Mevlânâ...
Vücut cihetiyle orta boylu bir insandı. Yüzü dolgun, siması hafif sarıya meyyal buğday benizliydi. Muhtemelen alnı açık, burnu düz, sakalı seyrek, bıyığı ve kaşları inceydi.
Kendi iç dünyasına daldığında mânevî mehabetini gizleyen bedeni, harekete geçtiği zamanlarda ruhunun inşirahlarını zaptetmekte zorlanacak kadar zayıf ama sağlıklıydı.
Bünyesinin zayıflığından dolayı zaman zaman hâl ve hareketlerinde bazı asabî gerginlikler tezahür etse de mizacı hassas, görünüşü mütevazî, yüz hatları mütebessim ve tavırları müşfikti. Bütün müceddidler ve müçtehidler gibi onun da simasının en bariz uzvu gözleriydi. Kimsenin kolay kolay bakamadığı harikulâde nafiz ve müessir gözleri vardı.
Rengi ve şekli kendine has takkesi, sarığı, cübbesi vardı. Kanaatkâr bir fıtrata sahip olduğundan kıyafetini fazla değiştirmezdi ama elbisesinin temizliğine ve renklerinin, desenlerinin tenasübüne azamî derecede itina gösterirdi.
Ruhu bütün kâinatı ihata edecek derecede geniş, deryalara sığmayacak kadar derindi. Yerine göre bazen denizler gibi için için dalgalanır, bazen şelâleler gibi çağlardı. Bilhassa ruhu hareketlendiği zamanlarda o deniz kendi içine sığmaz, dalgalanır, taşar ve hududu, insan idrakinin ihata edemeyeceği kadar genişlerdi.
O, nefes alıp verdikçe alabildiğine açılıp genişleyen bu hür ve kıyısız denizde dünyanın mecburiyetlerinden uzak, ahiretin mes’uliyetlerinden âzâde bir ahvâl içine girerdi.
Kimi zaman hoş bir sada, tatlı bir tebessüm, lâtif bir kelâm katresi yeterdi bu denizi dalgalandırmaya, bazen dağlar mesabesinde büyük mânâlar da düşse, bir nebze kıpırdamazdı.
Zahiren birbirine zıt gibi görüldüğünden bir mânâ verilemeyen bu münzevî ve coşkun hayat hâlleri, aslında tenasüp içinde devam eden istikrarlı bir tekâmülün tezahürü idi.
Zîra normal şartlarda hayat münzevî hâller içinde akarken, ruhunun pırıltısı gönül denizinin durgun yüzüne aksettiği zaman inşirah dalgaları husûle gelir, bu sayede de hem beden dinlenir, hem ruh durulanır ve bir tekâmül mertebesi daha yaşanırdı.
Tevazu onun en bariz vasıflarından iriydi. Şahsı medar-ı bahs olduğu zaman kendisine sıradan bir insanın nazarı ile bile bakmazdı. Sohbet meclislerinde şahsına yapılan iltifatlara fazla itibar etmez, ziyaretine gelenlerin hayran bakışlarından rahatsız olurdu.
“Sen benim âlemdeki ünü duymadın mı hiç?
Ben hiç kimse değilim. Bir hiçim, hiç...”
Bu hissini de sık sık böyle mısralarla dile getirir; ruhun kazandığı irtifâ mertebelerinin ve mânevî meziyetlerin yanında nefsin de, ona izafe edilen unvanların, takılan sıfatların da fazla bir kıymet-i harbiyesinin olmayacağını nazara vermek istemişti.
Çünkü zamana hâkim olan telâkkîlerin de tesiriyle insanların maddî şeylere değer vermeleri; zahirî unvanlara, sıfatlara, makamlara, mevkilere takılıp kalmaları, ruhu iyice ihmal etmelerine sebep olmuştu.
İnsanların ekseriyeti, her sahada olduğu gibi bu hususta da kendisini erişilmez bir mevkide gördükleri için onlara, en çok itibar ettikleri cihetini hiçe indirerek mühim bir hayat dersi vermeye çalışmıştı.
Aynı zamanda, nefsinin dünyevî taleplerine de set çektiği bu münzevî tavrın, zamanında pek çok menfî örneği görülen miskin insan tipi ile karıştırılmaması için de sık sık ruhunun coşkuyla aktığı ebedî menzilleri nazara verme ihtiyacı hissetmişti.
Mevlânâ’nın bedeni ile ruhu arasındaki insicamlı ve âhenkli işleyişi, zamanın karanlık, karışık, kararsız akışı bile bozamamıştı. Bu insicam, insan fıtratına son derece uygun olmalı ki Mevlânâ’nın fizikî portresi zamanla zihinlerden silinse, yeni nesiller tarafından hatırlanmasa da; ruhî portresinin tezahürü olan hâller ve hasletler, asırlar boyu insanlara rehber olmuştu.
Hâlâ bazı insanlar onu örnek almaya devam ediyor.
***
Bediüzzaman...
Uzuna yakın orta boylu, sağlam yapılı, sağlıklı bir bünyeye sahipti. Boyuna mütenasip olarak dikine uzayan, buğday tenli ve ‘alâmet-i fârika-i sâniyesi’ yani yüzünün, onu başkalarından ayıran ikinci derecedeki hatları tam ve müstesna bir sîması vardı.
Zahirî görünüşüne, hâline, tavrına, duruşuna, kıyafetine ve kisvesine bakıldığı zaman; onun da güçlü bedeni ile mâsivâyı muhit, mâverâya müheyyâ ruhu arasında mükemmel bir insicamın olduğu hemen fark edilirdi.
Çehresinde heybet, şefkat, ciddiyet, tebessüm ve tevazu gibi bir yüzde bulunabilecek bütün hatlar mevcuttu. Kim nasıl görmek isterse veya o kime ne zaman, nasıl görünmesi gerekiyorsa ona o şekilde görünecek müstesna hususiyetleri haizdi.
Hayal yumuşaklığındaki birkaç çizgi ile şekillenen alnı açık, elmacık kemikleri belirgin, yanakları dolgundu. Yüz hatlarına buket görüntüsü kazandıran çenesi bariz, gamzeleri derin, ağzı hafif kavisli, cildi berrak, çehresi aydınlıktı.
Kaşlarının arasındaki çapraz çizgilerle alnına bağlanan müşekkel burnu yüz hatlarına mehabetli bir görüntü verirken, dolgunca dudakları, az konuşup çok zikretmekten olsa gerek içe doğru meyilliydi.
Nurânî simasının en dikkat çekici uzvu, kendi tavsifiyle elâ gözleriydi. Nazarı hep içe doğru ruhunun, dışa doğru da semanın derinliklerine münazır olduğundan gözlerini görmek mümkünse de bakmak asla kabil değildi.
Yerini dolduran kalın bıyıkları muntazam ve tertipli, kaşları hafif çatık ve gürdü. Başı her zaman kapalı olduğundan saçlarının şekli pek görünmezdi ama şakağındaki uçlarından saç tellerinin kalın, düz ve uzunca olduğu anlaşılıyordu.
Geniş bir bez ve dar, uzun kuşaktan müteşekkil bulut renkli sarığını sarıp başına giydiğinde, üzerinde Peygamber Efendimize (asm) ilk âyetin inzal olunduğu Nur Dağı’nın uzaktan görünüşünü andıran mehabetli bir şekil alırdı.
El dokuması siyah, düz kumaştan dikilen geniş cübbesini giyip düğmesiz yakalarını kavuşturduğu zaman, üzerine kendi renginden yama üstüne yama vurularak kalınlaşmasına rağmen gümüş bir tül inceliği kazanıverirdi.
Sarığını sarış tarzı ve cübbesini giyiş şekli o kadar kendisine hastı ki, daha önce hiç örneğine rastlanmamıştı, kendisinden sonra da onun gibi giyinen kimse olmadı.
Bediüzzaman, fizikî portresini teşkil eden bu gibi maddî ve zahirî unsurların temizliğine, intizamına, insicamına itina göstermesine ve her an, her hâlini kontrol etmesine rağmen, kendini sadece onlarla ifade etme cihetine gitmedi.
Hatta zaman zaman içtimâî teâmüllere uyarak fizikî portresini nazara alıp şahsına itibar ve iltifat eden insanlara “Ben beni beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” diyerek karşılık verdi.
Şahsı ve nefsi medar-ı bahs olduğunda ne kadar mütevazî tavırlar içine girerse, dinini, dâvâsını ilgilendiren bir mesele olduğu zaman da o kadar müsterih ve müftehir hareket ederdi.
Onun için fıtratının yanı sıra, insanların hissiyatlarına hâkim olan beşerî zaafları da göz önünde bulundurarak şahsını nazara vermekten veya zahiren dikkat çekecek hareketler yapmaktan hep içtinap etse de İslâm dininin şeâirini taşıdığı hâllerde ve dâvâsı adına konuştuğu zamanlarda, haykırırcasına hamâsî ifadeler kullanmakta bir an bile tereddüt etmedi.
Meselâ, sürgün olarak Barla’da kaldığı yıllarda, emniyet kuvvetlerinin “Said elli bin nefer kuvvetindedir, onun için serbest bırakmıyoruz” diyerek kasabanın dışındaki Bedre mahallesinde birkaç gece kalmasına izin vermemelerini hayretle karşıladı.
“Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız hâlde neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, dîvâne gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani odamın kapısına durup bana ‘Çıkmayacaksın’ diyebilir.”
Bu gibi ifadelerle ehl-i dünya tabiriyle tavsif ettiği zamanın mütegallibelerini tenkit etti ve onlara, bütün güçleri ile dünyaya çalışmalarına rağmen, dünyanın işlerini bile bilmeyecek kadar divane olduklarını hatırlattı.
Ardından şahsını dâvâsından ayırdı ve kendisinin vehmedildiği gibi şahsî bir kuvvetinin olmadığını söyleyerek, memleketinden sürgün edilmesini, orada köylülerle görüşmesine ve başka bir yere gitmesine izin verilmemesini buna örnek gösterdi.
Şahsı için böyle mütevazî tabirler kullanarak kendisinden korkulmasının yersiz ve mesnetsiz olduğunu söyledikten sonra “Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’ân’a âit dellâllığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imâniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek îtibârıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun” diyerek dâvâsının kuvvetini nazara verdi.
Bu ve benzeri sözlerin, düşmanlarına gözdağı vermek maksadıyla söylenmiş mübalâğalı ifadeler olduğunun anlaşılmaması için sözünü ettiği gücü Kur’ân’dan, imandan aldığını açıkladı.
Bunu yaparken, muarızlarının kuvvet kaynağı olarak kullandığı felsefî fikirler karşısında ortaya koyduğu iman esaslarını ve Batılı filozoflarla yaptığı fiilî, gaybî münâzaraları nazara vermeyi de ihmal etmedi.
Gerçekten de bir bakıma onun ruh portresini şekillendiren Risâle-i Nur Külliyatında, o zamana kadar Doğuda ve Batıda çok tartışılan meseleler işlenmesine rağmen hiç kimse onun izahını çürütüp isbatını geçersiz kılan bir iddiada bulunamadı.
Hatta bu hususta Batıda yıllarca felsefe eğitimi görmüş meşhur filozoflar, ders aldıkları hocalarının da yardımı ile çeşitli kitaplar yazmak maksadıyla harekete geçtilerse de, Bediüzzaman’ın yazdığı eserleri görünce başarılı olamayacaklarını anlayıp teşebbüslerinden vazgeçtiler.
Zaten onu diyar diyar sürmelerinin, mahkeme mahkeme dolaştırmalarının, hapishanelerde tutmalarının ve defalarca zehirleyerek öldürmeye çalışmalarının sebebi, muaraza edemeyecekleri müessir eserler yazmasına fırsat vermemekti. Fakat bütün yolları deneyip her yetkiyi kullanmalarına rağmen ne onu durdurabildiler, ne de Risâle-i Nurların telifine ve intişarına mani olabildiler.
Çünkü “Ben bir çekirdektim. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî duâ etmek neticesinde Cenâb-ı Erhamürrâhimîn Risâle-i Nur’u o çekirdekten halk ve ihsan etmiş” sözleri ile de ifade ettiği gibi onun şahsı ile eserleri birbirini tamamlıyordu.
Zaten, onun fizikî ve ruhî portreleri arasındaki insicam ve tenasüp sayesindedir ki, onu görenler hâline hayran kalıp eserlerini merak ettiler, eserlerini okuyanlar, kendilerini ebedî felâketlerden kurtaran insanı tanımak istediler.
Onun muhitine yaklaşan ve eserlerinin etrafında pervane olan insanlar, halis niyetle ve samimî ihlâsla o mükemmel portreyi ruhlarına nakşederek ya dost veya kardeş oldular, ya da talebe sıfatı kazandılar.
Böylece Bediüzzaman’ın “Ey Risâle-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin azalarıyız” sözleri ile ifade ettiği bünyedeki yerlerini aldılar.
Bediüzzaman’ın yaşadığı zaman içinde bedeni ve ruhu arasındaki harika insicam o kadar mükemmel işledi ki, onun şahsı ve dâvâsı etrafında teşekkül eden şahs-ı mânevî de ruh taşıyan canlı bir beden gibi büyüyüp gelişti.
Uzvu mesabesindeki mensuplarının samimî gayretleri sayesinde Türkiye’de ve İslâm Âleminde herkes tarafından bilinip sevilerek örnek alınan bu hayattar portre, dünyanın pek çok yerinde de hızla tecessüm, tebessüm ve tenevvür ediyor.
İnşallah bu nurânî intişar kıyamete kadar artarak devam edecek. Zîra onun, öldükten sonra da tasarrufunun devam etmesinin yanı sıra eşkali, ef’âli ve etvârı gibi tecdidi, içtihadı, icraatları da şahsına münhasır hususiyetler taşıyor.
22.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|