Mutlu olmanın “bir sanat” kabul edildiği ve boy boy kitaplarla bunun reçete olarak sunulduğu dönemlerden önceydi. İnsanların binekleri, araçları henüz canlıydı. Buharla beraber motor icat edilmemişti.
Mutluluğun el kitapları piyasalaşmamıştı. İnsanlar okuma ve yazmayı da çoğunlukla bilmezlerdi. Ancak mutluydular. Sadeydiler. Kendilerini görebiliyorlardı, dinleyebiliyorlardı. İçlerinde var olan duygu dilini yaşıyorlardı. Hayat arkadaşı ile yıllarca beraberliğin sadakatini her an teneffüs ediyorlardı. Ailecek konuşmadan anlaşırlardı. Sessizliğin dili, şifre çözücüydü bir anlamda. Hissederek yaşarlardı.
Konuşmaları da sınırlıydı. Konuşma kursları da yoktu o zamanlar. İnsanlar makine gibi kalıplara ve sanayi ürünü gibi ölçeklere emanet değillerdi. Kendilerine ve emanetin sahibine ait idiler.
Çok istekleri vardı. Bunlar tek isteğin şemsiyesi altında birleşirdi. Tevhidî bir sonuca götürürdü. Hayallerini süsleyen derin dünyalarında iç yolculuklarını yaşarlardı. En çok istedikleri huzur ve onurdu. Her şeylerini huzura, ağız tadına göre düşünürlerdi. “Düşünme Teknikleri Eğitimi” de almamışlardı. Düşüncelerinde sadelik ve narinlik vardı.
İnce boylu bir endamın sevimli bütün karelerini taşıyan bir tatlılığın yüz hatlarına sahiptiler. Yüzlerinde makyaj da yoktu, özel bakım setleri de. Hoş kokuluydular. Temiz giyinirlerdi. Aynı elbiseyi günlerce giyip, yeni alınmış gibi itinayla korurlardı. Parfümleri de yoktu. Boncuk boncuk terlerini çeşmeye tuttuklarında alın terlerini suyla birlikte avuçlayıp buluştururlardı. Yorulduklarında, rahatlamış bir simanın emeğine duyulacak zevk vardı.
Hal hatır sorarlardı, iletişim tekniklerini bilmeden. Muhatabına yoğunlaşıp, ciddiyet dolu bir sevecenlikle “Nasılsınız?” deyip, gelecek cevabı dikkatle dinlerlerdi. Çare olmaya çalışırlardı. Dua ederlerdi. Büyük bir sevgi ve ilgi ile dostluğun limanında sakinleşirlerdi.
Günün nevalesi, hazır rızıktı. Bulduklarına şükrederlerdi. Diyetisyenler yoktu. Fazla kiloları da olmazdı. Kâinatla ve toprakla kucak kucağa yaşarlardı. Efsunlu halleri, diğergamlıkları ve derin dalgınlıkları; okula giden Mehmet, satılacak bir parça eşyadan elde edecekleri gelir, ya da askere gönderecekleri Ahmet’ti. Bir de komşunun veya yakınının hayırlı talebine cevap verme süresini makul kullanıp, Ayşe’yi, Fatma’yı baş göz etmekti. Şimdiki gibi aile okulları yoktu.
Eskiden kariyer planlaması da yoktu. İnsanlar ne yapacaklarını, neye uygun olduklarını ustalarından, babalarından veya inandıkları insanların genel ve veciz sözlerinden aldıkları mesajla kendilerine bir yol bulurlardı. Fazlasıyla iç dünyalarında tefekkür eder, aldığı telkinlerin ona müdahale sayılmayan kalitesinde karşılıklı kabulle yola çıkarlardı.
Her zaman kendilerini gözden geçirirlerdi. Bunun için özel eğitimleri yoktu. Kursa da gitmemişlerdi. Niyet ve düşünce okullarında kendilerini yoğurur ve nasip dilerlerdi. Bilmedikleri önlerine açılır, duyamadıkları hissedilmeye başlanırdı.
Tevekkül içinde yaşarlardı. Hedeflerinin çapına uygundular. Zihinlerinde bir istekleri ve sonuç alma azmi vardı. Şimdilerdeki gibi her gün plan/pilav karması bir kargaşanın içinde değillerdi. Bu konuları da bilmezlerdi. Enteresan olan, yaşarlardı. İşleriyle hayalleri ve çalışma kararlılığı birbirini tamamlardı. Merakları kendisini açmaya yarardı.
İş aramazlardı, sürekli işleri vardı. Modern çağın artan iş potansiyeli olmamasına rağmen, önlerinde meslek ve iş imkânı vardı. Çaresiz görmezlerdi kendilerini. Rüyalarında tatlı sevinçlere arkadaş olurlardı. Aşırı endişe ve hırs ile olana razı olmama hırçınlığında değillerdi.
Dünün bu saf ve samimi ortamından, günümüzün iletişim yoğunluğuna, teknoloji ve hız kavramlarına boğulduk kaldık.
Peki ne yapalım?
Dünün değer ifade eden safiyeti, kesrette boğulmayan vasfı ile günümüzün metot ve yaklaşımlarını birleştirecek güçlü niyet, irade ile bilgi ve teknolojiyi bir arada tutmak gerekir.
Yoksa bir tarafta nostalji ve hasret, diğer tarafta batının kültürel tasallutu ve beşerî zafiyetlerin bilgi ile kirlendiği bir dünya var.
Sözün kısası, her şeyin müsbetinde devam etmek…
15.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|