Koşar adım seçim rüzgârı esiyor. “Yok Nisan’da, yok Mayıs’tan sonra düşünürüz, yok zamanında olacak” polemikleri arasında seçimler başladı bile… Hükümet tam kadro seçim bölgelerinde fiilen start vermiş durumda.
Muhalefetin “ana”sı, gürültü yapmanın ve iktidara lâf yetiştirmenin dışında, Türkiye’nin pozitif gidişatına bir katkıda bulunmuyor. Ana muhalefet, ezelden devletçi ve de “ilke”ci rolünden sıyrılmadıkça, milletin takdir ettiği ezelî muhalefetten kurtulamayacak.
Milliyetçi oylar, bir “taraf”tan yükseltilirken, MHP ise tabanıyla sessiz ve derinden çalışıyor. Sanılanın aksine son derece yerel ve ulusal sınırlarda söylemini sürdürüyor. AB, bölgesel rol dağılımı, dinamik iç ve dış siyaset konusunda korumacı tavrının dışında aktif bir söylem geliştirmiş değil.
ANAP, BBP ve Saadet Partisi ile Genç Parti grubu, barajı kotaracak bir noktada olmadıklarını biliyorlar. Bir “Millî ittifak” kurarlar mı bilinmez ancak seçim yaklaştıkça bazı dirsek temaslarının hızlandığı ve “artı”ları bir araya toplama çabalarının olduğu gözleniyor.
İktidar partisi, seçimlere avantajlı ve önde giriyor. Bu pozisyonunu değiştirecek bir tablo henüz ortada yok. İpi birinci sırada göğüsleyecek gibi görünüyor. Fakat seçimden, iki partiden fazlası barajı aştığı takdirde tek başına iktidar avantajını kaybediyor. DYP ve MHP bugünkü şartlarda parlamentoya girecek durumda. AKP’nin gizli korkusu bu: Tek başına iktidarı sürdürememek.
Belli mahfillerin arzusu, CHP ve MHP bloğuna seçmenleri yönlendirip, bu iki partiden bir koalisyon çıkarmak. Böylece “milliyetçi sol” koalisyonu, Ecevit-Bahçeli ikilisinden sonra yeni şekliyle vizyona girmiş olacak.
Bu durumda; içe dönük, dışa kapalı, ulusalcı çizgileri önde, güvenliği siyasetin önüne alan, “tehdit algılaması” konusunda resmî söylemlere paralel düşünen, daraltılmış ve sıkıştırılmış bir siyaset öne çıkacak.
Türkiye, geldiği nokta itibariyle böylesi dar bir elbiseyi giyemez ve içine hapsedilemez. Dünya konjonktürü ve evrensel büyümenin ortaklıkları buna müsaade etmez. Sadece yenilenen ve güçlenen Türkiye’nin kapsama alanını kısmaya ve statükoyu gidebildiği yere kadar ayakta tutmaya hizmet eder.
Diğer tarafta, AKP-DYP ortaklığı söz konusu olabilir. Bugüne kadar tabanlarını, onarımı zor bir çatışmaya sevk eden söylemler iki partinin tepe noktalarından sudur etmedi. DYP, sivil ve meşru iktidar düşüncesini koruduğu gibi, antidemokratik söylemlerin AKP’ye yönelik yıpratıcı kampanyalarına da bulaşmadı. Sağduyu ve konsensüs içinde demokratik çerçevelere sahip çıktı.
DYP, 1995 seçimlerinden bu yana kısmen devletten yana gözüken genel imajını da ciddî anlamda düzeltti. Sivil ve anayasal demokrasinin gereğine olan ihtiyacı ve ülkenin birliği, özellikle güneydoğu konusunda atılacak adımlarla ilgili açılımını ortaya koydu ve arkasında durdu. Kamuoyunda ilgi uyandırdı.
Bu durumda merkez sağın merkezinde bir ortaklık ufukta belirebilir. Merkez kastımız, genişleyen ve ortak paydaları önemseyip bunu yaygınlaştıran bir siyasî bütünlüğü ilke bazlı artıran ve geçiş zenginliği veren bir yapı.
Bunu başaracak olan, demokrat tabanlı kitlenin büyük devlet tecrübesini bünyesinde tutan DYP ile merkeze göz diken ve demokratlaşma temayülünü eski düşüncelerinden arınarak ortaya koymaya çalışan AKP’nin evrensel normlarda güç birliği ile mümkün olur.
Görünen o ki, anayasayı sivilleştirecek ve köklü reformlara imza atacak irade, birden fazla siyasî tabanın konsensüsü ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla, AB sürecinde demokratik adımlar hızlanabilir. Mevcut tek parti iktidarının bu anlamdaki yetersizliği, sayısal üstünlüğüne rağmen belli kurumlar karşısındaki vaziyetinden anlaşılmaktadır.
Öncelikle, ülke bütünlüğünü AB sürecinde demokratik bazda insan, istihdam ve itibar üçgeninde uygulanabilir ekonomik ve siyasî reçeteyle ortaya koyacak ve birbirine eklenecek blok oluşumlara ihtiyaç var. Yani demokratlar ve demokrat olmayanların, parti birleşmesine ihtiyaç duymadan, ortak ilkelerde iş birliği yapma kültürüne hazırlanmaları gerekir.
Sonuç; uzun vadeli bakış, bugünkü siyaseti yenileyerek başarılı olur.
20.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|