Geçenlerde bir grup genç arkadaşla sinema ağırlıklı bir sohbette bulunduk…
Bu genç arkadaşların yaşları “Minyeli Abdullah” filminin çekildiği günleri anlamalarına yetmiyordu… Dolayısıyla da o yönde bir giriş oldu ve o günlerin genel siyasî havası, sinemadaki durumlar üzerinde muhabbet ettik… Söz elbette “Beyaz sinema”ya da geldi ve sizlerle birkaç defa paylaştığımız o gelişmeleri anlattım genç kardeşlerime…
Bunun üzerine genç kardeşlerim; “Beyaz Sinema” tabirine uyan filmleri sordular… Bu soruya verdiğim cevap ve devamında söylediklerim, “İslâmcı Sinema= Beyaz Sinema” ısrarcılarına da bir kere daha açıklama olacaktır sanıyorum…
Bana “Beyaz Sinema” tabirini ortaya attığım günlerde; “yabancı filmler de beyaz sinemaya girebilir mi?”, “hangi filmleri buna örnek olarak verirsiniz?” diye sorulduğunda o günlerde gündemde olan Halit Refiğ’in “Hanım” filmini örnek olarak söylemiştim. Son zamanlarda çekilen filmler açısından bir değerlendirme yapacak olursak birkaç filmin dışında çoğunun bu tanıma uyduğunu düşünüyorum. Meselâ “Beynelmilel”. Bütün insanlığı hedef alan, özgürlükler üzerine kurulmuş güzel bir film.
Unutmayalım ki; Yaradan’ın kullara hitabı içinde en çok öne çıkan “Ya Eyyühen Nas” olmuştur. “Ey insanlar”, der. San’atçının derdi de bu olmalı; bütün insanlara bir şey anlatmak! Oysa bugün; “ey inananlar”, “ey Müslümanlar”ı da geçtik ve “ey cemaat”e geldik.
İslâm evrenseldir, bütün insanlığı hedef alır, o zaman önceliğimiz bu olmalı, bütün insanlar olmalı. Yerel bir hikâyeyle kendini anlatacaksın… Meselâ “Eşkıya” gibi… Siyasi olarak bakarsan farklı gelebilir ama temelinde bu unsurlar var.
“Millî sinema”, “ulusal sinema”, “İslâmî sinema” gibi tanımlar, arkasında siyasal bağlantıların olduğu ifadelerdir ve bu bağlantılar doğrudan şu partici bu partici düşüncesine getiriyor insanı. Oysaki san’at siyasetin de üzerindedir düşüncem her geçen gün daha da kuvvetlendi. Kültür ve san’at milleti ayakta tutan bir güçtür.
Bugün meselâ birileri; “ya sema ya semah” diyebiliyor. Böyle bir ayrım yapma lüksümüz var mı? Sema da bizim semah da! Birbirinden ayıramazsın ki… İkisi de bizim kültürümüzün özü, temeli. Ahmet Yesevî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Karacaoğlan ya da Pir Sultan, …. Hepsi kültürümüzün zenginliği, güzelliği nasıl ayrı ayrı düşünebiliriz ki…!
İşte “Beyaz Sinema”yla; Türk toplumuna hitap eden, bizim kaynaklarımızla beslenip üretilen ama dünyaya hitap eden bir sinemanın tanımını yapmaya çalıştım. Yanlış anlamalara sebep olamamak için de; “–cı, -ci gibi bütün siyasal akımlarla ve her türlü –-ist, -izm ile Beyaz Sinema’nın, Beyaz San’at’ın alâkası yoktur” dedim.
Bugün Dede Korkut’a hangi partili diyebiliriz? Ahmed Yesevi’yi, Mevlânâ’yı nereye bağlayabiliriz ki? Bunlar toplumu birleştiren ana unsurlar. Bir süredir sık sık tekrarlıyorum ki; hangi parti olursa olsun, isterse 550 milletvekili ile gelsin… Türkiye’de kültürel bir hamleyle atağa kalkmadıktan sonra bu ülkenin özlenen dirilişi, ayağa kalkışı, prangalarından kurtuluşu mümkün olmaz.
Dahilî ve haricî bütün sorunlarımızın temelinde kültürsüzlük yatıyor. Moğolların Anadolu’yu istilasını düşünün, Vandalizm hat safhada iken o dönem kurtuluşu sağlayanlar Ahmed Yesevi ocağından beslenmiş; Hacı Bektaş, Yunus, Hacı Bayram ve Mevlânâ’dır. Paulo Coelho Simyacı’yı çıkarttığında içimizden kimileri; “bu hikâyeler zaten Mevlânâ’da var, biliyoruz” dediler, malûm. Madem bunlar bizim kaynaklarımızda vardı da neden konu etmiyoruz bu zenginlikleri filmlerimize? Mesnevî, halk hikâyelerimiz hatta Kutadgu Bilig gibi birçok hazinemiz var ama… Bu kaynaklarımızdan yola çıkarak; güncellenmiş, çekilmiş, izlenebilecek bir sinema eseri ortaya koymuyoruz ne yazık ki.
/…………………/ Bütün san’at dalları gibi sinemanın da kitleler üzerinde çok ciddi rolü vardır. Türk toplumunun yapılanmasında, şekillenmesinde sinemanın rolünü inkâr mümkün değil… Yalnız yıllardır bu rolün olumlu mu olumsuz mu olduğu üzerinde rivâyetler muhtelif… Bu konuda, geçmiş yıllardaki tartışmaları düşündükçe, bu rolün etkisinin önemini ve boyutlarını anlamamız da kolaylaşıyor sanırım. Sinemamız aslında bu değişim için bir plân program yapmış değil. Sadece sinema yapmak istemiş sinemacılarımız ve sinema yapmışlar… O filmleri izleyenler de belli oranlarda bu gördüklerinden etkilenmiştir elbette. Kitlelere etki edebilme noktasında bir de televizyonu düşünecek olursak; toplumu “Dallas öncesi, Dallas sonrası” diye tanımlamak yanlış olmaz.
/…………………./Aslında mesajsız film olmaz. Ama mesaj kaygısı san’atın önüne geçmeyecek. Yakın zamana kadar birçok yönetmenimizde ille de ve öncelikle mesaj verme kaygısı vardı. Fakat yapılan o filmlerin genele hitap ettiğini ve beğenildiğini söylemek zor. Yeni yönetmenlerin önemli bölümü bu kaygıdan uzak durumda, özellikle son 2 yılın filmleri bu açıdan önemli. “Takva”nın yapımcısı, yönetmeni ve senaristine bakarsak, İslâmî atmosfere yaşantı olarak pek de yakın olmayan ve ideolojik farklılıkta sanatçılar olduklarını görürüz. Ama ahlâkî anlayışları, duruşları, sanatlarına katmak istedikleri değer, anlatmak istedikleri hikâyeyi dürüstçe, istismara uğratmadan tarafsız bir dille ortaya koyma istekleri sonucu son derece başarılı olmuşlardır. “Beş Vakit”, “Küçük Kıyamet”, “Dondurmam Gaymak” ve benzer birkaç filmde daha Anadolu’da yaşandığı haliyle ideolojik şekillendirmelere uğramamış İslâmî adet ve davranışlar filmin bir yerinde ya da merkezinde kullanıldı. Ama ideolojik söyleme çekmeden sanat kaygısıyla anlatılan hikâyenin gerektirdiği kadar bunu yansıttılar. Ve başarılı oldular. Başkaca yapımcılar ve yönetmenler de en azından bundan sonra bu sonuçları iyi okumalı bence…
Türk izleyicisi ise öncelikle yeni konular ve özenli filmler görmek istiyor. Mesaj kaygılı filmlere günümüzde pek de rağbet yok. Olsa çekilirdi ve bizler de sonuçlarıyla beraber izlerdik.
22.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|