Necip Fazıl’ın şiirini yorumlayan edebiyat tarihçisi ve şairlerin büyük bir bölümü, onun şiirinin Batıya açılan kapımız olduğunu söyler… Aynı zamanda Necip Fazıl’ın şiirinin 20. yüzyıl Türkiye’sinde Yunus’tan bir ses olduğuna da işaret ederler… Necip Fazıl da Yunus Emre’ye hitaben yazdığı şiirinde bu yorumlara hak verdirtir: “Kaç mevsim bekle-yim daha kapında,/Ayağımda zincir, boynumda kement?/Beni de, piştiğin belâ kabında,/O kadar kaynat ki, buhara benzet!
/………/ Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan; / Geleyim, izine doğru arkandan; / Bırakmam, tutmuşum artık yakandan, / Medet ey dervişim, Yunus’um medet!”
Şair Necip Fazıl’ın adıyla özdeşleşmiş şiirlerinden biri de hiç şüphesiz “Kaldırımlar” şiiridir;
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; / Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. / Yolumun karanlığa saplanan noktasında, / Sanki beni bekleyen bir hayâl görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; / Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. /İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık; / Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor; / Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler... / Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor; / Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
/……./ Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya; / Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. / Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, / Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...
Başını bir gayeye satmış kahraman gibi, / Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!/Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,/Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
/……/ Yağız atlı süvari, koştur atını, koştur! / Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları. / Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur, / Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...”
Necip Fazıl’ın adıyla bütünleşen şiirlerinden bahsederken herhalde ilk sıraya “Sakarya” şiirini koymak haksızlık olmaz. “Sakarya” şiiri edebiyatçılar, şiir severler kadar halk arasında da öyle tanınır ve sevilir ki neredeyse toplantılarda, meydanlarda en çok okunan şiir olma önceliği de “Sakarya” şiirindedir. Yaygın olarak “Sakarya Türküsü” adıyla da bilinen şiirinden bazı mısraları hatırlattığımızda, şiir sevenler bu şiirsel zirvenin lezzetini bir kere daha hatırlayacaklar; “İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;/Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; /Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;/ Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;/ Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,/ Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için./Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,/Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
/…………/ Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; / Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; / Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? / Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
/………/ Sakarya, sâf çocuğu, masum Anadolu’nun, / Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;/ Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;/ Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;/ Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; / Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!”
“Çile”, “Kaldırımlar”, “Sakarya” şiirleri kadar Necip Fazıl’ın adıyla bütünleşmiş şiirlerden biri de “Zindandan Mehmed’e mektup” isimli şiiridir. En azından “Sakarya” kadar “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiiri de meydanların, toplantıların gönülleri yıkayan şiirleri arasında ön sıralardadır; “Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta!/ Baba katiliyle baban bir safta!/ Bir de, geri adam, boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!/ Kavuşmak mı?... Belki... Daha ölmedim!
Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,/ Kırmızı tuğlalar altı köşeli./ Bu yol da tutuktur hapse düşeli...
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak. / Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru içinde! / Akıl, olmazların zoru içinde. / Üst üste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu? / Buradan insan mı çıkar, tabut mu?
/…………/ Duâ, duâ, eller karıncalanmış; / Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış. / Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu; / İplik ki, incecik, örer boşluğu.
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş; / Karanlığında nur, yeniden doğuş... / Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!/ Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte! / Ölsek de sevinin, eve dönsek de! / Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! / Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”
27.05.2007
E-Posta:
[email protected]
|