Nur menzillerine seyahat...
Ruhu şâd, aklı işhâd edecek hayatî bir hareketti bu.
Gidildiği takdirde fasılalarla da olsa yıllarca süreceği ve çok zevkli geçip faydalı neticeler vereceği muhakkaktı. Fakat seyahat esnasında muhtemelen bazı zorluklar çıkıp çeşitli meşakkatler çekileceği için karar vermek zordu.
Bütün memleket Nur Menzili olduğu, dünyanın pek çok ülkesinde öyle sayılacak yerler bulunduğu ve o maksatla gidilince her yer bir nevî Nur Menzili addedileceği için böyle bir seyahate başlanacak yeri seçmek karar vermekten çok daha zor görünüyordu.
Biz, zor kararı verdikten sonra, ilk bakışta ondan daha zor olacağa benzeyen seyahate başlama yerini seçmekte bir an bile tereddüt etmedik. Zîra Nur menzillerini seyahate elbette Nurun menbaından başlanabilirdi.
Nurun menbaından, yani Medine-i Münevvere’den.
Ancak karar verince hissettik mukaddes beldelerin hasretiyle yanan ruhumuzun, yıllardır böyle bir seyahate müştak ve müheyya olduğunu. Hac zamanı yaklaştığı için seyahatimize ibadet uhreviyeti kazandırma fırsatı da yakalayınca hemen harekete geçtik.
Masraflar için lâzım olan maddî meblağı temin etmek pek zor olmadı. Kur’ân, cevşen, tesbihât, risâle gibi kitapların da içinde bulunduğu hac levâzımâtının tedariki de fazla zaman almadı.
Sıra resmî muamelâtı yaptırmaya gelince vazifeli memurlar kotalardan, kontenjanlardan söz ettiler; sıra, kur’a, izin, vize gibi muamelelerin yapılması gerektiğini hatırlattılar ve zamanın geçtiğini söyleyerek bütün kapıları kapattılar.
Fakat niyet halis olunca Cenâb-ı Hak nasip etmiş, can-ı gönülden talep gitmiş, Resul-i Kibriya’dan dâvet gelmiş ve yüzler o tarafa dönmüştü bir kere. Bu gidişe hiç kimse engel olamazdı.
Olamadı da gerçekten. Türkiye’nin Hicaz’a açılan kapıları kapanınca biz de Avrupa’ya gittik, oradaki bir hac kafilesine katıldık ve Medine-i Münevvere’ye doğru tayerâna başladık.
Kafilemiz, Türkiye’de ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yaşayan Nur Talebelerinden müteşekkil müstesna bir gruptu. Kafileyi istisnai kılan asıl hâl ise Bediüzzaman Said Nursî’nin rahle-i tedrisinde yetişen ve Risâle-i Nur Külliyatının neşrine hayatını vakfeden Mehmed Emin Birinci’nin de aramızda olmasıydı.
Müşfik, sakin, kararlı, takva ehli bir insan-ı kâmil olan ve etrafındaki herkesi tesir hâlkasının içine alarak insanlar arasındaki insicamı sağlayan Birinci Ağabeyle hacca gitmenin hazzını daha ilk andan itibaren hissetmeye başladık.
Zira diğer yolcular gibi biz de zaman geçirmenin çarelerini ararken onun pencereye doğru dönerek tesbihini çıkarıp hem zikirle, hamdle meşgul olduğunu, hem de dışarıdaki semavî manzaraları tefekkür ve temâşâ ettiğini görünce zamanı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini anladık ve o hâllerle hallenmeye çalıştık.
Zaman uzunca bir süre bu ahvâl içinde geçti. Uçağımız Medine semalarına girdiğinde vakit fecir vaktiydi. Pencerelerden dışarıyı temaşaya başlayınca daha iyi anladık şairlerin, yazarların, mütefekkirlerin, Peygamberimizin zât-i pâkini neden güle teşbih ettiklerini.
Çünkü Medine-i Münevvere’nin etrafını çevreleyen dağlar ve semasını tezyin eden bulutlar fecrin allığıyla, yaprakları yavaş yavaş açılıp şekli an be an değişen büyük bir kırmızı gülü andırıyordu.
Tayyaremiz, gizli zikri tedaî ettiren arı vızıltısına benzer sesler çıkarıp cezbeye gelen kelebek zerafetiyle süzülerek o devâsâ gülün yaprakları arasında yol alırken nazarlarımız hep müştak olduğu Nur ummanını aradı.
Bu arayış, yüzlerce ağızdan huşû içinde terennüm edilen salât ü selâmlarla içli bir yakarış hâlini alınca tayflar hareketlendi, yapraklar aralandı ve Ravza-i Mutahhara tebellür etti.
Biz, o müstesna gülün ebedî goncası olan Kubbe-i Hadra’nın uhrevî âsumanında pervane hissiyatıyla pervaz ederken; Mescidi Nebevî’nin on minaresinden birden sabah salâları ve ezan sadâları yükselmeye başlayınca vecd içinde Nur-u Muhammedî’nin (asm) kâinatı ihata edişine şahit olduk.
Bir ikram-ı İlâhî olan bu Ravza-ı Mutahharayı havadan temâşâ faslının ardından uçak yere indiğinde biz hâlâ göklerdeydik. Bir daha da ayağımız yere değmedi. Zîra Medine-i Münevvere, arzın mehtabı addedilecek hususiyetleri hâiz müstesna bir Nur Menzili idi.
Ruhumuzu saran bu uhrevî hazzın ihtizazıyla Ravza-i Mutahharanın muhitine yaklaştıkça hâl ve hareketlerimize, irademizi aşan ruhanî bir ihtiram hâlinin hakim olduğunu hissettik.
Gerçi adımızda paşa sıfatı, sırtımızda sultan şatafatı, üzerimizde gaflet rehaveti yoktu. Aramızda Nâbî misal şair mizaçlı mütehassis insanların olmadığını da biliyorduk.
“Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-u Hudâ’dır bu
Nazar-gâh-i İlâhidir Makam-ı Mustafâ’dır bu ”
Onun için hiç birimiz böyle musanna beyitlerle veya benzeri ifadelerle ikaz edilmedik ama hepimiz ilk defa müşerref olduğumuz mekânın mânâsına münasip hâl ve hareketler içine giriverdik.
Ruhumuzun mukaddes menzilleri ziyaret âdâbına bu kadar âşinâ olması, yıllardır okuduğumuz risâlelerin ve dinlediğimiz derslerin neticesiydi. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri, Risâle-i Nur Külliyatında geçen kudsî isimleri ve mukaddes yerleri, hep tazim edici sıfatlarla birlikte kullanarak hislerimizi terbiye etmişti.
Hac yolculuğuna başlamadan önce Peygamber Efendimizi anlatan On Dokuzuncu Söz’ü, Otuz Birinci Söz’ü, On Dokuzuncu Mektub’u, Mucizât-ı Kur’ân’iye’yi ve benzer bahisleri münhasıran bir defa daha okumamızın yanı sıra âdeta müteharrik bir Külliyat olan Birinci Ağabeyin müeddep hâl ve hareketleri de mukaddes menzillere intibak etmemizi kolaylaştırdı.
Bu âşinalıktan gelen ruhî yakınlığın huşusu içinde çıktık huzura (asm). O andan itibaren de, değil anlatmak, yaşarken bile idraki mümkün olmayan müstesna zamanlar başladı.
***
“Şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsâf-ı Muhammediyedir.”
Bediüzzaman Said Nursî, bu ifadelerle başlamıştı Risâlet-i Ahmediyeyi anlatmaya. Bu güzel söz sayesinde, güzelleşmenin sırrının onu (asm) anmak ve evsafını taşımak olduğunu anladık.
Artık iki sözümüzden birincisi onun ismiydi, ikincisi de şefaat talebi.
Bu şekilde sözlerimizi güzelleştirirken; maddî uzuvlarımızı ve mânevî hasselerimizi güzelleştirmek için de olabildiğince çok Hadis-i Şerif ezberleyip Sünnet-i Seniyeye ittiba etme ve Efendimizin yaşadığı menzilleri görerek hâliyle hâllenme gayreti içine girdik.
O hasletleri bizzat yerinde kazanmak için önümüzde sekiz günümüz vardı. Bu zaman içinde hem Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılacak, hem de Medine-i Münevvere’nin muhtelif yerlerindeki mukaddes menzilleri ziyaret edecektik.
İlk günlerimizi münhasıran Mescid-i Nebevî’ye hasrettik. Her sabah fecir öncesinde okunan salâlarla başlayan ziyaretimiz; mescidin, Hâne-i Saadetle Minber-i Nebevî arasında kalan ve Peygamber Efendimizin ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe’ dediği için hüccacın ‘cennet’ veya ‘ravza’ diye tesmiye ettiği mevkiinde kısa fasılalarla gece yarılarına kadar devam etti.
Her seferinde Resûl-i Zîşanı ve yanında medfun sahabe-i güzini selâmlayarak geçtik ve Vüfûd sütununun dibinde namazlarımızı cemaatle eda edip zikir ve tesbihâtlarımızı yaptıktan sonra Ashâb-ı Suffanın mekânına gidip dünyanın farklı ülkelerinden gelen Müslümanlarla tanışıp konuşarak kardeşlik bağlarını pekiştirdik.
Medine-i Münevvere’nin değişik yerlerindeki mukaddes menzillere ve tarihî mekânlara ancak namaz vakitlerinin aralarında gitmemiz gerektiğinden, ilk ziyaretimizi Mescid-i Nebeviyenin hemen yanında bulunan Cennetü’l-Bâkî mezarlığına yaptık.
Peygamber Efendimizin, “Bâkiye ehlini cennet bahçelerine gül gibi silkseler gerektir” buyurduğu yerin üstü, boydan boya küçük kum kümeleri ile şekillenmişti. Ama altının nice Cennet bahçeleri ile müzeyyen olduğu muhakkaktı. Zira Hazret-i Abbas, Hazret-i Hasan, Hazret-i Osman, Hazret-i Fatıma ve daha nice evlâd-ı Resûl ve Ashâb-ı Güzîn orada medfundu.
İkinci ziyaret menzilimiz Kûba Mescidi idi. Peygamberimizin Medine-i Münevvere’ye ilk gelişinde konakladığı yere inşâ edilen bu mescide sadece namaz kılmak maksadıyla gitmek efdal olduğundan biz de o niyetle gittik, ziyaret namazımızı kılıp döndük.
Bir başka gün öğle ve ikindi namazları arasında Peygamber Efendimizin ilk Cuma namazını kıldığı yere yapılan Cuma Mescidi’ne gittik. Dönüşte Hazret-i Fatıma’nın evinin yerine yapılan Fatımatü’z-Zehra Mescidi’ne uğrayarak o mübarek yeri de tazimle ziyaret ettik.
Bir diğer ziyaret faslında, Peygamberimizin üzerine gölge eden bulutun, o mescitte olduğu zamanlar beklediği ve Peygamberimizin vefatından bir hafta sonra kaybolduğu yere yapılan Gamâme Mescidi’ni gördük.
Dönerken yol güzergâhını biraz değiştirip birbirine yakın mesafelerde bulunan Hazret-i Ömer Mescidi’nde, Hazret-i Ali Mescidi’nde tahiyyatü’l-mescid namazları kıldık. Tabi bu arada, orada Osmanlı’nın himmetini ve itinasını yaşatan Medine Tren İstasyonunu ve Mimar Sinan’ın kırk günde yaptığı Sinan Camii’ni gezmeyi de ihmal etmedik.
Önceleri Mescid-i Aksa’ya doğru dönerek namaz kılan Peygamberimizin, Seleme Oğulları mahallesinde öğle namazı kılarken Bakara Sûresinin 144. âyeti inzal olunca namazı bozmadan Kâbe-i Muazzama’ya döndüğü Mescid-i Kıbleteyn’e yaptığımız ziyaret de seyahat hatıralarımızı tezyin eden müstesna yerler arasındaydı.
Ondan sonra sıra muharebe meydanlarına gelmişti. Bir öğleden sonra gittik Hendek Savaşı’nın yapıldığı yere. İslâm Ordusu’na komuta eden yedi komutan adına yaptırılan mescitleri ziyaret ettik. Orada Peygamberimizin gösterdiği bazı mucizeleri ve sahabelerin yaşadıkları kahramanlıkları hatırlamak hamaset hislerimizi hareketlendirdi.
Ziyaret edeceğimiz son menzil olan Uhud’a o hissî halecanlar içinde girdik. Resul-i Ekremin senasına mazhar olan bu dağın hisleri teskin edip ruhu rahatlatan uhrevî bir sükûneti vardı.
Okçular Tepesi’nde beşerî zaafların tezahürü olan hüsran hâllerini, Hazret-i Hamza’nın da aralarında bulunduğu yetmiş şehidin yattığı Uhud Şehitliği’nde gözyaşları ile durulanan Fatihalar okurken, Allah inancının kazandırdığı mânevî merhaleleri müşahede edip hayatî dersler çıkardık.
O insanların torunları da onlar kadar imanlı, cesur, müşfik ve sahavet sahibiydi. Gittiğimiz her yerde onların Ensara has olan hasletleri sayesinde Medine-i Münevvere’yi gönlümüzün vatanı addettik.
Artık gönlün vatanına veda vakti gelmişti. Ömrümüzün en âsûde sekiz gününün geçtiği Medine-i Münevvere’de seksen senelik bir ömrün mânevî mahsulâtını derdiğimizi hissetmenin süruru içinde hafızamızı hatıralarla, çantamızı hediyelerle doldururken yine Üstadın ifadelerini hatırladık.
Hayatında hiç mukabelesiz hediye almayan Bediüzzaman, Vanlı talebesi Nuh Beyin Medine-i Münevvere’den teberrüken gönderdiği tevafuklarla dolu hediyeyi “Bu Nuh muh işi değil, Ravza-i Mutahhara sahibinin bu teberrük içinde bir iltifatı vardır. Bu teberrüke karşı istiğna değil dilencilikle iftihar ediyorum” diyerek kabul etmişti.
Biz de Medine-i Münevvere’den aldıklarımızı Ravza-i Mutahhara sahibinin adına aldık. Verirken de onun adına vererek Muhabbet-i Muhammediyenin (asm) intişarına vesile olmaya çalışacağız.
Çünkü, “Habib’in diyarından gelen her şey mahbubdur.”
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|