|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Kendi aralarında çekişip birbirlerinden hesap sorarlar. Tâbi olanlar, büyüklerine "Siz bize sûret-i haktan görünmüştünüz" derler.
Sâffât Sûresi: 27-28
|
23.09.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Cenâze namazı kıldığınızda ölü için gönülden ve samimî duâ ediniz.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 396
|
23.09.2007
|
|
Ramazan’da evrâd ve derslerle meşgul olmalı
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak bu Ramazan-ı Şerifin Leyle-i Kadrini umumunuza bin aydan hayırlı eylesin. Âmin. Ve seksen sene bir ömr-ü makbul hükmünde hakkınızda kabul eylesin, âmin.
Saniyen: Bayrama kadar burada kalmamızın bizlere çok faydası ve hayrı olduğuna kanaatim var. Şimdi tahliye olsaydık, bu medrese-i Yusufiyedeki hayırlardan mahrum kaldığımız gibi, sırf uhrevî olan Ramazan-ı şerifi, dünya meşgaleleriyle huzur-u mânevîmizi haleldar edecekti. “Allah’ın, kullarını sevkettiği ve onlar için seçtiği her şeyde hayır vardır” sırrıyla, inşaallah bunda da hayırlı büyük sevinçler olacak. Mahkemede siz de anladınız ki, hattâ kanunlarıyla da hiçbir cihetle bizi mahkûm edemediklerinden, ehemmiyetsiz, sinek kanadı kadar kanunla teması olmayan cüz’î mektupların cüz’î hususiyâtı gibi cüz’î şeyleri medâr-ı bahis edip büyük ve küllî mesâil-i Nuriyeye ilişmeye çare bulamadılar. Hem gayet küllî ve geniş Nur talebeleri ve Risâle-i Nur’un bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat etmek bizim için büyük bir maslahattır ki, Risâle-i Nur ve talebelerine kader-i İlâhî iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki, bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmâremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri mânevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Dünya ve zahmetleri fâni ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli düşmanlarımızdan gelen zulüm ve mahkeme-i kübrâda ve kısmen de dünyada yüz derece ziyade intikamımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.
Madem hakikat budur. Telâşsız ve ihtiyat içinde kemâl-i sabır ve şükürle, hakkımızda cereyan eden kaza ve kader-i İlâhî ve bizi himaye eden inâyet-i İlâhiyeye karşı teslim ve tevekkülle ve buradaki kardeşlerimizle de hâlisâne ve tesellikârâne ve samimâne ve mütesânidâne hakikî bir ülfet ve muhabbet ve sohbetle Ramazan-ı Şerifte hayrı birden bine çıkan evradlarımızla meşgul olup ilmî derslerimizle bu cüz’î, geçici sıkıntılara ehemmiyet vermemeye çalışmak büyük bir bahtiyarlıktır. Ve Nurun pek ehemmiyetli bu imtihanındaki tesirli dersleri ve muarızlara kendini okutturması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyedir.
Şuâlar, s. 435-36
Lügatçe:
evrad: Virdler, dualar.
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı.
mütesânidâne: Dayanışma içerisinde.
uhrevî: Ahiretle ilgili, ahirete ait.
|
23.09.2007
|
|
İftar vakti ezan vaktidir, ezan vakti duâ vaktidir...
Dünyevîleşmenin ve onun bugünkü hayatta etkin kolu olan kapitalizmin, nasıl bir insan profili istediğini görmek isterseniz, reklamları izleyin. Reklamlar aslında sizi bu tarz bir insana dönüştürmek için yapılmış reklamlardır. Bu insan profili tüketim endekslidir. Tükettikçe, bir şeyler satın aldıkça mutlu olmaktadır. (Tüketimle mutluluk arasındaki bağın hiç de reklamlarda gösterildiği gibi olmadığına dair Batı’da yapılmış psiko-sosyolojik araştırmalar mevcuttur.) Bu insan her türlü özneyi, fikri ve daha nice şeyi tüketime indirgemekte ve tüketince amacına ulaşmış gibi gösterilmektedir.
Evet, reklamlar insan zihnindeki her şeyi tüketime bağlamak için yapılırlar. Buna din bile dahildir. Paranın dini olmadığını söyleyenler bu bakımdan yanılıyorlar galiba. Çünkü pekâla paranın da dini, hatta dinleri vardır. Para ve dünyevîleşme yeri geldiğinde her türlü dinin simgelerini ve değerlerini kullanabilmektedir.
İşte, içinde bulunduğumuz Ramazan’ı bile buna dahil ettiler. Zaten çağın ve ortamın imana ve İslâma dair kavramlar için çok da sağlam temeller sağlamadığı bir gerçektir. Galiba biraz da bundan cesaretlenerek dünyevîleşme bizim için çok hayatî kavramları da kendi yönünde yontmaya uğraşmaktadır. İçini boşaltmaya hatta kendi değerleriyle doldurmaya çabalamaktadır.
Meselâ, Ramazan ayına girmeden önce gözüme ilişen bir reklam, bana bu açıdan bir hayli çarpıcı geldi. İzleyenleriniz var mı, bilemiyorum ama reklamda iftar vaktinde iftar topunu patlatan bir beyefendi, eve gelip sofranın başına kurulur. Aile halkıyla beraber mutlu mutlu çorba içmeye başlarlar. Sonunda bu hazır çorba markasının sloganı ekrana gelir, ve okunur: “İftar vakti, çorba vaktidir, çorba vakti X vaktidir”!
Ne kadar da net değil mi? İftar vakti gibi önemli bir vakit çorba gibi hatta hazır çorba gibi basit bir nesneye indirgeniyor. Bu yapılınca gerisi kolay... Çorba vakti de direk üretici firmanın vaktine dönüşüyor haliyle. Aslında daha önceki ramazanlarda da bu tür reklamlar vardı. Bilhassa bazı içecek firmaları bu konuda çok başarılı(!) reklamlar yapmışlardı.
Halbuki iftar vakti hiç de öyle bir çorba vakti değildir. İftar vakti, belli yiyecek ve içecekleri tüketme vakti de değildir. Ramazan da dünyevî tüketimin arttığı bir “pazar ve pazarlık” mevsimi değildir. Tersine Ramazan ayı uhrevî üretimin, daha doğrusu ihsanın, rahmetin arttığı bir uhrevî pazardır. Bu reklamı izlediğimde yanımda küçük bir çocuk olsaydı, herhalde reklamın yanlış olduğunu izah etmek için çok çabalardım. Ama emin olun bu çabayı sarf ederdim. Yine de yanımdaki insanlara durumu kısaca izah etme ihtiyacı hissettim.
Belki biz bir reklamdan etkilenmeyebiliriz, ama söz konusu olan sadece bir reklam değildir... Reklamın ele verdiği zihniyettir. Bu zihniyet ise hayatımızın her alanındadır. Meselâ; Kur’ân ayında aşırı tüketimin artması neyle açıklanabilir? Eski Ramazanlardaki muhteşem ramazan kültürünün bugüne yansımalarının ilginç bir şekilde tüketim kültürüne dönüşmesini nasıl anlayacağız? “Bereket” kavramıyla “israf” kavramının neredeyse birbirinin yerine geçtiği zihinlerde yaşanan kaymaları, keşmekeşi fark edebiliyor musunuz?
Bu zihniyetin etkisinden kendimizi korumamız ise, Ramazanın onların gösterdiği gibi olmadığını bizzat yaşayarak göstermemizle mümkündür. İftar, sahur, teravih, zekât gibi Ramazan’a özel veya Ramazan’da ayrı bir mânâ kazanan kavramlara aslî, Peygamberî, Kur’ânî nazarlarla bakmalı, içlerini yine aslî, Peygamberî, Kur’ânî anlamlarla doldurmalıyız. İsraftan bilhassa bu ayda şiddetle kaçınmalıyız. (Bu noktada zihnime Ramazan-İktisat-Şükür risâleleri geliyor. Bu üçlünün bir arada kullanılmış olması da hayli manidar, değil mi?..)
Meselâ; iftar vakti ne çorba vaktidir, ne kola vakti. Oysa iftar vakti, Ezan-ı Muhammedî’nin vaktidir. Dolayısıyla namaz vaktidir. Oruç gibi bir ibadetin zirve vaktidir. Duâ vaktidir...
Ramazan ayı ise öyle bir aydır ki insanlara hidayet eden, rehber olan Kur’ân bu ayda indirilmiştir. Kur’ân ayıdır Ramazan. Kur’ân vasıtasıyla Resûlullah’a yakınlaşma ayıdır. Günahlardan tamamıyla kaçınıp, nefsi terbiye edip hakikî kul olma ayıdır Ramazan....
Söylenenleri arttırmak mümkün, ama siz onları zaten okuyorsunuz, daha da önemlisi yaşıyorsunuz...
Başta reklamları izleyin demiştim ya... Vazgeçtim. Siz reklamları izlemeyin! Böylece kazandığınız vaktinizi, bir-iki sayfa fazla Kur’ân okumaya, bir iki rekat fazla namaz kılmaya, hatta ailenizle, dostlarınızla bir iki dakika fazla muhabbet etmeye harcayın. Bu Ramazanda siz kârlı çıkın!
|
Ahmet Tahir UÇKUN
23.09.2007
|
|
İmanlı, ahlâklı nesillere muhtacız
Vaktiyle bir hükümdar, vezirine “Şu işi başarırsan ne istersen sana onu ihsan edeceğim” demiş. Vezir, hükümdarın emrini tam istediği gibi yerine getirmiş. Bundan memnun olan hükümdarın “Dile benden ne dilersen” sözüne karşılık vezir; “Hünkârım, satranç tahtasının birinci hanesine bir buğday tanesi, ikinci hanesine iki tane, üçüncü hanesine onun iki misli, yani dört adet, böylece her haneye konanın iki misli olmak üzere 64 hanede toplanacak kadar buğday ihsan buyurunuz” demiş.
Bu cevap karşısında şaşıran hükümdarın “Yoksa beni yoksul, güçsüz mü sanıyorsun, niçin bu kadarla yetiniyorsun?” sorusuna, veziri:
“Hâşâ efendim, bundan başka bir talebim yok” diye ısrar edince hükümdar misli misline arttırılmak üzere satrancın 64 hanesinde toplanan buğdayı hesap ettirmiş. Bir de ne görsün! Bu o kadar muazzam bir yekûn tutuyor ki kendi ambarlarındaki buğdaylar bile yetmiyor. Vezire teslim edilmek üzere komşu ülkelerden ödünç buğday almaya mecbur olmuş.
Yeni bir eğitim yılı başındayız. Okullarımızın açıldığı, 14 milyon öğrencinin eğitilmesi gibi pek önemli ve o derece kudsî bir görevin îfâya başladığı günleri yaşıyoruz.
İlköğretim, ortaöğretim, hatta yüksek tahsil kesimindeki muhterem öğretmenlerimiz, matematik, fizik, kimya v.b. gibi müspet ilimlere değer verdikleri ölçüde manevî bilgilere, dinî, ahlâkî, imanî derslere de ehemmiyet verdikleri takdirde bütün sıkıntı ve buhranlardan kurtaracak bir örnek nesil yetiştirmiş olacaklardır.
İstiklal marşı şairimiz merhum Mehmet Akif’in “Asım’ın nesli” ideali gerçekleşmiş olacaktır. Ders araçlarını tahrip eden, kütüphanedeki değerleri, ilim-irfan meşalesi olan eserleri pervasızca yakıp yıkan değil, nice ilmî eserler telif edip cihana nur/ışık saçacak hayırlı nesiller yetişecektir. Dünya ilim olimpiyatlarının yıldızları olacaklardır.
Zira ahlâklı, kabiliyetli öğrenciler yetiştirmek, yukarıda arz ettiğim ibretli menkıbede olduğu gibi, çok bereketli mahsul verecek, bir koyan bin kazanmış olacaktır.
Allah korkusunu kalbinde, ilim ve irfan nurunu kafasında taşıyan nice öğretmenler, kendisi gibi faziletli öğrenci yetiştirecek, bu nitelikteki geleceğin idarecileri, hakimleri, savcıları, görevlerini îfâ ederken şahsî menfaatlerini asla düşünmeyecek, rüşvet gibi kelimeleri lügatte bile görseler iğreneceklerdir.
Keza imanlı doktorlar muayenehanelerini, devlet hastanelerinin turnikeleri yapmayacak, hastanın kesesine göz dikmeyecek, İlâhî rızayı tahsil için gece gündüz fedakârlıkla çalışacaktır. Çilekeş milletimizin, o mesut günleri idrak edince yüzleri gülecektir. İmanlı nesiller cihana örnek olacaklardır.
Eğitim ve öğretimin önemini Üstad Bediüzzaman, şu mühim irşatlarıyla ne güzel beyan ediyor:
“Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imânî almazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın esaslarını ruhuna alabilir.”1
“Bilhassa iman hakikatlerinin öğrenmesi yerlerini hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz.’’2
“Dinî ilimlerle beraber, müsbet ilimler de okutulmalıdır. Bununla maarifin (eğitimin) temeli teessüs eder ve bu mebde-i teessüsten (sağlam temelden) ittihad takarrür edecek (birlik beraberlik binaları yükselecek).”3
Hz. Üstad, 80 yıl öncesinden bu günkü bölücülük, anarşi gibi tehlikeleri basiretiyle hissederek reçetesini hamiyet ehline sunmuş. Zifirî gaflet ve dalâlet mağaralarından çıkamayan zamanelere ithaf olunur.
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 40
2- Şuâlar, s. 299
3- Bilinmeyen Taraflarıyla B.S.Nursî, s.85
Kaynak: Şaban Döğen, Risâle-i Nur’dan Vecizeler, s. 87
|
Abdullah BATTAL
23.09.2007
|
|
Emanetlerim ve ben
Sabah ailece kahvaltımızı yapıp, işe geç kalmamak adına alelacele hazırlanıp çocuklarımızı bir taraftan öperken; diğer taraftan yapmaları gerekenleri sıralıyorduk.
Her sabah aynı cümleler; “Yatağınızı toplayın, dersinize çalışın, test çözün, okumanızı yapın, okula beslenme koymayı unutmayın, kıyafetlerinizi yerleştirin, sakın kapıyı tanımadığınıza açmayın, evden çıkarken anahtarı almayı unutmayın…” Çocuklarım, artık bunları ezberlemişlerdi ezberlemesine, ama uygulamada aksaklıklar oluyordu.
Dokuz yaşındaki kızım “Tamam anne, yeter artık, biliyorum” demesine karşılık, ben tekrar ediyordum. Bunu yapmamdaki gaye, eğer insana bir defa söylemek kâfi gelseydi, Kur’ân-ı Kerim’de bunca tekrara lüzum olmazdı düşüncesini taşıyor oluşumdu. Belki de doğru düşünüp yanlış uyguluyordum. Elimden geldiğince çocuklarımı en iyi şekilde yetiştirmek istiyordum. Bunun için okumuyor da değildim hani. Fakat sonucun istediğim gibi olmadığını görmeye tahammül edemiyordum. Hani çağın hastalığı ‘stres’e giriyordum.
İşten eve döndüğümde hemen yaptıkları değil, yapmadıklarına gözüm ilişiyordu. Bu yaptığımın yanlış olduğunu bile bile yapmadıklarına sinirleniyordum. Bugünkü işimin yarına aksamasını istemiyordum. Geçmişe baktığımda pek de derli toplu olduğum da söylenemezdi hani; yavaş yavaş ve geç uyguladım. Bunun sıkıntısını annem çok çektiği için ben çekmek istemiyordum.
Her gün sabah söylediklerim yetmezmiş gibi, işyerine telefonla bağlandıklarında bile yapılması gerekenleri sıralıyordum.
Yine öyle bir gün, on yaşındaki oğlum beni arayıp evin çok dağınık olduğunu, eğer toparlamak için uğraşırlarsa okula gecikeceklerini, akşama toplayabileceklerini söyledi.
Bu söyleyişinde bir yapmama isteği, bir tembellik olduğunu hissettim. Acaba ne söylesem de yapılması gerekenleri istekli bir şekilde yapsınlar diye düşünürken, 1111 kuvveti aklıma geldi.
“Evet, Risâle-i Nurlarda geçen hakikatları çocukların üzerinde hayata geçirmenin tam sırası” dedim ve oğluma, bir kişinin 1 kıymeti olduğunu, iki kişi yan yana gelince 11 kıymette olduğunu, eğer kardeşiyle beraber işe başlarsalar 11 kişi kuvvetinde olacaklarını, bundan dolayı uzun süreceğini düşündüğü işlerin çok daha çabuk ve erken biteceğini ilettim. Hemen telefon kapandı. Sonucu merak ederek beklemeye başladım.
Çok az bir zaman geçmişti ki, oğlum aradı. Bütün işleri kardeşiyle beraber bitirdiklerini, hiç zorlanmadıklarını sevinçli bir şekilde anlatıyordu. Her duyduğum kelime, “Elhamdülillah” dememi gerektirdiğini hissettirdi. Küllî bir hamd ettim. Bu, çocuklarımın üzerinde uyguladığım ilk deneme değildi elbet. Fakat sonucu ihtiyacıma binâen hemen verilen bir ikramdı. Bir kere daha yanlışlarımın olduğunu; Risâle-i Nurları anlayarak okuyup hayatıma geçirebilirsem hayatımın çok daha huzurlu geçeceğini idrak ettim ve idrak ettirene şükür dedim...
[email protected]
|
Arzu BABA
23.09.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Ebû Bekr-i Sıddîk (ra) Hazretlerinin kölesi bir akşam eve yiyecek getirdi. Hazret-i Ebû Bekir de (ra) bu yiyecekten birden ağzına bir lokma götürüverdi.
Ardından sordu:
“Bu yemeği nereden getirdin?”
Köle:
“Cahiliye devrinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba raks ettim. Onlara hoş geldi. Bana dediler ki, şimdi bir şeyimiz yoktur. Elimize bir şey geçince sana iyilik ederiz. Ben bugün onları elleri dolu gördüm. Bana borçlarını hatırlattım. Onlar da bu yiyeceği bana verdiler.”
Ebû Bekr-i Sıddîk (ra) bunu işitti işitmesine ama öyle üzüldü, öyle ağladı ki, yemeği önünden attı. Parmağını boğazına o kadar soktu ki, nihayet kustu. O lokma karnından dışarı çıktı. Kendine eziyet etti. Mübarek yüzü karardı.
Mübarek yüzünün şeklinin değişikliğini görenler, bir miktar su içerek bu üzüntüden kurtulacağını söylediler. Sıcak su getirdiler. İçti, bir kere daha kustu. Rahatsız oldu. Artık karnında bir şey kalmadığından emin oldu.
Dediler ki:
“Ya Sıddîk, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı mıdır?”
Buyurdu ki:
“Evet. Resulullah (asm) hazretlerinden işittim. Buyurdular ki: ‘Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, yediği haram olan kimselere Cenneti haram etmiştir.’”
Sonra başını yukarı kaldırdı:
“Allah’ım! Yediğim lokma için elimden geleni yaptım. O lokmaları kustum. O lokmadan damarlarımda bir şey kaldı ise affet. Bu zayıf kulun, Cehennem azabına dayanamaz” diye yalvardı.
|
Süleyman KÖSMENE
23.09.2007
|
|
|
|