Mevlânâ ailesinin Belh’i terkedişlerinin sebepleriyle alâkalı çeşitli söylentiler vardır. Bunlardan birisi, Fahreddin Razi ile yöntem meselesindeki ihtilafların müeddi olduğu ve götürdüğü münaferet atmosferi ve iklimidir. Kimileri Bahaeddin Veled’in bu ‘zehirli iklim’den etkilenerek ve huzurunu kaybederek Allah’ın geniş arzında yollara düştüğünü ve kendisine huzurlu manevi bir liman ve iklim aradığını söylerler. Bu liman arayışı onları Horasan üzerinden Bağdat’a kadar vasıl etmişse de huzur iklimini ve istikrarı Anadolu’da ve Konya’da bulmuşlardır. Son menzilleri Konya olmuştur. Horasan’dan geçerken Kübreviyye dostlarından Feridüddin Attar gibileriyle mülaki olmuşlardır. Bağdat’a vasıl olduklarında ise Sühreverdi gibi aktab-ı sufiyyenin onların intizarında olduğu görülür. Yine de Daru’s Selam’dan geçerek ve evliyalar şehri Şam’a da iltifat etmeyerek Konya’ya müteveccih olurlar. Bu yönelme olsa olsa kader aynasında Anadolu’yu irşad görevlerinin olduğunu gösterir. Cilve-i kaderleri onları Anadolu’ya sürüklemiştir. Moğol seli onları Anadolu’nun asude iklimine taşımıştır. Onların da vuslatıyla birlikte Anadolu irşad iklimi haline gelmiştir. Horasan erenleri Anadolu’yu yurt tutmuşlardır.
Aslında Mevlana Feridüddin Attar ve Avarifu’l Maarif sahibi Şehabeddin Sühreverdi ile görünmez bağlara sahiptir. Sühreverdi ile bağlardan birisi de fizikî ve maddî bağdır. Nesep karabetidir. Her iki aile de Bekrî’dir. Ve tarihin akışı içerisinde kesişme noktalarında çok önemli manevî roller ifa etmişlerdir. Sühreverdi ailesinin mensuplarından ve sonraki dönemin isimlerinden olan Ebu’n Necip Sühreverdi’yi Selahaddin Eyyübi’nin otağında görüyoruz. Selahaddin Eyyübi’nin nasihleri ve manevi mürşidleri arasındadır. Harun-u Reşid’in Behlül’ü, Selahaddin Eyyübi’nin Sühreverdisi’dir. “Nehcü’s sülük fi siyaseti’l mülük” adlı kitabını İslâm kahramanlarından Selahaddin Eyyübi’ye ithaf etmiştir. Yine bu kutlu şecereden olan Şam’dan Anadolu’ya gelme Akşemseddin Hazretleri de merhum ve mağfur Ali İhsan Yurd’un tahkikatına göre Sühreverdi ailesinin mensuplarından birisidir. O da Konstantiniyye’nin manevi fatihleri arasındadır ve Fatih’in otağındadır. İmam Rabbani gibi zevatın Ömerîliğine mukabil Mevlana Bekrî bir nesepten gelmektedir.
***
Helmut Ritter gibi kimi oryantalistler Mevlânâ ailesinin Belh’i terkedişine sebep olarak Fahreddin Razi ile takışmalarını ve zıtlaşmalarını gösterir. Bu da ruh iklimlerini huzursuz etmiştir, ruh kimyalarını bozmuştur. Halbuki diğer kimi rivayetlere göre de, Bahaeddin Veled’in sahip olduğu manevi saltanat ile dönemin saltanatı arasında bir kıskançlık zuhura gelmiştir. Terk-i diyardan başka devası da yoktur. Dolayısıyla Belh iki sultana dar gelmiştir. Bunun sonucu Sultanu’l Ulema Bahaeddin Veled ile Harzemşahlar Sultanı’nın arası açılmıştır. Halbuki bu ilişkiler ağında; Razi, Mehmet Harzemşah ile Bahaeddin Veled akrabadırlar. Akrabalık misak ve visakıyla bağlı olmalarına rağmen aralarına dünya girmiştir. Ne misak ne de visak kalmıştır. Bununla birlikte Belh’i terkedişlerinin gerisinde Moğol istilası da yatar. Peki Moğol istilası sebebiyle ailenin Belh’i terketmesi bir kaçış sayılabilir mi? Bu bağlamda, kimilerinin daha öncesinde Gazali’ye isnat ettikleri pasifizm ve Haçlılara karşı ‘harridi’l mü’mimin/Müminleri cihada kışkırt’ emrine imtisal etmeyişi Moğol istilasında da Mevlânâ ve ailesi için geçerli değil midir? Ve bu hicretin ötesinde Anadolu’da ikameti esnasında Mevlana’nın Moğollar ve işbirlikçisi Süleyman Pervane ile ilişkileri de gözönüne alındığında bu görüşlerde hiç haklılık payı yok mudur?
***
Bunun cevabını inananlar için Sultan Bahaeddin Veled Bağdat’ta veriyor. Bahaeddin Veled insanın alem-i şehadet ile alem-i gayb menzilleri arasındaki seyahatini hatırlatırcasına yani ‘inna lillahi ve inna ileyhi raciun’ sırrıyla hayata ve ölüme bakışları gibi bu seyahate de öyle bakıyor. Bağdat’a vasıl oluşlarında halkın ‘nerden geliyor, nereye gidiyorlar?’ sorusuna Bahaeddin Veled şöyle cevap veriyor. “Allah’tan geldik yine Allah’a gidiyoruz’. Demek ki Anadolu’ya teşriflerini de bu mana ile okumak gerekmektedir. Allah’tan gelmeleri Anadolu’yu irşad emrini aldıklarının da zımnî bir ifadesi sayılmalıdır.
Fahreddin Razi ile münasebetlerine gelecek olursak, Bahaeddin Veled Razi’yi akliyata fazla dalmak ve iç dünyasını ihmal etmekle suçlar. Onu Yunan filozoflarının takipçisi olarak görür. Bunun ötesinde onu bid’atçılıkla da suçlar. Onu akl-ı maadı unutarak aklı maaş sınırlarında kalmakla itham eder. Şems-i Tebrizi gibilerin tasavvuruna göre de, bundan dolayı Razi eşiğin bekçisi veya kapının halkasıdır. İçeriden yani ledünniyattan ve “el-Batın” isminin tecellilerinden bibehredir ve nasibi yoktur. Razi sadece kapının halkasıdır ve kâlden hâle, tebliğden temsile, sözden sükûte geçememiştir. Tavşan ile arslan hikayesinde Mevlânâ, Fahreddin Razi ve benzerlerinin durumunu müstehzi bir dille ele alır, hicveder. Efradına cami olmayan polemikçi üslubunu yerer. Mevlânâ bu mesleğe dedikodu mesleği adını verir. Bu meslek erbabı bahis ve münakaşa kuyusunun dibindedir. Sanki Dante’nin İlâhi Komedyasını bir şekilde Razi gibilere uyarlar.
***
Mevlânâ şöyle der:
“Tavşan, aslanı zindana soktu. Aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı!
Böyle bir ayıba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki; bir de kendisine Fahreddin lakabını takmalarını ister!
Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin...”
Bu hikâyedeki aslan nefs-i emmare, tavşan da aklı meaddır. İncil diliyle de tavşan koyuna tekabül etmektdir. Bu manada dinsiz medeniyetler de bir külli nefs-i emmaredir ve aslan suretindedir. Onun karşısına akl-ı mead ve iman ise tavşan ve koyun suretindedir. Bununla birlikte, Mevlânâ nefs-i emmarenin akıl tarafından terbiye edilemeyeceğini terbiyenin Allah’ın tevfikiyle aşk suretiyle gelmesi gerektiğini söyler. Çare iç aydınlanma, keşf yoluyla kuyunun dışına çıkmaktır. Yusuf’u kurtaran seyyare yani kervan işte bu iç yani manevi veya Bâtın isminin tecellisi olan boyuttur. Bu itibarla kurtuluş hem zahirden yani afaktan hem de enfüs yani iç daireden gelmelidir. İç daireden kopuk kurtuluş kurtuluş değildir. Kaçıştır.
22.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|