Dün Kemal Tahir’in 34. ölüm yıldönümüydü. Yarın ise Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramının 87. yıldönümü! Bu sütunlarda, 2001’de bu günlerde; “23 Nisan haftasındayız... Egemenlik haklarımızın kayıtsız şartsız milletin elinde olmadığı bir ortamda, ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ nutukları atılacak mı utanılmadan? Ve hangi yüzle?” demişim buradan.
Ne acı ki 6 yıldır aynı noktadayız… Bu uyarı aynen bu gün de geçerli… Hem de 2001 yılından daha şiddetle!
“Cumhur”un pabucunun dama atıldığı, “cumhur”un isteklerinin sokaklarda sindirilmek istendiği bir ortamı oluşturanların, bunu “cumhuriyet’i korumak ve kollamak” adına yapıyor görünmeleri ne yaman çelişki! Ne garip?
Her şeyin; bu milletin lâyık olduğu demokratik günlere gidiş yolunun geçici çileleri, özlenen gerçek modernleşmenin/çağdaşlaşmanın doğum sancıları olmasını temenni ediyoruz elbette… Umutla, sabırla…
Ve bu duygularla, egemenliğin gerçekten halkta olacağı günlerin özlemiyle, çoluk çocuk herkesin “23 Nisan”ını kutluyorum…
Evet… Başta da işaret ettiğim gibi dün de Kemal Tahir’in ölümünün 34. yıldönümüydü. Kemal Tahir’in 30. ölüm yıldönümünde ise ilk defa devlet tarafından düzenlenen bir anma programı yapılmıştı, AKM’de… O toplantıda, Doç Dr. Hayati Tüfekçioğlu kardeşim bu durumu, “devletin şereflenmesi” olarak yorumlamıştı da uzun süre alkışlanmıştı. O toplantıda dağıtılan bilgi dosyasında, “Kemal Tahir’den seçme sözler” de vardı. Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen o toplantıda dağıtılan metindeki o seçme sözleri sizlere aktarırken; “millî hâkimiyet” kavramının raftan indirilemediği ve hâlâ ‘tek parti’ye ait imtiyaz sanıldığı, kendileri adına bayram kutlanan çocuklarımızın tarihlerinden kopartıldığı bir ortamda, gocunulmadan ders çıkarılması dileğiyle.” demişim…
Ama ders çıkarması gerekenler ders çıkarmış mı?
Ne gezeeeeeeeer!
“Kemal Tahir’den seçme sözler”
Bugüne kadar sebep ve gerekçeleri ne olursa olsun, alınması gereken dersleri almayıp, cahilliklerini, geriliklerini ceberutlukla örtbas etmeye ve ellerindeki gücü kaçırmamaya çalışanlara tekrar tekrar doğruları aktarmamız gerek… “Öz”ü güzel sözlerin “sözde” kalmaması için uygulanabilmesi gerektiği hatırlatmasıyla Kemal Tahir’e bir daha kulak verelim:
“Gerçeklik; en açık gerçekleri yeniden araştırma gücüdür.
Kurtulmak için kendi gücüne inanmak lâzım.
Bir romanı meseleleriyle övmek onu en amansız açıdan yermek olur.
İnsanlar gibi toplumlar da yenildikleri zaman romantik olur, geçmişe sığınırlar.
Osmanlı imparatorluğu, batı sömürüsüne karşı doğunun savunma zorunluluğundan meydana gelmiş, tamamıyla ayrı ve karşı özellikte bir kuruluştur.
İnsanda yanılmamak için, onun tarihsel gelişmesini ve oluşunu gerçekten bilmek şarttır.
Gerçeğe dayanmayan hiçbir düşünce, inanç, yol işe yarar değildir.
Millî bir edebiyat, millî ve millete yaygın bir dille meydana gelebilir.
Kendi dilini (ana dilini) doğru olarak kullanmak vatanseverliklerin en yücelerindendir.
Kendi gerçeklerimizi, derinlemesine ve genişlemesine bilmedikçe hiçbir yabancı kültürden, bilimden hatta teknikten yararlanabilmek söz konusu olamaz.
Kitaba saldırmak gerilik, cahillik belirtisi değildir, aynı zamanda dünyayı geriye döndüreceğini sanan delilik belirtisidir.
Bir tek sorumluluk taşıyorum; insanları gerçekten yüceltecek büyük romanlar yazmak.
Doğu insanlarının, batı insanlarının gerçekleriyle yetinmeye hakları yoktur.
İnsanın dramı kişiseldir, ama kişiliğinden değil, toplumsallığından gelir.
Türkiye, batıya hiç benzemeyen bir toplumdur. (Anadolu Türk insanının tarihi, Batı insanı tarihinin geçtiği aşamalara uğramamıştır.) Bu sebepten insanlarımızın olaylar karşısındaki davranışlar, duygularını meydana vuruşları Batı insanınınkine hiç benzemez.
Edebiyat, kitleler tarafından kolayca zevkleanlaşılır bir dilden ayrı olarak düşünülemez.
Bir toplum için en büyük facia, okuma yazma bilmeyenlerin yüzdesindeki çokluk değil, okuma yazma bilenlerin, okuldan çıktıktan sonra artık kitap okumamalarından meydana gelen gizli kara cahilliktir.
Türk romancısının ana ödevi; imparatorluk kurtarma gücüne sahip Türk insanının geleceğini kurtaracak cevherini, tarih boyu taşıdığı insancıl birikimi, bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup açıklamaktır.
Batılılaşma bizim san’atımıza çok şey kazandırmıştır, ama bir kötülük etmiştir ki bütün kazandırdıklarını ortadan kaldırdı sayılır. O da bizi iki gerçekli toplum haline getirmesidir.
Batı insanı, tarihi oluşu içinde yalnız bırakılmış kişidir. Türk insanı toplumun gerçekten ayrılmaz bir parçasıdır.
Bizde Batılılaşma, bilmediklerimizi alarak bilgimizi zenginleştirmek yoluyla işimize yarayacakken, kendi millî bilgimizi tekmeleyerek bırakmak biçiminde uygulanmak istenmiştir. Batılaşmacılarımızda, halkın yadırgadığı işte bu düşman davranıştır.
Biz Türk san’atçılar, üç şeye şiddetle muhtacız; kültüre, sağlam bir dünya görüşüne, bu görüşün ışığında, Türkiye’yi ve Türk insanını Osmanlılıktan bu güne kadar kendimizce anlamaya, tanımaya.
Osmanlının tarihsel görevi; Osmanlının tarih yüzüne çıkışı, yüklendiği, yüklenmek zorunda bulunduğu misyon sebebiyledir. Bu misyon, bulunduğu mıntıkayı, bu mıntıkanın gerilerinidoğuları soyguncu batıya karşı savunma görevidir. Osmanlı bu görevin şuuruna varmış onurunun yüceliğini kavramıştır.
Doğulu bir toplumun Batıyla beraber olup doğuya, yani kendisine saldırması, kendisini sömürecek güçlere yardakçılık etmesi gerçekten kolay anlaşılır bir rezillik değildir. İçinde debelendiğimiz zorlukları bir türlü kavrayamamamızın sebebi budur. Sebebi kavranamayan ya da kavrandığı halde türlü sebeplerle anlamazdan gelmeye çabalanan zorluklara ise çare bulmak imkânsızdır.
İlk çağların İskender eşkiyalığı, daha sonraki köleci Roma soygunculuğu, Katolikliğe dayanan Haçlı Seferler talancılığı, daha sonraların kapitalist burjuva sömürüsü ve emperyalist canavarlığı, batı-doğu çekişmesinin tarihteki çeşitli dönemlerindeki özelliklerinden başka bir şey değildir.”
22.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|