İstanbul’dan okuyucumuz:
*“Hazret-i Muhammed (asm) zamanında herkes anlayarak Kur’ân okudu. Peygamberimiz; Kur’ân’ın okunmasına mani olur diye hadislerin yazılmasına izin vermedi. Tabiî ki dört halife de izin vermedi. Zaten 600 sayfalık Kur’ân elbette dîni anlatmaya yeterliydi. Ama olanlar oldu. Sonradan herkes hadis patentli kitaplar yazdı. Ve bu kitaplar dînin kaynakları oldular. Şimdi o kaynaklara göre, namaz, oruç, zekât ve hac farz. Diğer ibadetlerin değeri ise denizin yanında bir damla gibidir. Şimdi düşünüyoruz: İbadetleri yapması kolay. Namazı da kıldın mı, artık kurtuldun demektir. Fakat ben en az yüz kere Türkçe Kur’ân okudum, böyle bir şey görmedim. Şimdi de kimileri, Kur’ân tercümesini okumaya gerek yok diyorlar. Oysa Kur’ân tercümesini elinden bıraktığın anda namazı kılmak da çok zorla oluyor. Ben Türkçe Kur’ân okumanın Allah’ın en büyük emri olduğunu anladım. Bu konuları değerlendirir misiniz?”
Yüce dînimiz ifrat ve tefritlerden uzak bir dîndir. Aşırı uçlarda bulunmakla, Allah’ın istediği istikamette bulunmuş olmayız. Aklımızın bir orta mertebesi vardır. İstikamet oradadır. Ne geçmişimizi inkâr edeceğiz, ne de dikkatsiz-duyarsız biri olacağız. Ne Kur’ân’ı okumaktan vazgeçeceğiz, ne de ibadetleri yapmayı rafa kaldıracağız.
Peygamber Efendimiz’in (asm), önceleri, hadislerinin yazılmasını yasakladığı doğrudur. Ancak sonraları izin verdiğini de unutmamalıdır. Ashab-ı Kiramdan Abdullah ibn-i Abbas’ın (ra), Abdullah bin Amr’ın (ra), Enes bin Mâlik’in (ra), Hazret-i Ali’nin (ra) ve daha bir çok sahabenin hadisleri yazdıkları bilinmektedir.
Hadis üstadları, hadis aldıkları bütün râviler için: 1- Müslüman olmak, 2- Günahlara karşı Allah korkusu taşımak, 3-İbâdet, ihlâs ve takvâda istikâmet üzere olmak, 4- Dînin emirlerini yapmaya ve yasaklarından kaçınmaya karşı duyarlı olmak, 5- Güvenilir olmak, 6- Doğruluğunda şüphe olmamak, 7- Hadîsi bizzat kulağıyla işitmiş olmak, 8- İşittiği hadîsi değiştirmeyecek derecede güçlü hâfızaya sahip olmak, 9- Akıllı ve ezber kuvveti güçlü olmak, 10- Rüşt çağına ermiş olmak gibi önemli ve ağır şartlar aramışlar; bu şartları taşıyan kimselerin dışında hiç kimseden hadis almamışlar ve bu şartlarla aldıkları hadislere “sahih” demişlerdir. Bununla berâber İbn-i Cevzî gibi çok hadis eleştirmenleri toplanan hadisleri ayrı ayrı eleştiriye tabi tutmuşlar ve hemen her birisini yeniden ayıklamışlardır. Hedef, tektir: Allah Resulünün (asm) yaşadığı İslâmiyet’e dosdoğru yollarla ulaşabilmek.
Sahih hadislerin hemen her biri aynı sıhhat ve güvenilirlik ölçülerine sahip çeşitli râvilerce rivayet edilmişlerdir. Tabiîn dediğimiz sahabelerden sonra gelen şerefli nesilden çıkan hakikat âşığı âlimler, hadisleri “ilim” unvanıyla öğrenmeye ve öğretmeye önem vermişlerdir. Bunlardan dört müçtehid mezhep imamı kurdukları fıkıh okullarında doğrudan Kur’ân âyetlerini ve çok sıkı sıhhat ölçüleriyle bir araya getirdikleri sahih hadisleri esas almışlardır. Buhârî, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî ve sair Kütüb-ü Sitte imamları çok hassas ölçülerle kuşaktan kuşağa kürsülerde öğretilmekte olan sahih hadisleri kitaplarına almışlardır. Yani Buhârî ile Müslim’in kitaplarına aldıkları hadisler, hadis üstadlarınca hadis okullarında öğrencilere öğretilen ve ezberletilen hadislerden başkası değildir. Öyle ki bu hadislerin, tabiînden Sahabelere ve Peygamber Efendimiz’e (asm) kadar sağlam bir zincirle kimler aracılığıyla alındıkları ve nakledildikleri net biçimde bilinmektedir.
Sahih hadislerin başka ölçüleri de vardır: Kur’ân ile çelişmezler, diğer sahih hadislerle çelişmezler, tek kişi tarafından rivayet edilmezler. Bunların içinden yalan söylemesi mümkün olmayan bir topluluk tarafından rivayet edilen hadislere de “mütevâtir hadis” denmektedir ki, bunlar doğruluğuna asla şüphe götürmeyen hadislerdir.
İşte İslâm fıkıh esasları, ya böyle sahih ölçülerdeki hadislere, ya da doğrudan Kur’ân âyetlerine dayanmaktadır. Binaenaleyh, ne İslâmiyet’in ilk iki yüz yılı içindeki sahih hadis derleme çalışmalarını hafife almamız, ne de o yıllarda yapılan fıkıh faaliyetlerini küçümsememiz mümkündür. Aksi takdirde kendimizi küçümsemiş ve bir yüce dini bize aktaran sağlam köprüleri yıkmış oluruz ki, Kur’ân’daki İslâm’a işte o zaman ihanet etmiş oluruz. Sonra biz de nefsimizle, hevâmızla ve şeytanımızla baş başa kalırız.
Muhakkik âlimlerce bir araya getirilen ve kitaplaştırılan hadislerin hemen hiç birisi bu ümmeti dalâlete götürmüş değildir. Buna bir örnek veremiyorsunuz. Bir takım hurafelerin ve isrâiliyâtın zaman zaman sağdan soldan halk içine sıçramış olmasının suçunu ve günahını âlimlere atmak kadar uyduruk bir çamur da olamaz.
Dînimizi hurâfelerden, batıl inançlardan, yanlış telâkkilerden temizleyelim şüphesiz, ama bunun için ümmeti neden karalayalım? Bu yol yanlıştır, tutarsızdır, çelişkilidir, iftira ve bühtan yoludur, günahtır. Bu yolu Kur’ân kabul etmez.
Kur’ân’da namazı, orucu, zekâtı ve haccı bulamadığınızı yazmışsınız. Öyleyse, Kur’ân’ı bir kez de bu ibadetleri görmek için okumanızı öneririz. Allah için okursanız, inşallah göreceksiniz.
Kur’ân okumaya devam etmenizi tebrik ediyorum. Fakat ümmet düşmanlığı aşılayan, âlimleri küçümseyen, hadisleri ve sünneti hafife alan, hadis ve fıkıh ilimlerine karşı haddini aşan hezeyanlara karşı daha dikkatli olmanızı dileriz.
Son söz olarak şunu söyleyebiliriz ki: Kur’ân toplumu, o bahsettiğiniz ilk ikiyüzlü yıllar içinde Kur’ân’dan uzak kalmamıştır. Bilâkis, Kur’ân’ın şanına uygun çalışmalarla, kıyamete kadar yaşanacak sağlam bir dînin önemli kurumları o yıllarda kurulmuştur.
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|