Artık kimse bize, “milliyetçi duyguları kabarmış birkaç gencin işi” diye yutturamaz bu katliâmı.
Hrant Dink cinayetinde, neyin ne olduğunu gördük.
Öfkeyle silâhına sarılan bir gencin bu cinayeti işlemesinin mümkün olmadığını gördük.
Azmettiriciler, silâhla eğitim verenler, cebine para koyanlar, “Ramazan olmadı, Ogün yapsın diyenler, büyük ağabeyler, polis istihbarata çalışanlar, jandarma istihbaratın elemanı olanlar, Yasin abiler, Erhan Tuncel’ler, yurt dışına gidenler...” Vesaire vesaire.
Cinayete giden yolda bir yığın karmaşık ve kanlı ilişkiydi bunlar. Ve bu tür ilişkiler sonucunda işlenen bir cinayetti.
Şimdi yeni bir durumla karşı karşıyayız. Malatya’da işlenen cinayetten söz ediyorum.
Hrant Dink’ten ziyade Rahip Santoro cinayetini andırıyor. Ama daha vahşi.
Trabzon’daki rahip cinayetinin de, Hrant Dink suikastinin de Malatya’daki vahşetinde ortak bir özelliği var.
Gayri Müslimlere karşı işlenmesi. Hrant Dink Ermeni meselesi sebebiyle hedef olmuştu.
Rahip Santoro’nun ise misyonerlik faaliyetleri sebebiyle seçildiği belirlendi.
Malatya’daki olay ise İncil’i basıp satan bir kitapevine, muhtemelen misyonerlik faaliyeti yürüten bir merkeze karşı işlendi. Yurt dışında büyük ses getirecek ve dinî kisvesi olanların hedef seçildiği bir cinayet bu. Bu cinayetlerde hedef kitle Hıristiyan Batı dünyası.
“Ben ki Sultan Mehemmed Han’ım” diye başlayan ve Bosna ruhbanlarının dinî hayatlarını serbestçe sürdürmeleri hakkında Sultan Fatih’in fermanını bir kenara bırakın, kilise, havra ve sinagog inşaatlarının tamamlanması için yayınlanan padişah fermanlarını da, hatta İspanya’dan kaçan Yahudilerin Osmanlı topraklarına sığınmasını da bir kalemde geçiniz, artık “medeniyetler ittifakı”nı dahi ağzımıza alamayacak bir duruma geliyoruz.
Kilisenin, caminin, havranın kapılarını aynı bahçeye açılmasından, ezan sesinin duyulduğu yerden çan sesinin de gelebilecek bir hoşgörüyü bağrımızda barındırma edebiyatından geçiniz artık.
Farklı dinlere hoşgörü değil, farklı dinlerin mensuplarını katletme durumu ile karşı karşıyayız. “Yok” desek ortada cinayet, “var” desek gerçekten biz bu değiliz.
Mevlânâ hoşgörümüz de, Fatih merhametimiz de, Kanunî ululuğumuz da bir kalemde silinip atıldı artık.
Milliyetçilik değil, Türk etnik kimliğine dayalı terörize olmuş bir ulusalcılıkla yüz yüzeyiz. Bunun ulusu sevmek filan olmadığı artık gün gibi ortada. Kendinden görmediğini yok sayan hatta yok eden bir akım bu.
Yeni bir terör tehdidi ile karşı karşıyayız. Aynen bölücü terör ya da ideolojik terör de olduğu gibi şimdi de bir “ulusalcı terör” söz konusu.
Rejimin meşru çocuğu olduğu için psikolojik harbin bütün yöntemlerini kullanıyor. Ama sadece fikir bazında kalmıyor, kendilerine hedef seçtikleri insanları da bir bir ortadan kaldırıyor.
Yeni tehdit algılamasının adı ulusalcı terör.
AB sürecinde MGK bünyesinde Toplumsal İlişkiler Başkanlığı başta olmak üzere, bazı birimlerin tasfiye edildiği bir sırada misyoner faaliyetlerine ilişkin bir birim oluşturulmuştu.
“Misyonerlik temiz dinimizi tehdit eder” boyuta ulaşmış, apartman altlarında kiliseler açılır olmuştu.
Ne yapılmalıydı? Memleketin vatanperver dindarlarına çok iş düşüyordu.
Yeşil kuşak projesinde komünizmi ezme adına meydanlara sürülenler, bu kez de “din elden gidiyor” kaygısıyla misyonerlik faaliyetlerini temizlemek durumundaydı.
Camiye gittiği için ilişiği kesilenler vakası yaşanırken, misyonerlik faaliyetlerine karşı dini koruma heyecanı nereden geliyordu. Ne bu hamiyetperverlik ne bu yüce din sevdası…
Kur’ân-ı Kerim’leri Almanya’da bastırıp, bütün Avrupa’yı camilerle donatan bu millet iki Hıristiyan’ın Kitab-ı Mukaddes dağıtmasından mı korkacaktı?
Bu ülkede ilk kitap fuarı Ankara’da Odalar Birliği salonlarında açıldı. 1980’li yıllardı. Kitab-ı Mukaddesçilerin girmesinden rahatsız olunmuş, kimse onların standının yanında olmak istememiş hatta yüzyüze gelmekten kaçınmıştı.
Ama hemen bizim yakınımızdaydı standları. Hiç de gocunmadık. Dinimizden bir korkumuz yoktu. Ayrıca dinler arası diyaloğun gerekli olduğuna inanıyorduk. Dinler arası diyaloğu “vatanı satmak” olarak anlayan bir zihniyet ülkeyi nereye getirdi görüyorsunuz değil mi?
Hakkı Dedenin “Malatya, Malatya bulunmaz eşin” diye arkasından türküler söylediği Malatya, farklı dinlere mensup insanların boğazlarının kesildiği, Papa’nın katili Ağca’nın memleketi olarak dünya gündemine oturdu.
Bu ülkeye iki cumhurbaşkanı çok sayıda bakan yetiştiren Malatya bir kez daha katilleriyle anılır oldu.
Artık yeni bir tehdit değerlendirmesi yapmak durumundayız.
Ulusalcı bir terör tehdidi ile karşı karşıyayız.
Adını koyduk, zanlılar yakalanmışken, yumağın ucunu bulup, Hrant Dink cinayetinde bir yere kadar götürdüğümüz iz takibini burada sonuca ulaştırma durumundayız.
Bakalım bu işte de aylar öncesinden polise yapılan ihbarlar, büyük abiler, küçük tetikçiler filmi ile karşılaşacak mıyız? İçimde bir his, yanılmayacağımı söylüyor.
20.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|