UNESCO’nun da kabulüyle, 2007 yılını “Uluslararası Mevlânâ Yılı” olarak kutlamakta olduğumuzu biliyorsunuz elbette…
Ama dürüst olalım…
Söz konusu yılın yarısını da geçtik… Peki… Normal yıllardan farklı ve özel olarak “Mevlânâ Yılı”na münhasır ne gördük?
“Mevlânâ” adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak kaç tane sahne eseri sergileyebildik geride kalan 6 ay içinde?
Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?
“Mevlânâ” adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak kaç tane edebî eser yayınlayabildik geride kalan 6 ay içinde?
Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?
“Mevlânâ” adını, fikriyatını, dünyasını, inanç anlayışını bize olduğu kadar dünyaya da anlatacak bir film değil, belgesel olsun çekebildik mi geride kalan 6 ay içinde?
Ya da; ufukta var mı böyle bir hazırlık? Ben göremiyorum…Ya siz?
Böyle bir kıtlık, kısırlık ortamında oluşumuzun sebebi elbette bugünle ilgili değil… Mazisi 2 asra yaklaşan gerilememizin bizi getirdiği durum bu ne yazık ki! Bu kıtlık ve kısırlık ortamından çıkışımız da dünden bugüne çözülecek gibi değil… Hele hele herkesin kendisini seçime bağladığı şu ortamda!
“Mevlânâ” adı etrafında kayda değer ciddî bir etkinlik gerçekleştiremedik belki ama… Hemen hemen her konuda olduğu gibi bu alanda da sonuna kadar istismardan geri durmadık, durmuyoruz…
Tabiî ki “Mevlânâ’nın istismarı” denilince akla ilk gelen “sema” oluyor…
Sosyete düğünlerine kadar malzeme edilen, ilgili ilgisiz televizyon programlarında arz-ı endâm ettirilen semâı sıradan bir gösteri sananlara bir şeyler anlatabilir miyiz bilmiyorum ama…
Sanırım bu konuda en ehil kişiye kulak vermemiz daha doğru olacak.
Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, “Maarif” (Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1949- Meliha Tarıkâhya tercümesi) isimli eserinin 3’üncü faslına başlarken; “Bir adam: ‘Dervişlerden bazısının ebrişim (saz) ve saire gibi haram olan sema ile meşgul olduklarını gördük, bunu dervişlik mezhebinde caiz görmek nasıl olur? Dervişe böyle bir işle meşgul olmak yakışır mı?’ diye sordu” diyor.
Semayı kimlerin yapabileceğinin, ya da sorudaki biçimiyle, sema’nın kimlere yakışacağının cevabını Sultan Veled’den, ana kaynaktan alalım da uluorta sema edenler/ ettirenler bir daha düşünsünler ettiklerini…
Söz Sultan Veled’de: “Bunun cevabı mufassaldır, dedik. Sadık ve her türlü mücahedeyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle senelerce Tanrıyı talep etmiş, ondan hâsıl olmuş olan halet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin döndüğünü ve sazın, rebabın, ney’in sesini işittiği zaman, ilâhî hali ziyadeleşir. Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Tanrı’ya yaklaşmaktır.
Eğer bu ilâhî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hâsıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve sema’a izin vermezler.
Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek doğru değildir. Çünkü, görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir.
O derviş, mânen tamamiyle imana gark olmuştur. Başkalarının eğlencesi ise küfür içinde küfür, zulmet içinde zulmet olur. Bundan başka fakr yolu, şeraitin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.”
Sıkça ifade ediyorum ki… İçinde bulunduğumuz durum tam da 12. yüzyıl Anadolu’sunun durumudur… Moğol istilâsı ve karışıklıkların sebep olduğu Vandallıklar arasından pırıl pırıl bir devletin doğuşu; Ahmet Yesevî ocağından yayılan feyz ve Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Yunus Emre ve Mevlânâ tarafından ulaştırılan nefeslerle sağlanmıştır…
İşte bugünden çıkışımız da aynı feyzden bereketlenerek, aynı nefesden esinlenerek mümkün olacak…
Ama bunun olabilmesi için öncelikle kendimizden utanmayı unutacağız…
Kıymetlerimizden istifadeyi bileceğiz.
Eh… Madem ki bu kadar Batı hayranlığımız var… Belki kulağımızı tersimizden göstermek de bu yolda faydalı olur…
O halde eleştirdiğimizi kendimiz yapalım ve batılılardan birkaç kişinin Mevlânâ hakkındaki fikirleriyle koyalım bugün de noktayı….
Goethe: “Mevlânâ’nın şiiriyeti yanında çok zayıf kalıyorum.”
Hans Machzeit (Alman şair): “Ey Rûmî… Ben sen olalı çılgınlık sükunet haline geldi. Ben sen olalı Şîmal Cenup, Cenup da Şîmal oldu… Söyle, senin semâ’ tarikatından mânâ olmayan söz var mı?”
Prof. Dr. Annemarie Schimmel: “Şimdi ey kardeş, semâ’a hazırlanın ve ârifâne bir sükût ile ney’in yanık bestelerine kulak verin. Yıldızların size gösterdikleri âhenkle, dostun etrafında dönün. Onu methetmek için gümüş yollarda mehtaplar parlayan dalların hafif rüzgârla titreyişi gibi eğilin. Onların ona gösterdikleri saygı gibi biz de ona baş keserek ihtiram gösterelim.”
Maurice Barres (Fransız muharrir): “Mevlânâ Celâleddin’in semâ’ ve tegannî yüklü şiirini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.”
Ne diyelim?
Darısı Maurice Barres’in fark ettiğini bizimkilerin de fark etmesinin başına!
15.07.2007
E-Posta:
[email protected]
|