15 Nisan’da başlayacak yeni cumhurbaşkanı seçim süreci, bütün yoğunluğu hissettiriyor. Muhalif cephede, muhtemel aday Tayyip Erdoğan’ın şahsında AKP’nin Meclisteki çoğunluğuna dayalı bir seçime karşı tahammülsüzlük var.
Her ne kadar demokrasi, teamül ve tahammül gerektirse de, bunun sol cenaha, özellikle CHP’ye nasip olması çok zor görünüyor. Bazı dernek ve kuruluşlarla gösteri ve miting düzenlemek, yasal çerçevede herkesin hakkı. Ancak bu hakkın demokratik tercihlerin kullanımına itiraz anlamında değerlendirilmesi büyük bir talihsizlik.
En son, beklenmedik bir üslup ve sertleşme ile DSP de oyundaki yerini aldı ve 14 Nisan’daki mitinge katılacakları açıklandı. Buraya kadar olana diyeceğimiz yok. Ancak bunun bir provokasyona dönüşmesi ve beklenmedik taşkınlıklara âlet edilmesi halinde, bu vebalin altından kimse kalkamaz.
Son günlerde terörün azdığı, Kuzey Irak sınırında kontrol edilemeyen sızmaların olduğu bir dönemde sağduyuya daha fazla ihtiyaç var. Üstelik Kuzey Irak’tan Barzani’nin ortamı geren sözlerinden sonra, iç tepkinin arttığı bir arefedeyiz.
Baharla birlikte terör eylemleri, son bir haftadaki şekliyle artarsa, beraberinde yeni sıkıntıların yaşanacağı ve gerilen ortamın şiddet ve çatışmayı körükleyeceği gözden uzak tutulmamalıdır.
İşsizlik ve yoksulluğun kavurduğu kitlelerin derdine çare olacak uzlaşma ve sükûnet kültürüne siyasetin henüz alışmadığı bir devrede, gerginlik toplumun zembereğini yanlış yere boşaltır ve enerjisini tüketir.
Bunun için cumhurbaşkanlığı seçimi, akabindeki genel seçim, halkın yaptığı ve yapacağı tercihlere paralel siyasî iradeye dönüşmeli ki, millî iradenin tecellisi herkesi rahatlatsın. Bu yönüyle toplumun kendisiyle barışık bir yakınlaşmaya ve diyaloğa eskisinden daha fazla muhtaç bir Türkiye var.
Farklı bahane ve gerekçelerle, “muhalefet edeceğiz” diye, düzelen bazı dengeleri ve AB sürecini baltalamaya yarayacak tarz ve tutumlardan kaçınmak herkesin aslî görevidir. En çok da siyasî sorumluluğu olanların dikkat etmesi gereken bir husustur.
Tam da darbe günlüğünün yayınlandığı, askerî cenahın suskun kaldığı ve siyasî imalarda bulunmadığı bir vasatta, sivil siyasetin beklenen olgunluğu gösterip, cumhurbaşkanlığı seçimini sûhuletle çözmesi gerekir.
Artık kabullenmeliyiz ki siyasî çoğunluğu olan ve tek başına yeterli üye sayısını bulan her hareket kendi içinden cumhurbaşkanını seçecektir. Uzlaşma dediğimiz, bütün cepheleri birleştirmek ve ortak noktalarda anlaştırmak gibi istense de, bunun geçmişte pratiği olamamıştır.
Bu yüzden, genel temayülün sandıkla barizleştiği bir zeminde, 367 ve benzeri hukukî teknik teviller yapmak ve seçimin uygulama şekli üzerinde yeni tartışmalar başlatmak, siyaseti toplumun esas problemleriyle ilgilenmek yerine, polemiğe dayalı kısır bir mücadelenin sıkıcı ortamına itmektedir.
Demokratik güçler ve partiler, düşünce ayırımı yapmaksızın ideolojik varlığını hukukun önünde gören anlayışa karşı işbirliği yapmalıdır. Önümüze konan negatif etkilere ve yasaları zorlayan tevillere karşı yekvücut sivil inisiyatifler tepki koymalıdır.
Hukukun üstünlüğü prensibi, bir gün herkese lâzım olabilir. Bunu görmezlikten gelirsek, birliği ve bütünlüğü siyasî hırsımıza kurban etmiş oluruz.
Gündem cumhurbaşkanlığına kilitlendiğine göre, bunun mâkul sürecini, bir olgunluk sınavı olarak değerlendirmek lâzım. Yoksa, bu hâl ve tartışma biçimi, dünyanın gündeminde dikkat çekmeye başlayan demokrasi imajımızı gölgeler.
Sonuçta, milletin sağduyusuna yaraşır ciddiyette cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağını ümit ediyoruz. Başka şekli, demokrasiyi zedeler.
Türkiye, içerde enerjisini bu denli tüketmemelidir. Gerçekten yazık oluyor. Bu sıkı ve sonuçlanmayan tartışmaların bitmesi gerekir. Zira, dozajı kaçan restleşmeler kimseye bir fayda getirmemiştir.
12.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|