Bu yazıyı bir Adapazarı-İstanbul seyahati sırasında yazıyorum. Daha doğrusu bu yazıyı dönüş yolunda kaleme almak nasip oldu. Adapazarı’ndan dönüşte genellikle yazılarımı, ya dostlarıma ya da yad-ı mazime ayırıyorum. Bu defa da itiyadımı bozmadım ve yazıyı dostlarıma vakfettim. Bunlar arasında bana ilk kez okuma alışkanlığı kazandıran çocukluk arkadaşım Şükrü vardı. Ziyaretlerim sırasında genellikle mahallemizde bulunan kardeşi Fikri’nin berber dükkânına uğrarım. Mutlaka orada tanıdıklardan veya aşina simalardan birisine rastlarım. Boşa çıkan ziyaretim yoktur. Hep doluya çıkar. Bu defa da yine berber dükkânına gittim ve kardeşi Fikret de orada idi. Gayet hamarat bir çocuktur hemen bana bir taksi ayarladı ve birlikte eski Şeker Fabrikası civarındaki Şekerspor Kulübüne gittik abisi burasının lokalini işletiyor. Hem doyasıya çay içtik, hem de dertleştik. Tabir caizse hem maddî, hem de manevî olarak demlendik.
Şükrü Çelikateş hayatımda kalıcı izler bırakan bir arkadaştır. Onunla çeşitli aşamaları terakki ettim ve aştım. İlk olarak onunla macera kitaplarıyla tanıştık. Ve macera kitapları koleksiyonumuz oldu. Galiba ondan önce sadece Zembla, Tommiks, Teksas türü resimli macera romanları okuyordum. Onlar okuma alışkanlığını kazandırmak için belirli bir altyapıyı oluşturdular. Onun üzerini de Şükrü ile birlikte kurduk, inşa ettik veya tamamladık. Onunla birlikte olduğum günlerde en azından 100-150 sayfalık bir kitabı bir gecede deviriyorduk. Tabiri caizse bir solukta okuyorduk. Özellikle de macera kitaplarını çok seviyorduk. Bundan dolayı o dönemde en fazla hoşlandığım, hayallerini kurduğum şey gemici olmak ve dünyayı turlamaktı. Böyle bir tutkum vardı. O sıralarda bolca sinemaya da gidiyorduk. Ama zamanla okumalarımızda görsellik oranı azaldı. Jules Verne, Kemaleddin Tuğcu derken tarih kitaplarıyla haşir neşir olduk; aşama kaydettik ve atılım yaptık. Sonra benim Almanya seyahatlerimle birlikte başka boyutlarım oldu ve kurgu tarihinden gerçek tarihe geçtim.
Bununla da kalmadım ve dinî kitaplara atılım yaptım. Bir taraftan Risâle-i Nurlarla tanışırken, diğer taraftan da Birgivi Vasiyetnamesi ile başka boyutlara açılıyordum. O sıralarda ciddi tarih okumalarım oldu. Dinî ilimlere merakım da bu dönemde teşekkül etti. Gazali gibi mücedditlerle tanıştım ve onları çok sevdim. Artık o gibi zevatın külliyatını temin ediyor ve kozamı örüyordum. Bu da beni Gazali’nin izinden Şam’a ve onları mayalandıran diyarlara çekti. İşte hayatımın bir kesitinde beni etkileyen ve yönlendiren Şükrü ile, birkaç güzel saati paylaştık. Geçmişin derinliklerinde iz sürdük. Birlikte dünyayı keşfettiğimiz dönemde edindiği kitaplar. Yakınları tarafından zayi edilmiş. Biraz üzülerek biraz da umursamazlıkla anlattı bunları. Keyifli bir sohbetin ardından kendisinden izin isteyerek ayrıldım.
Her gelişimde muhakkak eski arkadaş çevresini aramak ve bulmak isterim. Bazen istediğimin fevkinde karşılaşmalara nail olurum, bazen de sadece eski tanış ve tanıdık sokakları tek başıma turlamak isterim. Mevlânâ gibi. Aşina sokaklarla özlemimi gideririm. O dili olmayan sokaklarla geçmişteki birlikteliklerimizi yad ederiz. Mazinin âsûde kucağına bırakırım kendimi. Kesinlikle onlar dilsiz veya sağır olsalar da canlılardan çok daha vefalıdırlar. Başkaları bozmadıkça yerli yerlerindedirler.
***
Şükrü’den sonra kısaca Küpçü Hulusi olarak bildiğim ve andığım Hulusi Ağabeyi ziyaret etmek istedim. Zaten onu ziyaret etmek itiyadımdır. Teklifsizlikten dolayı soy ismini de bilmem, ama yazarken kayda geçsin diye bu defa başkalarından soy ismini öğrendim. Torlar’mış. Hulusi Ağabeyle kalplerimizle anlaşırız. Kalplerimiz anlaşır bazen dillerimiz de tasdikleşir. Yine bazen dillerimiz birbirini tekzip etse bile kalplerimiz birbirini tasdik eder. Hulusi Ağabey derinliğin peşinde bir adamdır. İbnü’lmeşrep yani meşrep çocuğu değil hakikatmeşreptir. Farklı çevre ve bundan mütevellit kavramlar bizi ayırsa da kalbî duygular birbirini mıknatıs gibi çeker. Hal adamıdır Hulusi Abi. Mevlânâ’nın dediği gibi aramızda makam adamları azdır. Diğer ümmetlerdeki mukarreplere nazaran İslâm ümmetinde de makam sahipleri ve mukarrepler parmakla gösterilecek derecede azdır. Hulusi Abinin makamını bilemem, ama bana göre mahallesinin kutbudur.
Salko denilince salihandan Salih Abi ve Hulusi Abi akla gelir. Çok ince ve esnektir ve bundan dolayı herkesi kuşatsa da yine de özel dünyasında yalnızdır. Bununla birlikte dükkânının önü dergâh gibidir. Adapazarı’na gelip de çayını içmediğim anlar enderdir. O benim Adapazarı’na gelişimi iple çeker ben de onu görmeye can atarım. Aslen Erzurumlu’dur ve ibnü’lbar dedikleri cinstendir ve rahmetli babası Süleyman Abiye de ahir ömründe hizmette kusur etmemiştir. Erzurumlu deyince hemen bir başka Hulusi’ye daha intikal ederim. Camcı Hulusi. O da 1970’li yıllarda Bahçeli Camii’nin karşısında camcılık yapardı. Bilmem birbirlerini tanırlar mı, ama birbirlerine benzediklerini söyleyebilirim. Bu defa da Hulusi Abiyi görmek için bir hamle yaptım. Müşterek dostlarımızdan Abdullah Beyi dükkânının önünde gördüm ve Hulusi Abiyi istifsar ettim. Bana kalp krizi geçirdiğini söyledi. Son sıralarda biraz kilo derdinden ve buna bağlı şeker ve tansiyon illetinden muzdarip olduğunu söylemişti. Derken bu arada bir iki damarı tıkanmış. Ziyaret etmek istedimse de yoğun bakımda imiş. Allah çocuğuna çoluğuna ve sevdiklerine bağışlasın. Adapazarı onlarla tatlı ve derin. Bir zamanlar onların yerinde Saatçı Burhan ve Remzi Ağabey gibiler vardı. Onlar şehrin tadı ve tuzuydular. Onların dostlukları efsane idi hatıraları bile iksir-i hayattır. Allah, manevî hayatın şahdamarı mesabesinde olan bu iksir-i hayatlardan bizi mahrum etmesin.
***
Bu defa Hulusi Ağabeyin çayını içemedik ve tatlı çehresini göremedik. Ama dönüş yolunda bunun eksikliğini yaşıyorum. Allah’tan Hulusi Ağabeye acil şifalar diliyor ve o gibi dost çehrelerin sayısını arttırmasını niyaz ediyorum. İksir-i hayat, sohbettir, sohbet-i ahyardır.
08.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|