Abdullah Gül’ün hikâyesi...Gulfnews’de yazan George Hishmeh “Arap dünyası Türkiye’yi yeniden keşfedebilir” başlıklı yazısında Abdullah Gül’ün bir dönem Cidde’de yaşamasının Arap dünyasıyla onun döneminde Çankaya arasında yakın münasebetler tesisi için bir şans, köprü ve sembol olabileceğini öngörüyor. Öncelikli olarak sormak gerekiyor: Nasıl bir yakınlaşma ve bu yakınlaşmanın mahiyeti ne?
Bu sorunun muhtemel cevabı AKP triumvirası ile Cidde şehri arasındaki münasebette gizlidir. Bu ilişkinin mahiyeti ipucunu da içinde barındırıyor. Bazı Arap yazarlar İslâm dünyasıyla ilişkilerin daha da ivme kazanması için Çankaya’da Ekmeleddin İhsanoğlu’nu görmeyi arzuladıklarını dile getirmişlerdi. Gerçekten de bu isimler teknik olarak böyle bir yakınlaşmayı sağlayabilme istidadına haizlerse de acaba hissi olarak da buna sahipler mi? Hiç sanmıyorum. Sebebine gelince: Triumvira’nın sac ayaklarından veya üyelerinden birini teşkil eden Recep Tayyip Erdoğan Cidde’de katıldığı bir etkinlikte günümüzde İslâm dünyası diye bir dünyanın var olmadığını savunmuştur. Bunun fiiliyata dökülüşü olarak ifade edebileceğimiz Abdullah Gül pratiği de bunu ispat etmektedir. O Cidde’de Londra’dan farksız bir hayat yaşamıştır. Hayat tarzı bunu ispat etmektedir. Araplarla İngilizce üzerinden anlaşmıştır. Arapça öğrenmek için bir gayret sarf ettiğinden haberdar değiliz. Yine o dönemdeki ahbablarının ifadesiyle Batı tarzı hep elleri ceplerinde gezmiştir. Sembolizm aranıyorsa işte budur. Dolayısıyla Cidde dönemi hayat tarzı olarak kuşku bırakmayacak bir şekilde Doğu’daki Batılı adamın portresidir.
Gül ve arkadaşları Batı ile tanıştıktan sonra büyük bir değişim geçirmiştir. Refahyol öneminde de böyle olmuştur. Devletle tanıştıktan sonra büyük bir değişim geçirmişlerdir. Temel özellikleri dönüşüm geçirmedeki kabiliyet ve istidatlarıdır. Bu da kimyalarıyla alâkalı bir durumdur. Cidde ve sonrasında Ankara parametrelerine bakmadan önce dönüşümleriyle alâkalı Londra durak ve menzillerine bakmakta fayda var. Fransız Devriminin siyasî etkileriyle iktidarlarında tanışmadan önce sosyolojik etkileriyle oradan tanışıyorlar. Can Dündar’ın Gül belgeseline göre Necip Fazıl Kısakürek Gül ve arkadaşlarını ‘İspanyol paçalı züppeler’ olarak tanımlıyor. Bir gün Sultanahmet Camiindeki bir namazdan sonra Necip Fazıl onlara bakıp “Bu kubbelerin altı, böyle züppelerle dolmadıkça Türkiye’nin kurtuluşu yoktur” demiş. Umalım ki, öngörüsü yerinde çıksın. Ama merhum Necip Fazıl da kurtuluşu hep Batı’dan beklemişti. Doğu’nun yedinci çocuğunu Batı’dan bekliyordu. Hatta İslâmî ilimler sahasında yed-i tula sahibi olan Muhammed Said Ramazan el Buti de kurtuluşu Batı sahasında bekleyenlerden. Bu bir kompleks ürünü değilse ilişilmez. Ama korkarım ki, Necip Fazıl neslinin kompleksi Gül’ün ve arkadaşlarının neslinde başka bir kompleksli nesli ihtaç etmiş olmasın.
Bunun maalesef böyle olduğuna dair kuvvetli emareleri var.
***
Bunlardan birisi Londra günleriyle alâkalı olarak Gül’ün dostlarından Fehmi Koru’nun anlattıkları veya tanıklığıdır. ‘Bodrum Palas’tan Çankaya Köşkü’ne başlıklı dizisinde Can Dündar bu tanıklıkla ilgili şu ifadeleri kullanır: “Londra’da Batı karşıtı önyargıları törpülenmeye başlamıştı. O kadar ki, Fehmi Koru, dönüşüne yakın ‘Jöntürkleri daha iyi anlıyorum şimdi’’demişti. onlar da ‘Büyük Doğu’nun, Osmanlı’nın köhnemişliğini Batı’ya gittiklerinde derk etmişlerdi...” Bu değişim zamanla gül gibi açıldı. Ve bulunduğumuz kıvama geldi. Fehmi Koru en az on yıl önce Bessam Tıbi gibilerin kullandığı bir kavramı kullandı: Batı’ya düşman olduktan sonra Batı’ya giderek nasıl Batı’ya hak verdilerse Bilderberg’le uzun bir mücadeleden sonra onunla tanıştıktan sonra da PR ayağı gibi çalışmaya başladılar. Siyasî olarak “Ne iş olursa yaparım abi” yaklaşımından sonra ideolojik olarak “Ne iş olursa yaparım abi” devrine evrildiler. İdeolojik eğilimlerin anlamsız olduğunu söylemeye başladı ve bu evrimleşme sonucunda sakalından sonra (sakalı Suriye döneminin bir ürünü olmalıdır) sembollerin anlamsızlığını ortaya koymak için bıyıklarını da kesti. Niyetler değiştikçe süreç içinde gayeleri de değişti. Bu kadar mesafeden sonra geriye dönüş ve ricat hali bu kadar mesafe alma imkânı olmayan kitleleri yol yakınken dönüşe sevk etti. Onların yaşadığı zengin tecrübeyi her babayiğidin bile yaşama şansı yok. Öyleyse Fehmi Koru ve benzerlerinin yaptıklarına yan mı bakacaklardı? Böylece kitle psikolojiisiyle cemaatta imama uydu. Bu ‘jöntürkleri anlama’ keyfiyeti aslında konformizminden başka bir şey değildir. Egemen pradigma karşısında ideallerini ve inançlarını yitirmek veya bozmaktır. Onları fiiliyatta da daha iyi anlamaya başladılar. Triumviraları kaderin bu yöndeki bir başka cilvesi olsa gerek. Talihleri veya talihsizlikleri bunu en son anlayan nesil olmalarıdır. Mazeretlerine gelince Ebu’l Hasan en Nedevi’nin İkbal için söylediği kısmen onlara da uyarlanabilir.
Batı’ya gidip de fikrî zıpkın yemeyen azdır. Batı denizine dalan Doğulu dalgıçlar elbette ki bazı tortularla birlikte geri dönerler. Bu normal. Fakat İslâmcı cenahtan iken Ali Fuat Başgil gibilerin de gerisine düşmek ve ideallerini Batı denizine gömmek galiba Jöntürkler gibi bu neslin de talihsizliği olmalı. Bunlar bu durumda olsa olsa şarkın altıncı çocuğu olabilirler. Veya Hazreti Musa’nın Tih’teki kayıp nesli.
Babanzade Ahmet Naim garbı tahsil ettiği halde farklı kalabildiğinden dolayı Akif’in medhu senasına mazhar olmuştur. Bu güzel hasletinden dolayı onu ‘bakiyyetü’s selef’ olarak addetmiş ve selâmlamıştır. Batı denizinde batanlar bir dönemin geçici bir eğiliminden ve parantezinden ibaret kalmaya mahkûmdurlar. Altıncı çocuk veya geçiş dönemi ricali...
11.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|