yayınları).”
Mevlânâ da cüz’i aklın yerine küllî aklı ikame eder. Aslında vahye dayanmayan keşif de cüz’i akıl mesabesindedir. Yanılma payı vardır. Sufilerin keşfî aklına, maveraî veya metafizikî akıl da diyebiliriz. Mevlânâ kem âlâtla kemâlat olmayacağını söyleyerek cüz’i akıl vasıtasıyla marifetullaha ulaşılamayacağını söylemektedir. Cüz’i akıl ancak vahiyle tekâmül eder ve müncebir (kendini tamamlar) olur. Aksi halde vahiyden bağımsız bir akılla filozoflar ve müteşerri sülükten bağımsız olarak da işrakiyyun zühd mesleğiyle hidayete ve hakikata erebilirlerdi. Dolayısıyla vahiyden bağımsız bir rehberiyet ve hakikat mesleği yoktur. En azından diğer mesleklerin ipi kısadır. Menzil-i maksuda isâl edemezler. Bundan dolayı Mevlânâ, Razi’nin şahsında aklı rehber edinmiş mütekellimleri eleştirirken aslında onun tek ayaklı ve tek kanatlı metodunu eleştirmektedir. Zira Razi pratikte bir sufi olmasa bile tasavvuf mesleğine karşı değildir. Ama Mevlânâ, Razi’nin sünuhattan uzak imal-i fikre dayalı ve felsefileştirilmiş kelam metoduyla hakikatın bilgisine veya marifetullaha ulaşılmasını müteazzir/zor görür. Çare ise iç aydınlanma ve keşfî bilgiye veya iç göze ve basirete dayanarak ve onun ipiyle kuyudan dışarıya çıkmaktır. İç aydınlanma derken elbette ‘kazfunnur/gönle nur bırakmak’ anlamında işraktan bahsediliyor. Her ne kadar Gazalî ve Mevlânâ’da işrak varsa da onlar işrakî değillerdir. Bu başka bir makamda zühd ile ruhbaniyet ayrımına benzer. Bununla birlikte işrak subjektif bir tecrübe olduğundan dolayı Karadavi gibiler bu yolun afaki veya bağlayıcı bir delil olmadığını söylerler. Dolayısıyla işrakın ispatı afaki değil enfüsîdir. Objektif değil subjektiftir. Bizatihi değildir ve vahye müstenittir. Yoksa kısır ve kasır kalmaya mahkûmdur. İşrak ile işrakiliği, zühd ile ruhbaniyeti birbirine karıştırmamak gerekir.
***
Mevlânâ, Razinin kasır/sınırlı mesleği ve cüzi aklının müeddası konusunda şunları söyler: “Bu bahiste akıl, yol gösterici (rehberiyet makamı) olsaydı Fahreddin Razi din sırrını bilirdi..” Bilemediği için de Mevlânâ’ya göre kapının halkası olarak kalmıştır. Fakat’ tatmayan bilmez’ sırrıyla onun aklı da, kurduğu hayaller de ancak hayretini artırmıştır. Hayreti dindirecek şey ise iç bilgiyi kuşanmaktır. Zahir ile batın bilgisini birleştirmektir. Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında zamanın gergefindeki farklılık şudur ki, Bediüzzaman nazarları sadece Kur’ân’a çevirir. Mevlânâ’nın dönemi ise tasavvuf mesleğinin zirvede olduğu dönemdir. Hakikatın yolu o dönem o meslekten geçmektedir. Mevlânâ’nın mesleği döneminin raici olsa da neticede dolambaçlı bir meslektir. Merdiven pirdir ve Kur’ân yoluna pirân aracılığıyla çıkılır. Mevlânâ hayret makamında olanları (hayara ve hairun) hakim bir üstadın eline teslim eder. Mevlânâ hayret denizinden geçen saliklere bir uyarıda da bulunur: “Ona (pirine) serkeşlik edersen istidadından da olursun...”
***
Bediüzzaman’ın gösterdiği rehberiyet ise doğrudan doğruya vahiy ve Kur’ân’a müstenittir. Mehmet Âkif de bu anlamda doğrudan doğruya ilhamı Kur’ân’dan almamız gerektiğini vazeder. Mevlânâ, tarif ettiği mütekamil; çift kanatlı yolu Nuh’un gemisine benzetir. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled de Razi’yi eleştiren kervana katılır ve baba ve dedesinin yolunu izler. Ona göre, basireti ve iç gözü açılan ve bu suretli ruşenfikir olan ve iç aydınlanmasına mazhar Bahaeddin Veled karşısında ne Razi ne de İbni Sina’nın sözü edilebilir. Filozofların yolu dedesinin yolu karşısında hiçlik makamıdır.
Ehl-i hadis arasında haşviyeye kaçışlar olduğu gibi Eş’arilik arasında da (bazı mensupları itibarıyla) Mutezileye kaçış vardır. Özellikle müteehhir Eş’arilik tevilâtta bazen maksadı aşmıştır. Dolayısıyla meslekler arasında kaçışlar ve geçişler olmaktadır. Bazı meslek erbabı ismen farklı cismen daha farklıdır veya ismi müsemmasından ayrıdır. Bununla birlikte Eş’arilik çığırı zamanla Mutezile’yi bitirdiği gibi Gazali de açtığı çığırla felsefecileri bitirmiştir. Buradaki ‘bitirme’ ifadesi mecazidir. Felsefe iman etmiş ya da Gazali eliyle terbiye olmuştur. Yoksa Gazali Mutezile’nin bile reddettiği mantığı (Şerh-i Usul-u Hamse, Kadı Abdulcebbar, s : 9, Daru İhya et Türas el Arabi) ilimlerin bir mukaddimesi olarak ispat etmiştir. Bediüzzaman’ın pozitivizmi reddedip fenni ilimleri kabul etmesi gibi. Bahaeddin Veled de Gazali ekolündendir ve öğrenci iken onun kitaplarıyla büyümüştür (Sudaki Kitap, Coleman Barks, John Moyne, Doğan kitap, S: 17). Asırlar arasında zaman farkıyla bu ekoller arasında yöntem değişse de öz her zaman aynı kalmıştır.
23.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|