Seyahat etmeyi severiz biz.
Bu sevgi biraz da, seyahati ‘müfritâne irtibat’ın vesilesi sayıp hizmet telâkki etmekten ve seyahat esnasında etraftaki manzaralara bakarak bir nev’î ibadet yaptığımızı düşünmekten ileri gelir.
İman hizmeti ve tefekkür ibadeti...
Hele bir de gittiğimiz yer dinî kimliğimizi bulup mânevî şahsiyetimizi kazanmamıza vesile olan Bediüzzaman Said Nursî’nin uzun yıllar kaldığı ve memleketi saydığı Isparta ise...
Said Nursî’yi tanıyıp Risâle-i Nurları okuyan her insan için hususî bir dâvet hissi taşır Isparta kelimesi. Bu hissin harekete geçmesinde oranın göller ve güller diyarı olmasının da tesiri vardır elbette. Ama asıl sebep, Said Nursî’nin Isparta’yı ‘hakîkî memleketi’ addetmesidir.
Bediüzzaman’ın; “Ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum, fakat kanaatim var ki İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş” sözleri ile de dile getirdiği gibi bu addediş, aidiyet hissiyle söylenmiş bir taltif ifadesi değil, asırlar önce yaşanmış tarihî bir hadisenin tesbitidir.
Çünkü Milâttan asırlarca önce Luvi ve Arzava kabileleri tarafından kurulduğu için ‘Arzava ülkesi’ adıyla anılan şehir, daha sonra Friglerin ve Lidyalıların hâkimiyetine girmiş, yedinci yüzyılda Asya taraflarından gelen Sabartalılar tarafından alınınca da Sabarta adı verilmişti.
Milâttan sonraki ilk asırlarda Romalıların eline geçince de aynı adla anılan Sabarta, 774 yılında Abbasiler tarafından fethedilmişti. Romalılar bir süre sonra şehri geri almışlarsa da Arapları bölgeden uzaklaştıramadıkları için onuncu yüzyıla kadar Isparta, Araplarla Romalılar arasında sık sık el değiştirmişti.
Asırlar boyu süren bu gidiş gelişlerden birinde, muhtemelen savaşma gücünü yitirerek ordudan ayrılıp Bitlis taraflarına yerleşen bazı Araplar, hem çok sevdikleri Isparta’yı kaybetmenin üzüntüsünü bir nebze dindirmek, hem de gelecek nesillere asıl memleketlerini hatırlatarak orayı geri alma şuuru aşılamak için bulundukları beldeye Isparta adını vermişler, kelime de zamanla mahalli söyleyişle İsparit şeklini almış olmalıydı.
On üçüncü yüzyıldan sonra Selçukluların eline geçen şehir, Hamidoğulları tarafından yönetildiği için Hamideli veya Hamidabâd adını almıştı. Osmanlılar zamanında da bu adla anılan şehre Cumhuriyetten sonra Sabarta adından hareket edilerek Isparta ismi verilmişti.
İsparit’te doğup büyümesine rağmen, hayatının en verimli yıllarını Isparta’da geçiren Bediüzzaman da, “Muhtemeldir ki, o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-ı aslîm, o Isparta olmak caizdir” diyerek o tarihî gerçeğe işaret etmişti.
Bediüzzaman gibi öyle bir tarihî mesnedimiz olmasa da, onun Isparta havalisinde yazdığı eserler sayesinde imanımızı kurtarıp âdeta mânen yeniden doğduğumuz için Isparta bizim de vatan-ı aslîmiz sayılabilirdi.
Bu mensubiyet hissiyle bakınca Isparta bütün Nur Talebeleri gibi bizim için de sadece gidilip görülen güzel bir seyahat menzili değil, aynı zamanda ruhumuzu sıla sıcaklığıyla cezbeden cazip bir yer olarak da görülebilirdi.
Onun için daha önce de çeşitli vesilelerle ve farklı gruplarla Isparta’ya defalarca gittiğimiz hâlde, yeni tesbit ettiğimiz bu tarihî hadisenin izlerini arama hevesiyle harekete geçince kendimizi yine Isparta yollarında bulduk.
Üstelik bu sefer, yetmişli yıllarda çok yaptığımız Isparta Mevlidi yolculuklarını hatırlayarak trenle gitmeye karar verdiğimiz için memleketin iki yüz yıllık tekâmül seyrini temâşâ etme fırsatı da yakaladık.
Anadolu insanının, götürdüğü yakınlarını geri getirmediği için hakkında ‘Kara tren gelmez ola, düdüğünü çalmaz ola’ gibi serzeniş dolu türküler yaktığı trene binince, vatan topraklarını çelikten bir kemer gibi saran Hicaz Demiryolu hattının bânisi olması hasebiyle ilk anda kendimizi Sultan İkinci Abdülhamid’li yıllarda hissettik.
Uzunca bir süre o hattı takip eden yolculuk sırasında, şehirlerden geçtikçe günümüzün; kasabalardan, köylerden geçtikçe asırlar öncesinin şartlarını yaşayarak takriben bir gün sonra Isparta İstasyonu’na vardık.
Üstad Hazretleri de yıllar önce bir sefer inmek, bir sefer de binmek için gelmişti bu istasyona. Ama ellerinde kelepçe, yanında talebeleri, etraflarında polis ve jandarmalardan müteşekkil muhafızlar olduğu halde.
İlkinde Denizli mahkemesi münasebetiyle Kastamonu’dan otobüsle Ankara’ya, oradan da trenle Isparta’ya getirildiğinde, onlarla birlikte hapse atılmayı göze alan yüzlerce insan tarafından karşılanmıştı.
İkincisinde, orada toplanan talebeleri ile birlikte Denizli’ye sevk edilmek üzere yük vagonlarına doldurulduklarında da yine yüzlerce insan gelmişti uğurlamaya.
İstasyon hâlâ eski hâliyle durduğu için Üstadın ayağının toprağa, nazarının manzaraya değdiğini düşünüp orayı da bir Nur Menzili olarak kabul ettik ve o hâlet-i ruhiye içinde indik trenden.
Ispartalı olan herkesin, Said Nursî’ye ait yerlere ve eşyalara, her şeyden ve her yerden ziyade ilgi duyup sevgi gösterdiğini bildiğimiz için, herhangi bir mihmandar ihtiyacı hissetmeden harekete geçtik.
İlk olarak, Said Nursî’nin ve talebelerinin, Eskişehir’e ve Denizli’ye götürülürken hapsedildiği Isparta Hapishânesi’ne gitmek istedik ama hapishane binası yıkıldığından, arazisinin sadece park yapılan kısmını görebildik.
Aynen hapishâne gibi Bediüzzaman’ın ve talebelerinin defalarca muhakeme edildiği, bir seferinde de sorgulanan binbaşı Âsım Beyin, “Eğer ben her şeyi dosdoğru söylesem, ruhumu her an kendisine feda etmeye hazır olduğum aziz Üstadıma belki zarar dokunmak ihtimali olabilir. Eğer dosdoğru söylemeyip tevillerle ketim yoluna gitsem, kırk senelik istikametkârane askerlik şerefime ve mesleğime yakışmayacak” diye düşünüp “Yâ Rab, ruhumu teslim al” diye duâ ederek ‘istikamet şehidi’ olduğu mahkeme binası da yıkılıp gitmişti.
Bediüzzaman’ın Burdur’dan Isparta’ya getirildiği zaman kısa bir süre kaldığı müftü Tahsin Efendi’nin, medreseler kapatılınca oğlu adına satın alıp vakıf hâline getirdiği medrese de çoktan tarihe karışmıştı.
Bunları öğrenince İstanbul’dan gelmiş olmanın da tedaisiyle geziye, Üstad Hazretlerinin 1953 yılında İstanbul’dan Isparta’ya döndüğü zaman kaldığı yerlerden başlamaya karar verdik ve Saray Oteli’ne gittik.
Orada da artık Üstadı hatırlatacak bir şeyin kalmadığını görünce, Hüsrev Efendinin evine gitmek istedik. Maksadımız, hem Üstad Isparta’ya geldikçe orada kaldığı için hafızalarda ter ü taze durduğunu düşündüğümüz hatıralarını yâdetmek, hem de Hüsrev Ağabeyin Mucizeli Kur’ân’ı ve Risâle-i Nurları yazarken kullandığı hususî rahleleri, malzemeleri yerinde görmekti.
Bazı arkadaşların mütereddit tavırlarına aldırmadan evin yola açılan bahçe kapısının önüne kadar geldik ve zile bastık. Az sonra kapıyı açan mütebessim gence de kendimizi tanıtıp istirhamımızı söyledik.
Biz konuştukça yüzündeki tebessüm hatları değişip mütereddit bir hâl alan genç büyüklerine danışmak için içeriye gidince biz de yarı açık kapıdan bahçeye girip etrafı seyre daldık.
Ne var ki, daha evi ana hatlarıyla dışarıdan görmeye bile fırsat bulamadan, hışımla içeriden çıkan orta yaşlı bir zat tarafından, nezaketsiz tavırlar ve kaba hareketlerle apar topar dışarıya çıkarıldık.
Said Nursî Hazretlerinin de İstanbul’dan döndüğünde burada kalmak istediğini fakat bizzat Hüsrev Efendi tarafından evin ablasına ait olduğu mülâhazasıyla kabul edilmediğini bildiğimizden, aradan yıllar geçmesine ve acı, tatlı pek çok hadise yaşanmasına rağmen bu insanlarda hiçbir şeyin değişmediğini anladık.
O zaman, hiç beklemediği öyle bir tavırla karşılaşınca müteessir olan Said Nursî, talebelerine bir ev bulmalarını söylemiş, onlar da hemen şehrin merkezinde geniş bir ev kiralamışlar ve Üstadı oraya yerleştirmişlerdi.
Etrafımızda birbirinden geniş, müferrah ve güzel binlerce ev vardı ama biz o sırada içlerinden sadece birini, Fıtnat Hanımın, Kepeci Mahallesindeki evini aramaya başladık.
Evi sahibinin adıyla arasak biraz zor bulurduk ama ‘Bediüzzaman Hazretlerinin evi’ diye sorunca ilk karşılaştığımız kişi onun ismini duyar duymaz toparlandı, saygılı bir tavır takındı ve işini, gücünü bırakıp bizi evin önüne kadar götürdü.
Belki de sadece Said Nursî’ye gösterilen bir hassasiyetin neticesiydi bu nezaket. Çünkü o, dünyasını değil, gerektiğinde ahiretini bile ‘milletinin imanının selâmeti’ uğrunda harcamaktan çekinmeyen müşfik ve değerli bir insandı.
Onun taşıdığı değeri şahsına münhasır değildi. Misk ü amber, gül ü reyhan misâli, rayihası ile bulunduğu yeri sarıp ona yakın olanları ihata ederek değerli hâle getiren bir müessiriyete sahipti.
Gerçekten her yıl on birlerce insanın yaptığı gibi o anda bizim de binlerce benzerinin arasında münhasıran o eve gelmemizin sebebi, onun orada bir süre ikamet etmiş olmasıdır.
Gerçi son zamanlarda yapılan tamirat ve tadilat sırasında malzemelerinin tamamına yakını değiştirilmiş, eşyalarının pek çoğu yenilenmişti ama bu evin ona izafe edilmesi bile değerli addedilmesine yetiyordu.
Evin içinde onun kaldığı odanın diğer odalardan, o odadaki karyola, yatak, lamba, kilim, çerçeve, seccade, tesbih gibi eşyaların diğer odalardaki eşyalardan pek bir farkı yoksa da onlara maddî bir değer biçmek kabil değildi.
Normal şartlarda insanların elbiseleri, gömlekleri, hırkaları, mendilleri, çorapları birkaç yılda bir; tencereleri, tavaları, tabakları, çanakları, çaydanlıkları, termosları, ibrikleri ve sair eşyaları üç beş sene arayla değiştirilir, eskiler atılıp satılır, yerlerine yenileri alınırdı.
Lâkin, Said Nursî’ye ait ise; cübbe kırk yamalı, hırka eski, mintan yıpranmış da olsa; kaşığın sapı kırılsa, tabağın kalayı çizilse, termosun sırı dökülse ve kullanılamayacak hâle de gelse, el sürmeye kıyılamazdı.
Zaten ona ait eşyaların hatıra tarafları nazara alınarak hepsinin korunması ve başka ellerin değmemesi için hususî kılıflar, ahşap dolaplar, cam mahfazalar içinde sergilenmesi de o itinanın neticesiydi.
İnsanlar açısından, arabaların yeni çıkan ve son model olanları makbuldü. Eskiyen her araba ya sökülüp işe yarayan kısımları yedek parça olarak satılır, ya da götürülüp araba hurdalığına atılırdı. Ama bir arabaya Bediüzzaman arada sırada binmişse yapılan muâmele değişirdi. O takdirde o araba, lâyık olmayan insanların kazara binmeleri ihtimaline binaen trafiğe çıkarılmaz ve hususî bir garajda koruma altına alınır.
Şayet o bir meskende ikamet etmiş, bir mahalle gitmiş, bir yerde durup oturmuşsa, orası muteber bir yer addedilir ve zaman zaman oralara gidip onun yaptıklarını yapmak muteber bir hareket hâline gelir.
Değil onun yanında kalmak, hizmetinde bulunmak, ziyaretine gitmek veya uzaktan görmek; onun yaşadığı yerlerde gezmek bile mânevî mazhariyet olarak kabul edilir.
Yalnız o mazhariyetleri yaşayanlar değil, onlara şahit olanlar ve onların anlattıklarını dinleyenler de farklı bir ruh hâli içine girerler ve tahassüslerini anlata anlata bitiremezlerdi.
Hatta insanın kendisi bile Nur Menzillerinde geçen zamanını başka yerlerde geçenlerden ayırır. Oralarda yaşadığı hadiseleri, dinlediği hatıraları, gördüğü eşyaları, seyrettiği manzaraları hafızasına iyice yerleştirir ve hatırlamaktan da, anlatmaktan da apayrı bir haz alırdı.
Nitekim, bizim Isparta’ya yaptığımız seyahatin üzerinden bir hayli zaman geçmesine rağmen, ben o hatıraları anlatırken de, bu yazıyı yazarken de uhrevî hazlar hissettim.
Umarım, okurken sizin de ruhunuz ihtizaza gelir.
02.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|