Maddeci felsefenin hayatı tesir altına alan sahalarında, zemin ve zamanlarda insanlığın kimliğinin değiştiğini, kimyasının bozulduğunu her alanda görüyoruz.
Materyalist düşüncenin tesir altına aldığı toplumlar bir “avunma” mekanizmasının girdabında günlerini gün etmekten öteye bir şey yapmıyorlar aslında.
İnsanlık adına diye yapılan her düzenlemenin, her imal edilen eşyanın, getirilen her yenilik ve icadın, onu meydana getirenler dahil büyük kitleleri “uyuşturucu, uyutucu manyetik bir tesir” altına aldığını inkâr etmek mümkün mü?
Sabit eksenli bir esasa dayanmayan ve devamlı değişkenlik arz eden bu sakat ve arızalı düzenleme ve icatlar, huzur ve refah isteyen insanlığa mutluluk yerine hep belâ, elem, kavga ve kan getirdiğini ve getirmekte olduğunu herkes görüyor.
Birey ve toplumu mutlu edecek sihirli formül arayışları maalesef çoğu yerde ve çoğu kere, sadece ve sadece tuzak ve oyundan öte gidemiyor.
Biz “Bebeklerden katil üreten bir toplum olma” özelliğine nasıl geldik?
“Çete bağlantılarının” müsebbiplerini asıl nerede, nasıl yetiştirdik ve barındırıyoruz?
Bir toplumda huzur ve güvenin güvencesi ve garantisinin kanunlardan önce kalp, ruh, his ve vicdanlardaki inanç, iman ve itikatta saklı olduğunu daha ne zaman kavrayacağız?
Kanunlar, prensipler, tüzükler, yönetmelikler elbette lâzım ve zaruridir. Bunlar, toplum hayatındaki sorumlulukların, sınırların, görevlerin ve esasların yazılı metin halidir. “Uyumu” yapacaklar ise “insan” denen varlıklardır.
Kimyası, mentalitesi, ruh ve his dünyası bozuk fertlerden meydana gelen bir toplumu, sadece polis, zabıta, kanun korkusuyla düzeltmek mümkün mü? Fertlerin dünyevî ihtiyaçlarını temin ederken, manevî açlıklarını dikkate almazsanız, göz ardı ederseniz, robotlaşmış makine konumunda bireyler elde edersiniz. Sonra da şikâyetten ve dertten kurtulamazsınız.
İman kalesinin direklerini küfrün ve maddeci zihniyetin çürümüş fikirleri tutamadı, tutamaz. İnsanları ve bilhassa da gençleri “avutma” zihniyeti artık prim yapmıyor.
Bilhassa bu ülkede Kur’ân, İman ve İslâma karşı meydana getirilen menfî havanın derhal kalkması ve kaldırılması lâzım. Bilhassa gençliğimize sahip olmalıyız.
Devlet yetkililerinin yanı sıra anne, baba ve sivil toplum yetkililerinin, kısaca hepimizin büyük sorumluluk ve görevleri var. İman ve inancımız başta olmak üzere hepimizin kendi öz değerlerine âcilen dönme ihtiyacı vardır. Bunu en yüksek perde ve dereceden haykırmamız ve ilân etmemiz lâzımdır. Bu herkesin ve bütün insanlığın faydasınadır. Bunları yapma ve gündeme taşımada kimsenin kaybı ve zararı yoktur, olmayacaktır. Bu sahaya harcayacağımız enerji, bizim öz değerlerimize dönüş için olacaktır.
Birey, toplum ve devlet açısından, dünyevî noktada harcadığımız “resmî zamanın” hiç olmazsa bir kısmını da günlük olarak manevî hayatımız için harcayalım. Günlük yirmi dört (24) saat, yani bin dörtyüz kırk (1440) dakika, yani seksen altı bin dört yüz (86400) saniyenin birazını da maneviyatımız için sarf edelim. Bakın o zaman ne kadar çok şey değişecek!
Bu konuda çok çarpıcı bir misâl vermek istiyorum. AB müktesebâtının doksan bin (90.000) sayfa olduğunu çoğumuz biliyoruz. Bu ne demek? Bin sayfalık bir kitabı baz alırsak, doksan bin kitap demektir. Bunu her alanda uygulamak için TC kurumlarının bütün elemanları bunca enerji ve mesai harcıyor. “Kopenhag kriterleri, Mastrich kriterlerini” yakalamak için. Mükellef olan bir Müslüman için Kur’ân altı yüz (600) sayfadır. Risâle-i Nur Külliyatı da altı bin sayfadır. Bunun için ne yapıyoruz? Ne kadar vakit ve enerji sarf ediyoruz? Sonuçta ne kazanıp, ne kaybediyoruz? Günlük çok lüzumsuz şeylere harcadığımız zamanı bir hesap edelim. Muhasebemizi doğru yapalım. O zaman neler değişecek?
Hepimizin aslında bu hesabı doğru yapması gerekiyor. Yoksa durum daha vahim olabilir Allah korusun!
Toplumun; huzur, saadet, mutluluk kodları ve şifreleri, maddeci felsefeden değil, “semavî vahiy ve emirler”den geçiyor vesselâm. Bulup uyana, uydurma yolunda çaba sarf edene müjdeler olsun. Lütfen herkes görev başına! Eğitim seferberliğine!
20.02.2007
E-Posta:
[email protected]
|