Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Velâdet-i Nebevî vesilesiyle



“Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk, Lebbeyke lâ

şerîke leke lebbeyk.İnne’l-hamde ve’n-ni’mete

leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.”

Peygamber Efendimizin Veda Haccı’nda ihrama girdiği Zulhuleyfe’de izâr kuşanıp ridâya bürünerek ihrama niyet etmiş ve birinci rekâtında ‘Kâfirun’, ikinci rekâtında da ‘İhlâs’ sûrelerini okuyarak ihram namazı kıldıktan sonra söylemeye başlamıştık bu telbiye ifadelerini. Bir daha dilimizden düşürmedik.

Her seferinde üç defa tekrarlayıp ardından da tekbir, tehlil ve salâvât-ı şerife getirdiğimiz telbiye; ‘Emret Allah’ım. Dâvetine icabet ederek huzuruna geldim. Bütün emirlerini yerine getirmeye hazırım. Hamd, nimet ve mülk Senindir. Senin eşin, benzerin ve ortağın yoktur’ gibi mânâlar ifade ediyordu. Biz de beyaz ihramlar içinde telbiyeyi tekrarladıkça Harem diyarında olduğumuzu hissediyor; saç, sakal, tırnak kesmeyip dikişli elbise giymeyerek mahşerî hâller yaşadığımızı; yeşil yaprak, taze ot koparmaktan sinek, böcek öldürmeye varıncaya kadar hiçbir canlıya zarar vermeyeceğimizi biliyorduk.

Aslında bu uhrevî ahvâli yaşayan yalnız biz değildik. O sırada milyonlarca muhrîm Müslüman, hususî makamıyla, yüksek sesle, koro hâlinde telbiye getirerek Mekke’ye doğru gidiyordu.

Medine-i Münevvere bile Mekke-i Mükerreme’ye akıyordu.

Dünyada, milyarlarca Müslümanın ibadet niyetiyle baktığı, milyonlarcasının da aynı zaman içinde, aynı renklere bürünüp aynı ifadeleri nida ederek oraya doğru aktığı bir başka yer yoktu.

O anda biz de ‘Sath-ı arz mescidinin Medine minberinden Mekke mihrabına’ giden o coşkun insan çağlayanının içindeydik ve Kâbe-i Muazzamaya yakından bakmaya, hatta fırsat bulursak dokunmaya, yüz sürmeye, öpüp koklamaya gidiyorduk.

Yatsı namazından hemen sonra başlayan yolculuğumuz, Mekke ile Medine arasındaki en kısa ve emniyetli yol olan hicret hattında gece boyu aynı coşku ve heyecan içinde devam etti.

Sarât dağlarının, dalgaları andıran irili ufaklı tepeleri arasında yer alan, Suriye, Yemen, Hint Okyanusu, Kızıldeniz yollarının kavşağında bulunan ve önceleri ‘Bekke’ denen Mekke-i Mükerreme’ye geldiğimizi, Mekkî makamında okunan sabah ezanları ruhumuzu cûş-u hurûşa getirince anladık.

O zamana kadar kendimizi hep Mekke’ye vardığımızda önce Kâbe’yi görmeye ve en çok istediğimiz şeyi dilemeye hazırladığımız için her yere baktık, ama pek bir şey görmedik.

Karşıya bakarak gözbebeğimizi görmeye çalışmak gibi bir hareketti yaptığımız şey. Onun için nurunu siyahlığında saklayan gözbebeği renginde ayna misâl bir cazibe merkezine bakmamız gerekiyordu.

O da ancak Kâbe-i Muazzama olabilirdi.

Dâvet Harem-i Şerif’ten geldiği, ezan sesi de mihmandar olduğu için Mescidi bulmamız fazla zor olmadı. Ama Kâbe’yi karşımızda gördüğümüz anda şükür secdesine kapandığımızdan durup doya doya temâşâ edemedik.

Zemzem içen güvercin gibi bir süre secde sürûrunu soluyup başımızı kaldırarak karşıya baktığımızda, en çok istediğimiz şeyi dilememiz gerektiğini hatırladık.

Böyle mübarek bir yerde ve müstesna zamanda Allah’ın rızasından başka ne istenebilirdi ki. Biz de önce Allah’ın rızasını kazanmayı isteyip Peygamberimizin şefaatine nâil olmayı diledik, ardından da sair duâlarımızı, niyazlarımızı gönlümüzden geçirdik.

Vecd içinde geçen bu sürûr ve şükür faslından sonra ‘Bismillah, Allahuekber’ diyerek Hacerü’l-Esved’i selâmlayıp, kendimizi, arzı arşa bağlayan amud-u nuraninin etrafında melekler gibi pervaz eden mü’minînin âhenkli akışına bıraktık.

Her seferinde, cennetten indirildiğinde mücessem bir nur hâlinde parlamasına rağmen, zamanla insanların günahları yüzünden karardığı söylenen Hacerü’l-Esved’i selâmlayarak başladığımız şavtları yediye tamamlayarak yedi kat göğe yükselmiş gibi bir hâlet-i ruhiye içine girdik.

Yaşadığımız mânevî mazhariyetin şükrünü eda etmek için metaf alanında kalan tek yapı olan ve içinde Hazret-i İbrahim’in (as) ayak izinin bulunduğu taşın muhafaza edildiği Makam-ı İbrahim’in arkasında iki rekât namaz kıldık.

Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret âdâbının ilk merhalesini tamamladıktan sonra zemzem kuyusuna indik. Bu serin, mugaddi ve leziz cennet nimetinden kana kana içip abdest alarak Mesa mahallinin yolunu tuttuk.

Mesa, Safa ile Merve tepeleri arasında kalan mesafeye verilen addı. Biz, Hazret-i Hacer validemizin, oğlu Hazret-i İsmail’e (as) su bulmak maksadıyla koştuğu bu tepeler arasında bol bol zemzem içtikten sonra sa’ye başladığımız için Safa’dan Merve’ye dört gidiş, Merve’den Safa’ya da üç gelişten ibaret olan yedi şavtı yapmakta fazla zorluk çekmedik.

Yaşadığımız her anda ve attığımız her adımda ruhumuzu ihtizaza getiren uhrevî hâller yaşayıp Mescid-i Haram’da ilk farz namazımızı cemaatle edâ ederek istirahat mahalline döndüğümüzde, kazandığımız mânevî merhalelerin hududunu ancak ahirette ihata edebileceğimizi müdriktik.

Fakat düşman karşısında sağlıklı, güçlü, kuvvetli ve neşeli görünmek maksadıyla tavaf sırasında sağ omuzumuzu kolumuzla birlikte ihramın dışında bırakmak sûretiyle yaptığımız ‘Iztıba’nın ve sa’y esnasında hızlı, çalımlı, canlı adımlarla yürüyerek icra ettiğimiz ‘Hervele’nin sadece oralara münhasır kaldığını; o hamasî hasletleri, çağın icabı olan icatlarda, ilimde, teknikte, san’atta, marifette yapamadığımızı anlamanın hicabını hissettik.

Artık bütün zamanımız, yeryüzünün en kalabalık yerinde, harem diyarında dünyanın çeşitli yerlerinden münhasıran ibadet maksadıyla gelen Müslümanların arasında geçecekti. Burada erkeklik, kadınlık, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık; zenginlik, fakirlik, beyazlık, siyahlık, Araplık, Acemlik, Türklük yoktu.

Sadece insanlık ve Müslümanlık vardı.

İnsan çok olsa da incinmek ve incitmek yoktu. Kim ne kadar insansa ve Müslümanlığını ne ölçüde yaşayabiliyorsa Allah indinde de, kul nazarında da o kadar makbuldü.

Onun için insanî hasletleri İslâmî meziyetlerle mezcederek yaşamayı hayatî bir düstur ittihaz ettik ve Peygamber Efendimizin (asm) “Benim mescidimde kılınan bir namaz Mescid-i Haram hariç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdaldir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz da sair mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdaldir” şeklinde de ifade ettiği gibi yeryüzünün bu en büyük ve en semereli mabedinde gücümüz yettiğince fazla ibadet etmeye çalıştık.

Bu maksatla cemaatle eda ettiğimiz farz namazların dışında her fırsatta Kâbe’yi tavaf ettik, bol bol kaza ve nafile namazı kıldık, tesbihat yaptık, Kur’ân okuduk. Yorulduğumuz zamanlar oturup uzun uzun Kâbe-i Muazzama’yı seyrederek o mukaddes beldede yaşadığımız her anı mânen semeredar hâle getirmeye gayret ettik.

‘Hac, din-i İslâm’ın kudsî ve semavî bir kongresi hükmünde’ olduğundan fırsat buldukça dünyanın değişik yerlerinden gelen farklı milletlere mensup din kardeşlerimizle İslâm Âleminin çeşitli meseleleri üzerinde fikrî müzakereler yapmak istedik.

Lâkin birbirimizin dillerini bilmediğimiz, Arapça’yı da ortak bir medeniyet dili hâline getiremediğimiz için çabamız el yüz işaretleriyle hâlleşip selâmlaşmaktan öteye geçmedi.

O zaman Said Nursî’nin; “Haccın bahusus tearüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaiyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin izhar etti” şeklindeki tesbitini aynelyakin müşahede ettik.

Kardeş saydığımız insanlarla konuşup anlaşamayınca candan aziz bildiğimiz ve vatan olarak kabul ettiğimiz mukaddes mekânları gezip uhrevî mânâlara âşina olma gayreti içine girdik.

Fırsat buldukça Peygamber Efendimizin doğduğu evi, Hazret-i Hatice’nin evini, Cennet-i Mualla kabristanını, Resûl-i Kibriyanın cinleri İslâm’a dâvet ettiği yere yapılan mescidi, Şakk-ı Kamer mucizesinin vuku bulduğu ve Hazret-i Bilâl-i Habeşi’nin üzerinde ezan okuduğu Ebu Kubeys dağını, hicret sırasında Peygamberimizin ve Hazret-i Ebûbekir’in saklandıkları Sevr mağarasını ve ilk âyetin indiği Cebel-i Nur’u ziyaret ettik.

Risâle-i Nur’dan, “Hacc-ı şerifin bilasâle herkes için bir mertebe-i külliye-i ubudiyet” olduğunu öğrendiğimizden, bunları yaparken “Hac miftahıyla açılan” rahmet mertebelerinden ve kemalât merhalelerinden mahrum kalmamak için her vesile ile Allah-u Ekber diye nida ederek ‘Mertebe-i külliye-i ubudiyete’ çıkıp kabiliyetimiz nisbetinde ‘Ancak Sana kulluk ederiz’ hitabına mazhar olmaya çalıştık.

Arefeden bir gün önce başladık Arafat yolculuğuna. O gün Mina’da geçen zamanda da yekpare bir Nur menzili olan mukaddes mekânların her yerinde olduğu gibi fevkalâde hâller yaşadık.

Arefe günü sabahleyin erkenden Mina’dan çıkıp Arafat’a vardığımızda, beyazlara bürünen mahşerî kalabalığın, Hazret-i Âdem (as) ile Hazret-i Havva’nın cennetten çıkarıldıktan sonra buluştukları yer olan Cebel-i Rahme’nin etrafını doldurduğunu görünce bulabildiğimiz bir yere yerleştik.

Biraz istirahat ettikten sonra çevreyi gezip komşu kafileleri ziyaret ettik. Öğleye doğru namaz hazırlığı yaptık ve hep birlikte hac farizasının en mühim rüknü olan Vakfe’ye durduk.

Şimdi zaman yalvarma, yakarma, dileme, isteme zamanıydı. “Büyük bir insan olan küre-i arzın kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samîmî kalbiyle niyet edip Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allah-u Ekber diyerek semavâtı çınlatıp berzah âlemlerine temevvüc eden” o azim sadaya iştirak ederek herkes ve her şey için yalvardık, yakardık, diledik, istedik...

O’nun, ‘vermek istediği için istemek verdiğini’ bildiğimizden bütün istediklerimize nail olup günahlardan kurtulduğumuzu hissetmenin hiffetiyle ellerimizi indirdik. Öğle ile ikindi namazını birlikte kılıp ‘Cem-i Takdim’ yaptık ve Müzdelife’ye doğru yola koyulduk.

Yaya olarak iki saat kadar süren yolculuğun ardından Kur’ânî tabiriyle ‘Meş’arü’l-Haram’a gelip akşam ile yatsı namazlarını, yatsı vakti girince birlikte kılarak yaptığımız ‘Cem-i Tehir’in ardından başlayan ibadetlerimiz ve taş toplama gayretlerimiz, gayriihtiyarî araya giren kısa fasılalarla fecre kadar devam etti.

Sabah namazını cemaatle eda edip vakfeye durduk ve Habibullah’ın (asm) “Allah, Arafat ve Meş’ar-ı Haram ehlini affetti. Mazlûmların kul hakkını da kendisi tazmin etti” tebşiriyle müşerref olmanın uhrevî hazzı içinde girdik bayrama.

İlk işimiz, Mina’ya gidip büyük şeytanı taşlamak oldu. Nefsimizi de hedef alarak bu mühim menasiki yerine getirdikten sonra kurbanlarımızın kesilmesine nezaret ettik ve istirahata çekildik.

Şeytanla yaptığımız temsilî muharebe ikinci ve üçüncü bayramlarda da devam etti. Nefsimizin, mukaddes yerlerde bile içten içe devam eden tahriklerinin durmasından, her seferinde ‘Bismillâhi, Allah-ü Ekber’ diyerek fırlattığımız taşların hedefini bulduğunu hissetmenin gönül huzuru içinde tıraş olup ihramdan çıktık.

Hemen her vakit namazında cemaate iştirak etme iştiyakıyla koşup tavafla, temâşâyla, ibadetle, tezekkürle ruhumuzu tezyin ettiğimiz Mescid-i Haram’a gidip son tavafımızı da yaptık ve hac vazifemizi ifa etmenin süruru içinde ilk fırsatta tekrar gelme kararlılığıyla Kâbe-i Muazzamaya veda ettik.

Artık hepimizin, ömrümüz boyunca iftiharla taşıyıp itinayla yaşayacağımız ama asıl semeresini ahirette göreceğimiz makbul, muteber ve münevver bir sıfatımız vardı:

Hacı...

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Dün… Bugün… Yarın!



Dün Kemal Tahir’in 34. ölüm yıldönümüydü. Yarın ise Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramının 87. yıldönümü! Bu sütunlarda, 2001’de bu günlerde; “23 Nisan haftasındayız... Egemenlik haklarımızın kayıtsız şartsız milletin elinde olmadığı bir ortamda, ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ nutukları atılacak mı utanılmadan? Ve hangi yüzle?” demişim buradan.

Ne acı ki 6 yıldır aynı noktadayız… Bu uyarı aynen bu gün de geçerli… Hem de 2001 yılından daha şiddetle!

“Cumhur”un pabucunun dama atıldığı, “cumhur”un isteklerinin sokaklarda sindirilmek istendiği bir ortamı oluşturanların, bunu “cumhuriyet’i korumak ve kollamak” adına yapıyor görünmeleri ne yaman çelişki! Ne garip?

Her şeyin; bu milletin lâyık olduğu demokratik günlere gidiş yolunun geçici çileleri, özlenen gerçek modernleşmenin/çağdaşlaşmanın doğum sancıları olmasını temenni ediyoruz elbette… Umutla, sabırla…

Ve bu duygularla, egemenliğin gerçekten halkta olacağı günlerin özlemiyle, çoluk çocuk herkesin “23 Nisan”ını kutluyorum…

Evet… Başta da işaret ettiğim gibi dün de Kemal Tahir’in ölümünün 34. yıldönümüydü. Kemal Tahir’in 30. ölüm yıldönümünde ise ilk defa devlet tarafından düzenlenen bir anma programı yapılmıştı, AKM’de… O toplantıda, Doç Dr. Hayati Tüfekçioğlu kardeşim bu durumu, “devletin şereflenmesi” olarak yorumlamıştı da uzun süre alkışlanmıştı. O toplantıda dağıtılan bilgi dosyasında, “Kemal Tahir’den seçme sözler” de vardı. Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen o toplantıda dağıtılan metindeki o seçme sözleri sizlere aktarırken; “millî hâkimiyet” kavramının raftan indirilemediği ve hâlâ ‘tek parti’ye ait imtiyaz sanıldığı, kendileri adına bayram kutlanan çocuklarımızın tarihlerinden kopartıldığı bir ortamda, gocunulmadan ders çıkarılması dileğiyle.” demişim…

Ama ders çıkarması gerekenler ders çıkarmış mı?

Ne gezeeeeeeeer!

“Kemal Tahir’den seçme sözler”

Bugüne kadar sebep ve gerekçeleri ne olursa olsun, alınması gereken dersleri almayıp, cahilliklerini, geriliklerini ceberutlukla örtbas etmeye ve ellerindeki gücü kaçırmamaya çalışanlara tekrar tekrar doğruları aktarmamız gerek… “Öz”ü güzel sözlerin “sözde” kalmaması için uygulanabilmesi gerektiği hatırlatmasıyla Kemal Tahir’e bir daha kulak verelim:

“Gerçeklik; en açık gerçekleri yeniden araştırma gücüdür.

Kurtulmak için kendi gücüne inanmak lâzım.

Bir romanı meseleleriyle övmek onu en amansız açıdan yermek olur.

İnsanlar gibi toplumlar da yenildikleri zaman romantik olur, geçmişe sığınırlar.

Osmanlı imparatorluğu, batı sömürüsüne karşı doğunun savunma zorunluluğundan meydana gelmiş, tamamıyla ayrı ve karşı özellikte bir kuruluştur.

İnsanda yanılmamak için, onun tarihsel gelişmesini ve oluşunu gerçekten bilmek şarttır.

Gerçeğe dayanmayan hiçbir düşünce, inanç, yol işe yarar değildir.

Millî bir edebiyat, millî ve millete yaygın bir dille meydana gelebilir.

Kendi dilini (ana dilini) doğru olarak kullanmak vatanseverliklerin en yücelerindendir.

Kendi gerçeklerimizi, derinlemesine ve genişlemesine bilmedikçe hiçbir yabancı kültürden, bilimden hatta teknikten yararlanabilmek söz konusu olamaz.

Kitaba saldırmak gerilik, cahillik belirtisi değildir, aynı zamanda dünyayı geriye döndüreceğini sanan delilik belirtisidir.

Bir tek sorumluluk taşıyorum; insanları gerçekten yüceltecek büyük romanlar yazmak.

Doğu insanlarının, batı insanlarının gerçekleriyle yetinmeye hakları yoktur.

İnsanın dramı kişiseldir, ama kişiliğinden değil, toplumsallığından gelir.

Türkiye, batıya hiç benzemeyen bir toplumdur. (Anadolu Türk insanının tarihi, Batı insanı tarihinin geçtiği aşamalara uğramamıştır.) Bu sebepten insanlarımızın olaylar karşısındaki davranışlar, duygularını meydana vuruşları Batı insanınınkine hiç benzemez.

Edebiyat, kitleler tarafından kolayca zevkleanlaşılır bir dilden ayrı olarak düşünülemez.

Bir toplum için en büyük facia, okuma yazma bilmeyenlerin yüzdesindeki çokluk değil, okuma yazma bilenlerin, okuldan çıktıktan sonra artık kitap okumamalarından meydana gelen gizli kara cahilliktir.

Türk romancısının ana ödevi; imparatorluk kurtarma gücüne sahip Türk insanının geleceğini kurtaracak cevherini, tarih boyu taşıdığı insancıl birikimi, bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup açıklamaktır.

Batılılaşma bizim san’atımıza çok şey kazandırmıştır, ama bir kötülük etmiştir ki bütün kazandırdıklarını ortadan kaldırdı sayılır. O da bizi iki gerçekli toplum haline getirmesidir.

Batı insanı, tarihi oluşu içinde yalnız bırakılmış kişidir. Türk insanı toplumun gerçekten ayrılmaz bir parçasıdır.

Bizde Batılılaşma, bilmediklerimizi alarak bilgimizi zenginleştirmek yoluyla işimize yarayacakken, kendi millî bilgimizi tekmeleyerek bırakmak biçiminde uygulanmak istenmiştir. Batılaşmacılarımızda, halkın yadırgadığı işte bu düşman davranıştır.

Biz Türk san’atçılar, üç şeye şiddetle muhtacız; kültüre, sağlam bir dünya görüşüne, bu görüşün ışığında, Türkiye’yi ve Türk insanını Osmanlılıktan bu güne kadar kendimizce anlamaya, tanımaya.

Osmanlının tarihsel görevi; Osmanlının tarih yüzüne çıkışı, yüklendiği, yüklenmek zorunda bulunduğu misyon sebebiyledir. Bu misyon, bulunduğu mıntıkayı, bu mıntıkanın gerilerinidoğuları soyguncu batıya karşı savunma görevidir. Osmanlı bu görevin şuuruna varmış onurunun yüceliğini kavramıştır.

Doğulu bir toplumun Batıyla beraber olup doğuya, yani kendisine saldırması, kendisini sömürecek güçlere yardakçılık etmesi gerçekten kolay anlaşılır bir rezillik değildir. İçinde debelendiğimiz zorlukları bir türlü kavrayamamamızın sebebi budur. Sebebi kavranamayan ya da kavrandığı halde türlü sebeplerle anlamazdan gelmeye çabalanan zorluklara ise çare bulmak imkânsızdır.

İlk çağların İskender eşkiyalığı, daha sonraki köleci Roma soygunculuğu, Katolikliğe dayanan Haçlı Seferler talancılığı, daha sonraların kapitalist burjuva sömürüsü ve emperyalist canavarlığı, batı-doğu çekişmesinin tarihteki çeşitli dönemlerindeki özelliklerinden başka bir şey değildir.”

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şerden çıkan hayır



“Hak şerleri hayreyler, / Zannetme ki gayr eyler,

Arif onu seyreyler, / Mevlâ görelim neyler, / Neylerse güzel eyler.”

Büyük bir teslimiyetin ifadesi olan bu mısralar Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya ait.

Her şeyin dizginini, zarar ve menfaati elinde tutan Cenâb-ı Hakk'ın emri ve izni olmaksızın hiçbir şey vuku bulmayacağına göre şer gördüklerimizden de hayır çıkabilir.

Bir musibetle karşılaştığımızda Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi biz de, “Hak şerleri hayr eyler” diyebiliyorsak problem kalmaz.

Acaba musibet gördüğümüz şey gerçekte musibet midir? Kâinattaki her şey ya bizzat, ya da sonuçları itibariyle güzel değil midir?

Asıl musibet, başımıza gelenleri Allah’tan bilmemek, Kur’ân’ın belirttiği gibi yeryüzünde vuku bulan ve başımıza gelen her musibetin yaratılmadan evvel bir kitapta yazılı olduğunu; kaybettiğimize üzülmemek, verilene de şımarmamak gerektiğini1 düşünememektir.

Bakın Allah Resûlü (asm) ilk bakışta şer gibi görülen olaylar karşısında nasıl davranıyor: Birgün Sahabeleriyle birlikte yolculukta bir pınar başında konaklarlar. Namaz için abdest alacaklardır. Peygamberimiz (asm) abdestli olduğu halde mestlerini çıkarıp abdestini tazeler. O esnada bir balıkçıl kuşu gelip mestlerden birini alıp uçurmaya başlar. Yükselir, yükselir.

Allah Resûlü (asm), “Hayırdır inşaallah” demekle yetinir sadece ve sonucu bekler.

Kuş bir süre uçtuktan sonra herkesin gözü önünde mesti ters çevirir. İçerisinden siyah bir yılan çıkmasın mı? Meğer Efendimiz (asm) abdestle meşgulken girmiş yılan içerisine. Bir balıkçıl kuşunun mesti alıp götürmesiyle Cenâb-ı Hak Habibini korur yılanın şerrinden. Ve sonucun hayır olduğu anlaşılır. Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki: “Biz kuşun mesti alıp götürmesini şer sanmıştık. Oysa bir hayırmış. Yoksa içerisinde yılan bulunan mesti giymiş olacaktım.”

Dünya hayatında karşılaştığımız ve şer zannettiğimiz belâ ve musibetler de böyle değil midir?

Günahlar manevî birer yılandır. Bizi herkesten çok seven Rabbimiz günahlara karşı belâlarla bizi uyarır, gözümüzü açar, biz de dünya ve ahiretimiz için birer tehlike olan o günahlardan korunmuş oluruz.

Söz Kur’ân’ın: “Belki sevmediğiniz şey hakkınızda hayırlıdır. Bazan da sevdiğiniz birşey sizin için şer olur. Allah herşeyi bilir, siz bilmezsiniz.”2

Dipnotlar:

1- Hadid Sûresi: 22-23.

2- Bakara Sûresi: 216.

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

İfsat komiteleri



İfsat komiteleri, bazen korkutarak, bazen menfaat sağlayarak, bazen makam mevki dağıtarak din-i mübîne hizmette bulunan cemaatleri, grupları tasfiye etmeyi veya etkisiz hale getirmeyi denerler.

Dinî gruplarla oynamayı, onların içlerini karıştırmak sûretiyle etkisiz hale getirmeyi üstlenen o malûm odakların önemli bir diğer taktikleri de, dinî cemaatlerin içlerine ihtilâf sokarak, tesanüt ve birlik-beraberliği bozmak şeklindedir. Bu metod, çok daha kolay ve tesirli olmalı ki malûm komitelerin gayelerine erişmek için sık sık bu yola başvurduklarını görüyoruz.

Geçmişten bugüne kadar dine hizmeti gaye edinen cemaatlerin tasfiye edilmesi, pasifize edilmesi veya hizaya getirilmesinin, daha çok dahilî bünyede meydana getirilen ihtilâflardan, çekişmelerden kaynaklandığını görmekteyiz.

Bu meyanda tasavvuf yoluyla dine hizmeti dâvâ edinmiş, tekke eğitiminden geçmiş, bu yolda küçemsenmeyecek mesafeleri de katetmiş tarikat ehli cemaatlerin, günü geldiğinde estirilen bid’a rüzgârlarına dayanamayıp, pasifize olduklarını, hatta dağıldıklarını görüyoruz.

Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’ın şu tesbitleri de bize ışık tutuyor: “Ehl-i tarikatın o kadar mühim ve azim kemâlâtları ve menfaatları içindeki ihtilâfatın verdiği vahim neticelerdir ki, onların o azim, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”

Görülüyor ki ehl-i dalâletin estirdiği bid’a rüzgârlarına, ifsat komitelerinin kurdukları tuzak ve desiselere karşı, birlik beraberliği muhafaza ederek, mukavemet etmek, sarsılmadan hizmete devam edebilmek bu dehşetli asırda hiç de kolay değil. Bu sebeple, din-i mübîne hizmeti şiâr edinen ve bu yolda kalıcı ve etkili olmayı gaye edinen kişi, grup ve cemaatlerin, estirilen bid’a rüzgârlarına, oynanan oyun ve entrikalara karşı ayakta kalıp, varlıklarını sürdürebilmeleri için her zaman dikkatli ve teyakkuz halinde olmaları gerekir.

Burada şu ince ve önemli noktayı gözönünde bulundurmakta fayda var: Tarikat ve tasavvuf yoluyla hizmette bulunan gruplarda, yapılarının gereği olarak ferd eksenli bir hizmet biçimi mevcut. Yani “pederâne, mürşidâne” diye ifade edilebilecek bir “şeyh” veya “mürşid” ve bunların etrafındaki müridler... Kişi endeksli böyle bir hizmet yapısının, zaman zaman malûm çevrelerce estirilen bid’a rüzgârlarına dayanamayıp, ihtilâflara girdiğini, etkisiz hâle geldiğini görüyoruz. Çünkü şahıslara bağlı hizmet şekillerinde, manevî hizmetlerinde masum ve makul gibi görülen bir arzu ile “Bu sevabı ben kazanayım... Bu insanları ben irşad edeyim” istek ve meyli ön plana çıkıyor ve bunun sonucunda, olmaması gereken rekabetler ve şer odaklarının dört gözle beklediği dahilî ihtilâflar meydana geliyor.

Bu sebeple, malûm çevrelerin oynadıkları ve oynamakta oldukları oyunlara gelmemek ve kurdukları tuzaklara düşmemek için dahilî ihtilâflara kapı aralayacak söz, hâl ve davranışlardan uzak durmak gerekir. Ayrıca “pederâne ve mürşidane” tavır ve davranışlardan ziyade, kardeşliği ve kardeşliğin getirdiği samimî yakınlaşmayı ve tesanüdü ön plana çıkarıp, kenetlenmek gerekir...

Bediüzzaman’ın şu tavsiyelerini ciddiye alıp, hizmetlerimizi o şekilde yapmaya özen gösterebilirsek, bütün entrikacıların oyun ve tuzaklarını boşa çıkarmış oluruz:

“Mesleğimiz uhuvvettir, kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Olsa olsa kardeş kardeşe muâvin ve zahîr olur, hizmetini tekmil eder.”

Görüldüğü gibi, Nur mesleğindeki uhuvvetin vazgeçilmez gereği, birbirimize mürşidâne bir tavır içinde olmak değil, samîmî bir kardeşliği öne çıkararak birbirimize yardımcı olmak, varsa kusur ve eksiklikleri düzeltip tamamlamak şeklinde tarif ediliyor. Bunun sonucunda da kardeşler arasında meydana gelebilecek kıskançlık ve hasetlerin önü alınarak, doğabilecek ihtilâf ve tefrikalara set çekilmiş oluyor.

İfsat komitelerinin önünü kesmenin en önemli çaresi, dahilî ihtilâflara meydan vermeden tesanüdü sağlamaktır. Bunun en tesirli, en kestirme ve kalıcı reçetesi de istişaredir. Usûlüne uyularak, hakkı verilerek yapılan istişareler, hem kişileri, hem de cemaatin şahs-ı manevîsini her türlü maddî ve manevî tehlikelerden koruyacaktır. Dinin emirlerine uygun bir şekilde yapılan istişarelerden çıkan kararlar istikametinde yürüyen hizmet kervanını, hiçbir bid’a rüzgârı, hiçbir karanlık oyun ve entrika durduramaz.

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bilim ve din neyi gösteriyor?



Bediüzzaman Hazretleri 19. Söz’de Rabbimizi bize tanıttıran üç küllî tarif ediciden bahseder. Peygamberimiz (asm), Kur’ân ve kâinat kitabı. Başka bir yerde de bunlara dördüncüsünü ekler: Fıtrat-ı zîşuur olan vicdanımız…

Kâinat bize Rabbimizi nasıl tanıtır?

Kâinat kitabındaki küllî intizam, düzen koyucu bir Zata işaret eder. Bütün ilimler, kendi alanlarındaki düzen ve intizamla, sistemi kuran ve her an gözeten Zatın varlığına ve birliğine şahitlik ederler.

İşte bilim ve dinin buluştuğu nokta tam da buradadır. Kâinat kitabındaki düzeni ortaya çıkaran bilimler, kâinatı san'atla yapan Zatın birliğine delildir. Fizik, kimya, matematik, astronomi, anatomi…

Hayatını kâinat kitabını okumaya adamış, gerçeğin peşinde koşan vicdanı bozulmamış bir bilim adamı, ilim ve dinin birbirini desteklediğini her fırsatta belirtir.

İşte onlardan bir demet…

İlmin öğrettiği…

Bugün modern dünyamızda bir çok kimse müsbet ilmin dinî düşünceleri çağdışı ve vakti geçmiş bir hale getirdiğini zannediyorlar. Halbuki ilmin bana öğrettiği her şey ölümden sonraki hayata olan inancımı her gün bir kat daha kuvvetlendirmektedir.

Wernher Von Braun

Kör ve topal

Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır.

Albert Einstein

Kuvvetli ve asil…

Kâinatın Yaratıcısına olan inanç, ilmî araştırmanın en kuvvetli ve en asil muharrik gücüdür.

Albert Einstein

Her formül bir ilâhî

Bir tabiat kanunu ifade eden her formül, Allah’ı öven bir ilâhidir.

Maria Mitchell

İmandan vazgeçilmez

Hangi sahada olursa olsun, ilimle ciddî şekilde meşgul olan herkes, ilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: “İman et!” İman, ilim adamının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.

Max Planck

Ayrılmaz ikili: İlim ve din

İlim insanlığa, telgrafı, elektriği, teşhisi ve bir takım hastalıkları tedavi çarelerini verir. Din de fertlerde ruhî sükûneti ve ahlâkî muvazeneyi temin eder. İlim ve din, kâinatın hazinelerini açmak için kullandığımız iki anahtardır.

İnsan ilimden istifade eder, fakat din ile yaşar.

William James

Dale Carnegie’den bir iktibas…

William Paley’in yanına gelerek biri “Allah yoktur” demiş. Ve bunun doğru olmadığını isbat etmesini istemiş. Paley, derhal cebinden saatini çıkararak kapağını açmış ve saatin içini göstererek şöyle demiş: “Ben size bütün bu çarkların, yayların, zenbereklerin kendiliğinden vücuda geldiğini ve birbirine uyarak kendiliklerinden buraya yerleştiklerini ve harekete geçtiklerini iddia edecek olursam, benim aklımdan şüphelenmez misin? O halde yıldızlara bakınız. Herbirinin kendine mahsus bir yolu ve bir hareketi vardır. Dünya ile gezegenler güneşin etrafında sonsuz bir intizamla hareket halindedirler. Ayrıca bütün bu grup, hergün bir milyon mil yol alıyor. Her yıldız kendi grubu ile birlikte ayrı bir güneş teşkil ediyor ve kendi güneş manzumemiz gibi feza içinde hareket ediyor. Bununla beraber çarpışma yok, bozukluk yok ve zerre kadar bir karışıklık mevcut değil. Hepsi sükûnet ve intizam içinde çalışıyor. Bütün bunların kendiliğinden olduğuna mı, yoksa bir yaratan tarafından mı vücuda getirildiğine inanmak daha kolaydır?”

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Gizem Savaş:

*“Seferî olmak için 90 km şart. Günümüzde ise 90 km 1.30 saatte alınabilmektedir. Şimdi esas olan 90 km mi, yoksa saat farkı mı?”

Esas olan mesafedir, yani uzaklıktır. Aynı uzaklık değişik ulaşım araçlarıyla farklı saatlerde alınabilir şüphesiz. Yaya olarak üç gün üç gecede alınan 90 km., günümüzde taksiyle bir buçuk saatte, uçakla ise yaklaşık 5-10 dakikada alınabilmektedir. Fakat esas olan ulaşım aracı değil, yaya olarak alınabilirliktir. Ulaşım aracı arıza yapabilir, insan yolda kalabilir, yolda sıkıntı ve meşakkatle karşılaşabilir… Olmaması demek olmayacağı manasına gelmez. Mesafeyi hızlı bir araçla almak Allah’ın namazı kısaltma lütfundan yararlanmaya mani değildir. Ama ihtiyaç yoksa namazı kısaltmamakta (tam kılmakta) bir sakınca yoktur.

***

Arif Bey:

*“Söz yapılırken erkek tarafının kız tarafına vermeleri konusunda anlaştıkları altın miktarı mehirden sayılır mı?”

Mehrin kadın için hak, erkek için borç olması söz ile değil, nikâhla sabit olur. Söz sırasında erkek hediye verebilir. Bu örfe göre mehirden sayılmaz, hediye sayılır. Fakat kendisi bunu mehre mahsuben vermek istiyorsa, hepsini olmasa da, bir miktarını hediye, bir miktarını mehir sayabilir. Bunun mehir olduğunu kız tarafına bildirmesinde yarar var.

***

Birol Demir:

*“Beni çok sıkan hatta ümitsizliğe iten içimde bir şey var. 25 yaşımdayım, 2,5 ay önce Allah’ın lütfuyla namaza başladım. Ama namazı doğru düzgün kılamıyorum. Yani beden olarak kılıyorum ama ruhî olarak, kalbî olarak kılamıyorum. Dilim söylüyor, ama kalbim ruhum hissetmiyor. Belki de bana öyle geliyor. Bilemiyorum. Meselâ Allah derken kalbimde bir şeyler hissetmem gerektiğini düşünüyorum. Salâvat getirirken, duâ ederken samimi olmak, kalbimde hissetmek istiyorum, ama olmuyor. Hissedemiyorum. Ben hayatı sadece Allah rızası için yaşamak, yaptığım işte ve her halimde O’nun rızasını gözeterek yaşamak istiyorum. Ama sonra o içimdeki heyecanı kaybediyorum ve dünyaya dalıyorum. Bana ne tavsiye edersiniz?”

Namaza başlamanızı tebrik ederim. Allah’a kul olma ve namaz kılma heyecanımızı kaybetmeyelim. Namaz hassasiyetimizi yitirmeyelim. Namaza devam edelim. O arzu duyduğumuz yüksek his ve heyecan belirli bir süreç içinde inşallah dalga dalga gelir. Gelmese de, esasen biz heyecan duymak ve yüksek haz yaşamak için değil; emir olduğu için namaz kılmaktayız. Allah’ın emrini yapmakla mükellefiz.

Mesela öğle ezanı okunduğunda ilk yapılacak iş, Allah’ın o anki emrini yapmaktır, yani öğle namazını kılmaktır. Kayıtsız şartız kılmaktır. O’nun rızası bundadır. Namazı ve namazda okuduğumuz duaları kalbimizin hissetmesi, ruhumuzun duyması duamız olur, arzumuz olur; ama gayemiz olmaz, namaz için olmazsa olmaz şartımız olmaz. Hiçbir şey hissetmesek de, hiçbir zevk almasak da namaz kılmanın emir olduğunu bilerek namaz kılarız, kılmalıyız.

Namaz kılma zevkimizi şeytan ve onun içimizdeki durağı olan nefsimiz sürekli yıpratır, sürekli törpüler, sürekli kaçırmaya çalışır. İmtihan sırrıdır bu çünkü. Eğer biz zevk almıyoruz, namazdaki duaları hissetmiyoruz diye namaz kılmaktan kaçarsak şeytan hedefine ulaşmış olur, şeytanı sevindirmiş oluruz.

Burada Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin “Sakın deme benim namazım nerede, şu namaz hakikati nerede?” sorusunu sorarak yaptığı uyarısını hatırlatmakta yarar var. Bediüzzaman’a göre, bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi kendi ağacını temsil eder, kendi ağacının özünü, mahiyetini içinde taşır. Aradaki fark yalnız ayrıntıdadır. Bizim gibi avamdan olanların namazı da, hissetmesek bile, şuurunda olmasak bile, büyük bir velinin namazı gibi namaz çekirdeğinden, namaz nurundan ve namaz sırrından hissedardır.

Allah namazlarımızı eksikleriyle kusurlarıyla kabul buyursun. Âmin.

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kutlu doğum bereketine



Mutlu yüzyıla gidip, mükemmelliğin zirvesinde, en yüksek sözlere sahip, parlak aklın omurgası, fazileti ve ışığı ile önümüzü aydınlatan bir yüzyılın hayaline ne dersiniz?

Bu yüzyılın bir sahibi olmalı. Bir komutası ve sevk eden idaresi olmalı.

Bu yüzyılın bir metni olmalı, bir dayanağı bulunmalı. Bir uygulaması olmalı. Bir onayı olmalı yüzyılların birikiminde.

Bu mutlu yüzyılın, takipçileri olmalı. Candan, serden geçenleri olmalı.

Sadakatin yıldızları olmalı. Dayanışmanın ve fedakârlığın kahramanları olmalı.

Serüvenleri, mücadelesi, ilmi ve yöntemi olmalı mutlu yüzyılın.

Aklî delilleri, ikna edici mesajları olmalı.

Heyecan vermeli. Bağlanmalıyım ben ona. Beni tutkun yapmalı. Beni en medenî toplum üyesi yapmalı. Bana insanı, insan haklarını öğretmeli.

Yanlışa, zulme “dur” demeli ve durdurmalı. Doğruya destek ve cesaret vermeli.

Bende yaşatmalı değerlerini. Benimle büyümeli idealleri. Benim ruhuma, kalbime, aklıma ve duygularıma değer katmalı.

Katılımcı olmalıyım bu mutlu yüzyılda. Katma değerim olmalı. Katkı yapmalı ve katkı almalıyım yüzyılımın insanından.

Mutlu yüzyıl, benim yüzyılım olmalı. Çağdaşım olmalı. Beni anlamalı. Beni aldatmamalı. Beni mutlu etmeli. Beni mutsuzluktan uzaklaştırmalı.

Şefkat vermeli ortamıma ve dünyama. Barış getirmeli insanlığa. Sükûnet vermeli benim yüzyılıma.

Mutlu yüzyıl, bir hayal olmamalı. Bir deneme hiç olmamalı. Bir macera da olmamalı.

Bir disiplini, ciddiyeti, uygulanabilirliği ve yaşanmışlığın günümüzdeki karşılığı olmalı.

Mutlu yüzyılım, mutluluk dağıtmalı. Ağıt değil, huzur vermeli. Savaş değil, adalet getirmeli. Gerçek ve çoğunluğun medeniyeti olmalı, azınlık baskısının değil. Erdemli olmalı, hırs ve menfaatin değil. Duyguları olmalı, acımasızlığı değil.

Öğretici olmalı mutlu yüzyılım. Okuma yazmayı aşıp, yazabilmeli insanım. Cahilken âlim olmalı tanıdıklarım. Öğrenme, sınırsız ve zamansız her anın hikmet damgası olmalı.

Bir rehberi olmalı yüzyılımın. Bir eğiticisi olmalı. Bir öğreticisi olmalı öğretilenin. Bir ışığı, kuşatması, kavraması ve muhakemesi olmalı öğreticimin.

Manevî iklimin güneşi olmalı öğreticimin. Isıtmalı içimizi, dışımızı. Sarmalı bizi. Sarmalamalı bütün gün ışığındaki gerçeklerimizi.

Mutlu yüzyılıma hazırlanıyorum.

Hayalimin idrakte buluşacağı o güzel yüzyılın insanı olmak istiyorum.

Toplumun her yönüyle aydınlandığı. Yanlış âdetlerin terk edildiği. Rehber öğreticinin eğittiği yıldız takipçileri ile bize ulaştırdığı değişmez doğruları olmalı; Değişimi anlamak için... Halimizi, yanlışımızı, eksikliğimizi doğru ile değiştirmek için... Kendimizi yenilemek için...

Mutlu yüzyılımın, sosyal hayatta ahlâkî değerleri olmalı. Düzenleyici mekanizmaları olmalı. Güven vermeli iç mutluluğuma. Güven aşılamalı insanlar arasında.

Aile korunmalı bu yüzyılımın mutluluğunda.

İlmin verileri, doğrulamalı memnuniyetimi. Çoğunluk eğitimini, geçimini ve birliğini sağlamalı bu yüzyılımda.

Mutlu yüzyılımın, aksiyonu olmalı. Müsamahası olmalı. Vefası olmalı insan bağında. Cefası olmalı, insanın inşasında.

İnsanların dilini, coğrafyasını ve ülkesini önemsemeden önce, varlığına ve emanet oluşuna saygı duymalı. Onu önemsemeli. Ona göre hayat nizamı kurmalı. Aydınlanma insana olmalı. Sessiz ve çaresiz umutları yaşatmalı. İnsanlığa taze bir kuvvet olmalı. Yeni bir dalga oluşturmalı. Bir dönüşüm olmalı; gerçeğe ve gerçeğe inanmak isteyen mutlu yüzyılın insanına.

Mutlu yüzyılım, yıllarımın bütün kesitlerinde beni doyurmalı. Sevgisi, şefkati, morali, motivasyonu, adaleti, sağlığı, eğitimi, kalkınmışlığı, erdemi, ahlâkı, inancı ve inandığı olmalı.

Çocukken beni korumalı, gençken zararlı alışkanlıklara engel olmalı, evliyken aileye bağlamalı, yaşlıyken saygı göstermeli, üretirken sahiplenmeli beni.

Yalnızlıklarıma çare olmalı. Şehir hayatında medeni beraberliği sağlamalı. Diğergâm yapmalı yüzyılımın insanını. (Devamı yarın)

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

12 yol...



1. Bir tartışmayı kazanmanın en iyi yolu ondan kaçınmaktır. Sonra da harekete geçmektir. Vur/kaç taktiği yani...

2. Karşınızdaki kişinin fikirlerine saygı gösterin. Sonra da gereğini yapın!

3. Hatanız varsa, derhal ve kesin olarak kabul edin. Ama önce onunkini.

4. Dostça bir dille söze başlayın... Bakışlarınızı sertleştirin.

5. Karşınızdakinin “evet, evet” demesini sağlayınız... Ama önce münasip bir dille ikna edin.

6. Esas konuşmanın çoğunu karşınızdakine bırakın... Böylelikle onun ne düşündüğünü anlarsınız.

7. Karşınızdakine esas fikrin kendisinden geldiğini hissettiriniz.

8. Karşınızdakinin görüşünü almaya, çevrenizi onun gözüyle görmeye çalışın...

9. Karşınızdakinin fikir ve arzularına sempati gösteriniz. Şirin olun.

10. Onun asil hislerine hitap ediniz.

11. Fikirlerinizi canlandırarak örnek vererek anlatınız.

12. Ortaya bir meydan okuma atınız.

İmza: Polat Alemdar

HAFTANIN ANALİZİ

Başbakan R. Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığına aday değil...

Bunu anladık.

Hatta, Erdoğan:

"Adayı duyunca, çok şaşıracaksınız" dedi.

Ve bir haber:

AKP'li Ersönmez Yarbay cumhurbaşkanı adayı oldu!

Şimdi şaşırmanın zamanıdır.

ESTETİK

Bankalar 'estetik ameliyat' kredisi de veriyormuş.

Neden?

Borçlarını ödeyemeyen olursa, estetik olabilmek için mi?

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Cennet çocukları



Ölüm zahirî açıdan bakıldığında her zaman ve herkes için acı bir hadise. Ama özellikle çocuk ölümleri, anne ve babalar başta olmak üzere geride kalanlar için çok daha yakıcı.

Nitekim son zamanlarda toplum olarak, farklı sebeplerle ard arda gelen çocuk ölümleriyle sarsıldık. Rögar kanalına veya su çukuruna düşerek ya da trafik kazasında vefat eden iki, üç, beş, on yaşlarındaki küçücük yavruların acısını hepimiz yüreklerimizin derinliklerinde hissettik.

Son olarak Kapadokya yolunda meydana gelen mâlûm trafik faciası tüm Türkiye’yi ağlattı.

Aslında, herşeyi bu dünya hayatından ibaret gören bir nazarla bu vefatlara bakılsa, bilhassa anne-babalar için dayanılacak bir acı değil bu.

Kılına zarar gelmesin diye üzerine titrediğiniz, onlar için canınız dahil herşeyinizi hiç tereddütsüz fedaya hazır olduğunuz en kıymetli varlıklarınızı, kucağınıza alıp öpmeye ve koklamaya doyamadığınız bir çağda kara toprağın bağrına teslim etmenin kabulü ve hazmı hiç kolay değil.

İşte tam bu noktada yegâne ve tükenmez bir tesellî kaynağı olarak kesinlikle başka bir alternatifi bulunmayan iman faktörü devreye giriyor.

İmanlı anne-babalar, henüz açılmamış bir gonca tomurcuğu olarak gördükleri ciğerparelerinden ayrılmanın acısını ancak “abes iş yapmayan, ihsanı ve merhameti sonsuz” olan Hakîm ve Rahîm bir Allah’a, Onun müjdelediği ahiret ve Cennet hayatına ve sırlı hikmet tecellîleriyle tanzim ettiği kader programına iman ve tevekkülle teskin edebiliyorlar.

Dahası, yavrularından en tatlı zamanında ayrılmanın verdiği derin ıztırabın yerini, ebedî bir hayatta, Cennet iklimlerinde tekrar buluşacaklarına inanmanın getirdiği kavuşma ümidi alırken, Kur’ân’ın, bülûğ çağından önce vefat eden çocuklar için verdiği “Cennet çocukları” müjdesi, bu ümide farklı boyutlar kazandırıyor.

Bu tesellî ve müjdeyi başka hangi inanç ve düşünce sistemi verebilir? Kapadokya masumlarının âhirete uğurlandığı günün ertesinde İzmir panelinde konuşan Senai Demirci’nin söylediği gibi, “Hangi seküler kitap ve hangi siyasî yapı, o acılı anne ve babaları teskin edebilir?”

Muztarip ruhlar, uğruna onca gürültü koparılan laiklikle mi, yoksa son dönemde yükselişe geçtiği söylenen milliyetçilikle mi ferahlayacak?

Beşerî ideolojilerin, siyasî doktrinlerin, ekonomik sistemlerin bu konuda söyleyebileceği, “derde deva sadra şifa” olacak birşey var mı?

Evet, tek tesellî, insanlığa on dört asır önce sonsuz saadet müjdesini getiren Kur’ân’da ve Risale-i Nur, mukaddes kitabımızın çağımıza mesajlarını etkili bir üslûpla insanlığa ulaştırıyor.

Bu meyanda, Risale-i Nur’da yer alan ve konumuzda doğrudan ilgili olan bir bahis var: Çocuk Taziyenamesi. Senai Demirci’nin, dinleyicilerine “Buradan çıkınca acılı anne-babalara götürün” tavsiyesinde bulunduğu o değerli risale.

Sekiz yıl bekledikten sonra kavuştukları evlâtlarını sekiz yaşında bir su çukuruna kurban veren acılı babanın ekranlara yansıyan “Allah yavrumuzu bizden daha çok seviyormuş ki, yanına aldı” sözü, Kur’ân’ın o risalede anlatılan dersini çok iyi özümsediğinin örnek ifadesiydi.

O masumlar doğrudan Cennete gittiler. Ne mutlu onlara ve kalan ömürlerini imanla süsleyerek yönlerini Cennete çeviren ebeveynlerine!

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yemen ve Zeydiler



Zeydiler ve Vezir ailesi Yemen’in meşhurları arasında bulunuyor. İbaziye veya Hariciliğin değişik kollarının dünyanın muhtelif bölgelerinde varlığını sürdürdüğünü biliyoruz. Ama galiba Zeydiler sadece Yemen’de yaşıyorlar. Şiiler içinde Sünniliğe en yakın mezhep Zeydiliktir. Batiniliğe de en uzak olanıdır. Zeydiler Hazreti Ali’nin hilafete (veya Şiilerin deyimiyle vilayete) sıfaten tayin edildiğini, ama bunun ismen tasrih şeklinde olmadığını söylerler. Bununla da kalmazlar, Hazreti Ali efdal olmasına rağmen diğerlerinin hilafetinin de geçerli olduğuna inanırlar. Efdal varken mefdulün, yani daha az faziletli olanların da halife olabileceklerine kail olurlar. Bu anlamda, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer ve Hz. Osman’ın meşruiyetini tanırlar. Bu yönüyle hem diğer Şii fırkalarından, hem de Haricilerden ayrılırlar. Diğer Şii fırkalarla ve özellikle de İmamiye ile ayrılmalarının arkasındaki temel faktör budur.

Ebu’l Hasan el Eş’ari’nin Makalat’ın’da dile getirdiği gibi İmamiye’ye Rafizi ismini İmamı Zeyd vermiştir. İmamı Zeyd silâhlı huruç ve kalkışma hareketi olarak da gördüğü ve tanımladığı emri bil’l maruf ve nehyi ani’l münker gereği ortaya çıkınca bazı grupların kendisine katılmadığını görür. Anlayışı doğrultusunda onlarla müzakereler yapar. Ona üç halifenin durumuyla ilgili sorarlar o da ‘Hazreti Ali en efdalleri olmasına rağmen onların da meşruiyetini tanıyorum’ der. Bunun üzerine onunla birlikte hareket etmekten kaçınırlar, imtina ederler. Bunun üzerine meşhur sözünü söyler: “rafadtumuni.” Bundan sonra Zeyd ile hareket etmeyenlere Rafiziler yani redçiler denir. Bunun iki nedeni vardır: Birincisi İmam Zeyd’in çıkışını hoş karşılamamaları ve ona müzaharet etmemeleri. İkincisi de, ilk üç halifenin meşruiyetini reddetmeleridir.

***

Bununla birlikte, silahlı emr-i bil’l maruf anlayışları hem Caferi Sadık, hem de İmam-ı Malik gibi ulema tarafından ihtiyatla karşılanmıştır. Her ne kadar Ebu Hanife gibi bir takım imamlar ona destek çıkmışlarsa da bu destek emr-i bil’maruf anlayışları itibarıyla veya çerçevesinde değildir. Bu İmam Zeyd’in şaz bir görüşüdür. Onun güzel huyuna, ahlâkına karşıtlarının da Ebu Hureyre’nin deyimiyle imaretü’s sibyan/çocukların iktidarlarının devamı ve temsilcileri olmalarına karşılıktır. Onlar ilk üç halifenin meşruiyetini kabul ettikleri gibi Hazreti Ali’nin sarahaten tayin edilmediğini, sadece sıfatlarının ortaya konduğunu söylemişlerdir. Bu anlamda Zeydilik Cahiz gibilerinin çizgisi olan Osmaniyyun çizgisinin asimetrisi sayılabilir.

Halifeler arasında daha ziyade fazilet noktasında karşılaştırmalar yapmışlardır. Meşruiyet noktasında değil. Ve bunun yanında fıkhen de Hanefilere yakındırlar. Şiilik içindeki en sarih anlayışın Zeydilik olduğu söylenebilir. Yemen’de Zeydler yüzyıllardır Şafiilerle iç içe ve yan yana yaşıyorlar. Yemenli Zeydiler Hicri 284 tarihinde bir devlet kurmayı başarmışlardır. Söz konusu devleti İmam Hadi Yahya Bin Hüseyin kurmuştur ki kendisi Hasenidir. Yemen Zeydileri daha ziyade Hadevi olarak anılmaktadırlar ve furuatta Zeydilikten ziyade Hanefiliğe yakındırlar. Bundan dolayı da Yemen’de Zeydiler ile Sünni ekolü temsilen Şafiiler arasında kayda değer bir tatsızlık yaşanmamıştır. Buna mukabil, Yemen’de geçmişten günümüze gerginlikler kabilecilik temelinde tecelli etmiştir. Bu bağlamda, Haşimiler ile Kahtaniler arasında gerginlik ve çatışmalar yaşanagelmiştir. Yemen’de 1962 yılında imamlığın yıkılması ve cumhuriyetin tesisiyle birlikte mezhep ayrımına dayalı kimlik aidiyeti zayıflamış ve okullarda sahih delile dayalı müfredat geçerli kılınmıştır.

***

İki Yemen arasında birleşme ve ardından gelen iç savaştan sonra nisbeten iç huzur bozulmuş ve silâhlı milisler yayılmaya başlamıştır. Taliban’lı yıllarda Yemen’de Kaide tarzı yapılanmalardan söz edilirken daha sonra onların yerini Sade Vilayetinde Havsiler almaya başlamıştır. Onlar ehl-i beyt adına Müslüman Gençlik adıyla örgütlenmeye gitmişler ve Hüseyin Bedreddin Havsi, Ali Abdullah Salih yönetimine mahut Zeydi emr-i bi’l maruf anlayışı gereği karşı çıkmıştır. Veya faktörlerden birisi budur.

Bununla birlikte Yemen’de imamet rejiminin yıkılmasından 45 yıl sonra cumhuriyet rejimini devirmeye yönelik bu kalkışmada İran’ın da parmağı olduğu da söylenmektedir. El Mecelle yazarlarından Nasr Taha Mustafa’dan Şarku’l Avsat yazarı Ahmed Reb’i’ye kadar bu hususta birçok yazar İran’ın gizli rolüne işaret ediyor. Bu yönde Yemen lideri Ali Abdullah Salih İranlı liderlerle mesajlar teati etti. Ahmed Reb’i gibiler, İran’ın Yemen’den Tacikistan’a kadar Şiilik ortak çatısı altında her türlü Şii cereyanını desteklediğini ileri sürerken İran bunun devlet destekli ve sistematik bir şekilde olduğunu reddediyor. Havsilerin İran’da eğitim aldıkları ve İmamiye Şiiliğini benimsedikleri veya yatkın hale geldikleri de ileri sürülüyor. Baba Hüseyin Bedreddin Havsi Yemen ordusuyla çatışma sırasında 2004 yılında ölüyor. Ardından kısa bir sükunet devresinden sonra bu defa oğulları silâhlı kalkışma hareketini sürdürüyorlar.

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Son peygamber



Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed’ın (asm) doğumu vesilesiyle düzenlenen ‘Kutlu Doğum Haftası’ faaliyetleri; her geçen yıl artan bir coşkuya sebep oluyor. Gerek Diyanet İşleri Başkanlığı ve gerekse özel kuruluşlar, birbirinden önemli ‘anma toplantıları’na imza atıyorlar. Bu cümleden olarak, gazetemizin düzenlediği toplantılar da dikkat çekici.

İnsanlığa örnek olan Peygamberimizi ne kadar iyi anlayıp, kendimize rahmet edersek; o ölçüde huzur ve sükûna kavuşabiliriz. Çünkü Peygamberimiz, ‘güzel ahlâkı tamamlamak için’ gönderilmiş son peygamberdir.

Peygamberimizin verdiği mesaj, sadece Müslümanlara değil, bütün bir insanlığa hitap ediyor. Dolayısıyla onu sadece Müslümanlara değil, insanlığa anlatmak, İslâmın güzelliklerini ve ‘fark’ını ortaya koymak gerekir. Onu anlamak, Kur’ân’ı ve İslâmı anlamak, hayatımıza tatbik etmek mânâsındadır.

Peygamberimizi (asm) bize anlatan eserlerin başında Risâle-i Nur geliyor. Çünkü Risâle-i Nur, Peygamberimizi anlatırken sadece ‘tarihî bilgi’leri değil, onun insanlığa getirdiği ‘nur’dan bahsediyor. Pek çok örneğinden birini aktaralım: “Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebîr bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mucizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sânîine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 99)

Peygamberimiz Hz. Muhammed’i (asm) daha iyi anlatmak maksadıyla faydalı bir projeye daha imza atıldı. “Meridyen Destek Derneği” tarafından “www.sonpeygamber.info” adı altında yeni bir ‘portal’ hizmete açıldı. Portalın hizmete açılmasıyla ilgili olarak İstanbul Harbiye’deki Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen toplantıya gösterilen ilgi, milletimizde var olan peygamber sevgisini de ortaya koydu.

Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın da katılarak bir konuşma yaptığı toplantıda, siteyi hazırlayanların yanı sıra Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu ve Devlet Bakanı Mehmet Aydın da birer konuşma yaptı.

Yapılan bütün konuşmalar, başta Müslümanlar olmak üzere, bütün insanlığın Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (asm) mesajına muhtaç olduğu yönündeydi. Toplantıda izlediğimiz ‘sokak röportajları’ da çok ilginçti. Çok farklı hayat anlayışlarına sahip kişiler bile Peygamberimizin adı geçtiğinde saygı ve hürmeti takınarak onu ‘rahmetle’ anıyordu. Bu röportajlar, aynı zamanda Peygamberimizi lâyık-ı vechi ile, gerektiği gibi ve gerektiği kadar anlayıp anlatamadığımızı da hatırlatıyordu. Büyük ekseriyeti ‘Müslüman’ olan bir ülkede, bu ‘eksiklik’ hissediliyorsa, dünya insanlığının halini bir düşünelim.

“İfsat şebekeleri” çeşitli bahanelerle İslâm nurunu söndürmek için ‘üf’ledikçe, bu nur daha da parlayacak ve insanlık Hz. Muhammed’i (asm) daha yakından tanıyacak inşallah. Çünkü o, insanlığın kurtuluş reçetesini sunuyor...

Bu arada şunu da hatırlatalım: Peygamber Efendimizi anlatan pekçok faydalı internet sitesi var. İnternette her hangi bir arama motorundan Peygamberimizin ismini girip arama yaptırdığınızda bu sitelere kolayca erişebilirsiniz. Ben size bunlardan birinin adresini vereyim: muhammedmustafa.net. Her geçen gün gelişen ve güzelleşen bu siteyi, eminim siz de çok beğeneceksiniz.

22.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Sezer portresi



11. cumhurbaşkanlığı seçim takvimi başlamışken, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasına da 24 gün kaldı.

Peki, Sezer 84 ay, 2 bin 550 günlük görev süresince nasıl bir cumhurbaşkanı oldu? Bu köşedeki yerimiz kadar bir kaç anekdot aktarmak istiyorum.

Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu dönem öncesinden fazla tanınmayan Sezer’in, Selanik’e bağlı Serez kasabasından 1924 Mübadelesi ile Afyon’a, Rumlardan boşaltılan mahalleye yerleştirilen bir aileye mensup olduğu biliniyor.

Sezer 7 yıl boyunca çok farklı bir portre çizdi. Turgut Özal ve Süleyman Demirel gibi ülke yönetimine katkı sağlayan cumhurbaşkanlarından sonra içine kapanık, Köşk’ten çıkmayan—hakkını yemeyelim, ilk seçildiğinde kırmızı ışıklarda durup, halkla hasbihal ediyordu! Bir de son günlerinde çıkmaya başladı—sadece MGK’ya başkanlık ettiği toplantılarda ve yabancı bir devlet başkanı geldiğinde resmî törenlerde görülebilen bir cumhurbaşkanı portresi çizdi. Köşkün kapısını halka kapattığı eleştirileri hep yapılageldi. Geçen 7 yıl boyunda Sezer ismi telâffuz edildiğinde ilk aklıma gelen hep Demirel’in “Çankaya noteri olmayacağım” sözü olmuştur.

Türkiye’nin yanı başında bir Irak işgali yaşandı, Sezer olayın hiç içinde olmadı. Lübnan’da İsrail’in işgali ve katliâmları yaşandı, Sezer yine suskun kaldı. İç siyasette yaşanan krizlerde Sezer yine olmadı. Demirel her yıl basınla sohbet toplantıları düzenler, soruları cevaplandırır, ayrıca gazeteleri ayrı ayrı kabul ederek mesajlar verirdi. Sezer bunu yapmadığı gibi “Cumhurbaşkanlığı sözcüsü” tayin edip gazetecilerin sorularını cevaplandırmış, ancak daha sonra bu uygulamadan da vazgeçmişti. Siyasî bir geçmişi olmaması en büyük etken oldu.

Türkiye Sezer’i hükümetten gelen kararnameleri reddetme ve kanunları iade etme konumunda olan bir cumhurbaşkanı olarak hatırlayacaktır. Meclisin açılışında yaptığı bol “gönençli” ve “erinçli” konuşmaları da hiç unutulmayacak. Bir de milletin unutmayacağı, başörtülülere “kamusal alanlar” icat ederek Köşk’ün kapılarını kapatması olacaktır. Millî bayramlarda açıklama yaparken dinî bayramlarda suskun kalması da hafızalarda yer etti. Hele Ramazan ayında kürsüde su içmesi unutulmayacaklar arasına girdi. Bütün bunlara dinle ilgili bazı değerleri “boş inanç ve dogma” değerlendirmesi işin cabası.

* * *

Bu arada, Sezer’in yaptığı bir şey vardı. 6.5 yıllık görev süresinde medyayla bire bir ilişki kurmayan Sezer’in Tuncay Özkan’ın kurduğu Kanaltürk’ün gecesinde eşi Semra Hanımla katılması ve tam 4 saat durması da hafızalarda sıcaklığını koruyor.

Tuncay Özkan’ı tanımayan yoktur. Kanaltürk’ün patronu mu, çalışanı mı belli olmayan Özkan son dönemde gazeteciliğinden çok siyasî çıkışlarıyla gündeme geldi. Tandoğan düzenlenen iki mitingde hep ön planda oldu. 14 Nisan’daki ADD mitinginde konuşmacılar arasında yer almamasına rağmen kürsüye çıkması “tertip heyeti”nin bile tepkisini çekmiş ve konuşması sırasında CHP’li gençler korumalığında aşağıya inmek zorunda kalmıştı.

İşte Sezer böyle bir insanın televizyonunun yeni yayın döneminin başlaması dolayısıyla düzenlenen resepsiyonda CHP lideri Baykal’la aynı masada oturmuştu. Burada kareleri birleştirirsek, CHP’den 3 milyon dolar aldığı iddia edilen Özkan bir yanda, Sezer bir yanda, Baykal bir yanda… Bir de bunlara Sezer’in “Cumhurbaşkanını yeni Meclis seçmeli. Bu konuda CHP’ye çok önemli görev düşüyor, eğer zorlanırsa seçim olur” sözünü eklemek mânâyı pekiştirir, ne söylemek istediğimizi ortaya koyar.

* * *

Özetle, Sezer cumhurun başı olarak cumhurun içinde olmadı. 11. cumhurbaşkanı olacak kişi de bunu dikkate alarak milletten kopuk değil, milletle iç içe olmaya gayret sarfetmesi gerekir.

Sezer’in portresi ile ilgili birkaç not aktardık. Sezer’in görevi bırakıp Gölbaşı’ndaki villasına taşınmadan önce bir kez daha bu konuda yazı yazmak üzere burada yazıya son vermek istiyorum. Eğer sizin de “Sezer’in 7 yıl”ı ile ilgili bildikleriniz, gördükleriniz, intibalarınız, görüşleriniz varsa mail adresime bekliyorum…

22.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004