|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Tekrar yaratılışınız da Ona aittir. İhtiyaçtan kurtaran da Odur, bolluğa kavuşturan da.Taptıkları Şi'râ yıldızının Rabbi de Odur.
Necm Sûresi: 47-49
|
20.02.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Duâların sonunda söylenen "Âmin", mü'min kullarının dili üzerinde Âlemlerin Rabbinin mührüdür.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 14
|
20.02.2007
|
|
Yağmursuzluk bir musibettir
—Dünden devam—
Üçüncü nokta: Âyette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” (Enfal Sûresi: 25.) Çünkü, musibet-i âmmeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebû Cehil gibi fenalar, aynen Ebû Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i âmmede masumlar da belâ çekerler.
Dördüncü nokta: Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle sûistimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.
Beşinci nokta: Risâle-i Nur, bu Anadolu memleketine, belâların def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belâyı def ediyor; onun intişarı ve okunması küllî bir sadaka nev’inde semavî ve arzî belâların def’ine çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’ân’ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması İkinci Harb-i Umuminin Anadolu’ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve’l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risâle-i Nur’un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risâle-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risâlelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belâların def’ine vesile olan bu külli sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.
Altıncı nokta: Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve Sünnet-i Seniye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek ve duâ ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumî musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.
Emirdağ Lâhikası, s. 31-33
|
20.02.2007
|
|
Nurun bir talebesi: ‘Takdir edici Sabri’
(53. vefat yıldönümünde rahmet vesilesiyle...)
Bugün Bediüzzaman’ın talebelerinden Sabri Arseven’in vefat yıldönümü. Bu vesileyle Risâle-i Nur’da kendisiyle ilgili dikkatimi çeken bazı noktaları paylaşmak istedim.
Daha ziyâde Barla Lâhikası’nda mektupları bulunan merhum Sabri Arseven’in, Risâle-i Nur hakkındaki fıkralarının, birer lâhika mektubu şeklinde Risâle-i Nur Külliyatı içerisinde yer almasının sebebi, dikkat değer olmalı ki, Bediüzzaman bunu özellikle nazara vermiştir:
“İşte bu iki şahıs (Sabri ve Hulûsi), bu hakikati herkesten ziyâde anladıkları için, onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirât ve medihlerini, Risâle-i Nur eczâları içinde derc edilmeye sebep olmuştur. Cenâb-ı Hak bunların emsâlini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-i haktan ayırmasın. Âmîn.” (Barla Lâhikası, Mukaddeme, s. 20, Y.A.N.)
Peki Sabri Ağabeyin, Hulûsi Ağabeyle birlikte herkesten fazla olarak anladığı bu hakikat neydi acaba? Bunu da aynı paragrafın öncesinde, Bediüzzaman'ın şu ifadelerinde buluyoruz:
“Ben kendi şahsıma ait takdîrat ve medhi kabul etmem. Çünkü, mânen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdîrat, fahr ve gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdîrat ve medih bana ait olmayıp, nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakâik-i imaniyeye ve esrâr-ı Kur’âniyeye ait olduğu için onu müftehirâne değil, Cenâb-ı Hakka karşı müteşekkirâne kabul ediyorum.”
Evet, Sabri Ağabey’in mektuplarında dikkat çeken bir yönü, Risâle-i Nur’un parçalarını sürekli takdir ve medhetmesidir. Onun bu özelliği, “Sabri gibi tam takdir edici ve ciddî müştak talebe...” şeklinde de ifadesini bulmuştur. (Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 135)
Şimdi de onun bu takdirkâr cümlelerinden iki örnek verelim:
* “Müşrik ve münkirleri mağlûp ve ilzam eden ve son sistem malzeme-i cihâdiye-i vahdâniyeyi hâvi ve câmi, kuvvet ve resâneti çelik, kıymet ve ehemmiyeti elmas ve cevâhir ve akik bir kal’a-misâl olan Otuzuncu Söz’ü istinsâha muvaffak oldum.” (Barla Lahikası, s. 36, Y.A.N.)
* “Nasıl o röntgen şuâsı şu uzuvların içindeki en hafî ve ince hali görüyor, gösteriyor. Öyle de, Nurların hazinedarları olan Sözler dahi, hakâik-i eşyâda en ufacık zerreleri bile görmek ve göstermek hâssasını hâizdir.” (Barla Lâhikası, s. 46, Y.A.N.)
Görüldüğü gibi Sabri Ağabey, Bediüzzaman’ın İhlâs Risalesi’nde önemle belirttiği “en güzel takdir edici yoldaş” olma prensibini hakkıyla yerine getirmiş, hatta bu prensibi, birlikte iman hizmetinde bulunduğu kardeşleri arasında uygulamakla yetinmeyip, ifa ettiği ‘kudsî vazifesi’yle ilgili olarak Üstadını tebrik, takdir ve teşvik etmek gibi bir merhaleye kadar götürmüştür.
Ve Bediüzzaman da, onun bu sözlerini, şahsı adına değil, Risale-i Nur ve Kur'ân hesabına şükrederek kabul etmiş, lâhika mektupları arasına koydurmuştur.
Aslında Bediüzzaman, bu vurgusuyla, iman-Kur’ân hizmetinde birbirimiz için ‘en güzel takdir edici yoldaş’ olmanın ne kadar önemli bir husus olduğunun altını da çizmiştir. Zira insanoğlu hakikaten bu alanda zaafı olan bir varlıktır. Yani takdire, tebriğe muhtaçtır. “Marifet iltifata tabidir” sözü de bunun için değil midir?
Demek oluyor ki, nefsimize, insanların takdir, tebrik ve teveccühlerini beklemeksizin sırf Allah rızası için hareket etmek dersini verdiğimiz kadar, başkalarının güzel hizmetlerini tebrik ve takdir etmek dersini de vermemiz gerekiyor.
Sabri Ağabeyin, Üstadın “Cenâb-ı Hak, bunların emsâlini ziyade etsin” duâsını yapmasına vesile olan bu hasletinin bizlere de sirayet ederek, çoğalan ‘emsâl’ler arasına girmemiz temennisiyle...
|
İsmail TEZER
20.02.2007
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Mükevvir
Allah (c.c.), Mükevvir’dir. Yani açıp yarattıklarını sarıp, toplar ve ortadan kaldırır. Gündüzü geceye dolar, geceyi gündüze sarar. Gece ile gündüze son verir; gündüz ile geceye son verir. Her şeyi evirir, çevirir; halden hale uğratır; yapar, bozar, yeni şekil ve hal verir. Güneşi yeryüzüne bir lamba yapan Cenâb-ı Hak, güneşi toplamaya ve defterini dürüp kaldırmaya, yani tekvîr etmeye kadirdir.
Tekvîr sıfatı Kur’ân’da bir sûreye ad olmuş; Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği1 Mükevvir ismi de Kur’ân’da fiil biçimiyle gelmiştir.
Cenâb-ı Mükevvir-i Kadîr şöyle buyurmaktadır: “Gökleri ve yeri hak ile yaratan Odur. Geceyi gündüze tekvîr eder (dolar, örter, sarar), gündüzü geceye tekvîr eder. Güneş ve ayı emri altında tutar. Her biri belirli bir süreye kadar yörüngelerinde akıp gider. Dikkat edin! O Azîz ve Ğaffâr’dır.”2
Kâinatın, sabit ve dâim olan Levh-i Mahfûz-u Azamın ölüm ve hayata, varlık ve yokluğa dâimâ mazhar değişken bir defteri ve yazar bozar bir tahtası hükmünde olduğunu beyan eden Saîd Nursî, zaman hakîkatinin de, kâinatta cereyân eden büyük bir nehir gibi Levh-i Mahv ve İsbattaki kudret yazılımının sahîfesi ve mürekkebi hükmünde bulunduğunu kaydeder.3
Tekvîr Sûresinde geçen, “Güneş dürülüp ışığı kaldırıldığı zaman”4 âyetinin tefsîrinde Bedîüzzaman, Cenâb-ı Hakkın hiçlik, esir ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlantamisâl bir lambâyı rahmet hazinesinden çıkararak dünyaya gösterdiğine, dünya kapandıktan sonra da o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracağına, bu âyetle işâret ettiğini beyan eder.5
Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre güneş, aydınlığı neşretmek ve yeryüzünün kafasına aydınlığı karanlıkla dönüşümlü olarak sarmakla vazifeli bir memurdur. Her akşam, o memur en kıymetli malı olan ışığını toplayıp gizlenmektedir. Gündüzleri de bazen bir bulut perdesiyle ışığını az göndermekte, bazen ay tarafından yüzüne perde çekilmekte ve bizimle muâmelesini bir derece kesmektedir. Elbette o memur, bir gün gelecek o memuriyetten tamamen ayrılacaktır. Şimdilik gözlerden kaçmayan yüzündeki lekeler de, esâsen bunu ihtâr etmektedirler. Bir gün bu âyetin güneşe, “Haydi, yerde işin kalmadı! Cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir itaatkâr memuru sadâkatsizlikle tahkir edenleri yak” diyeceği, güneşin lekeli siyah yüzünden anlaşılmaktadır.6
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuatü’l-Ahzab, s. 257
2- Sözler, s. 391
3- Mektubat, s. 41
4- Tekvir Sûresi: 1
5- Sözler, s. 109
6- A.g.e., s. 391
|
20.02.2007
|
|
Dâvâya adanan bir ömür
Mayıs 2005’te Yeni Asya Neşriyat arasından nadide bir eser çıktı: “Dâvâya Adanan Bir Ömür - Mustafa Türkmenoğlu.” İbrahim Kaygusuz tarafından hazırlanan ve Risâle-i Nur okuyucuları için vazgeçilmez bir kaynak olan bu kitap hakkındaki gözlemlerimi aktarmak istiyorum.
Kitap, beş bölümden oluşmuş ve ilk bölüm Mustafa Türkmenoğlu ağabeyin Nurları tanıma hikâyesi ile başlıyor. Hemen sonra, Nurları tanımasıyla kendini faal bir hizmet halkası içerisinde bulan Mustafa Ağabeyin neşriyat hizmetlerine yer verilmiş. Böylece Risâle-i Nur’un matbaalarda basılma sürecini detaylarıyla görebiliyoruz. Bu zaman içerisinde 1952 İstanbul Gençlik Rehberi Mahkemesini ve 1958’de yaşanan ‘Nazilli Gazasını’ (Ankara Mahkemesi) detaylarıyla okuyabiliyoruz.
Kitabın Üçüncü Bölümü ise hatıralara ayrılmış. Bu bölümde, Mustafa Ağabeyin 8-10 defa ziyaret ettiği Bediüzzaman Hazretleri ve Ankara’da ‘27 Numarada’ beraber kaldığı Zübeyir Gündüzalp Ağabey ve Nurun diğer saff-ı evvel talebeleri ile olan hatıralarına yer verilmiş.
Kitapta, hizmet-i Kur’ân’a ait her nurlu hatırada olduğu gibi, fedakârlığın, sadakatin, gayretin büyüleyici atmosferine giriyor okuyucu. Ve hizmet-i imaniyenin hangi şartlarda bugünlere geldiğini bir kez daha gözlemliyor.
Dördüncü Bölüm’ün başlığı ise ‘Zindanlar Geçidi’. Zindanlar, Nur talebeleri için farklı öneme sahip. Medrese-i Yusufiye nâmıyla yâd edilen hapishanelere, sırf iman hizmeti için girmek ve onca sıkıntılara hizmet umuduyla katlanmanın mücessemleşmiş halini dinliyoruz Mustafa Ağabeyin dilinden.
Son bölümde ise, Türkmenoğlu’nun ‘Risâle-i Nur - Bediüzzaman - Nurculuk’ konularıyla ilgili muhtelif görüşleri yer alıyor. Ayrıca Risâle-i Nur’u ‘sadeleştirme’ isteklerine de muknî ve orijinal cevap vermiş Mustafa Türkmenoğlu Ağabey. Konuşmasında daima ‘birlik ve beraberlik’ noktasını vurguluyor ve “Hangi meşrepte olursa olsun, Risâle-i Nur’u birinci hedef seçen herkesi çok seviyorum, hepsine giderim, gideceğim” diyor.
Yazar İbrahim Kaygusuz, bu hatıraların genç ve gelecek nesillere aktarılmasının ‘vefa borcu’ olduğunu söylüyor ve Mustafa Ağabeyin birçok hatırayı ve olayı hatırlamak için çaba sarf ettiğinden bahsediyor. Böylece bu çalışmayla, ‘mazi sayfasına karışıp gidecek’ bir dizi kıymettar ve mânidar hatıralar okuyucuyla buluşuyor.
Bu çalışmadan anlıyoruz ki, çevremizde Nur’a gönül ve emek vermiş bahtiyarların mânidar hatıralarının mazinin tozlu sayfalarında kaybolmaması için kolları sıvamak gerek. Derleme ve anlatım tekniği açısından da başarılı bir eser ortaya koyan Kaygusuz’u tebrik ediyor ve yeni çalışmalarını bekliyoruz.
|
Zübeyir ERGENEKON
20.02.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Büyük velilerden Ebu Bekir el-Hemedani hac yolculuğunda yiyeceksiz kalmıştı. Günlerce sıcak çöllerde aç susuz ilerledi. Bir gün yiyeceksizlikten bitkin düştüğü bir sırada uzakta bir bedevinin gölgesini gördü. Bedevi giderek kendisine doğru geldi ve iyice yaklaşınca: “Sıcak bakla ile ekmek yemek isteyen birisi var mı?” diye seslendi.
Hemedani birden heyecanlandı ve bedeviden yana döndü.
Gerçekten de bedevi yere, üzerinde sıcak bakla ile ekmek bulunan bir sofra açmıştı.
Hemedani gözlerine inanamıyordu. Baklanın ve ekmeğin taze kokusu burun direklerini kıracak derecedeydi. Bedevi:
“Haydi, gel ye!” dedi.
Hemedani şaşkınlıktan küçük dilini yutacak haldeydi. Ne diyeceğini bilemiyordu.
Bedevi yine: “Haydi, gel ye ahbap!” dedi.
Hemedani üzerindeki şaşkınlığı bir türlü atamıyordu. Bedevi tekrar:
“Sen aç değil misin dostum? Gel ye; bak sana açtım bu sofrayı!” dedi.
Hemedani bu sefer, “Bismillahirrahmanirrahîm” diyerek sofraya oturdu. Bir lokma alacaktı ki, bu adamın kim olduğu merakı içini sardı. Bedevi’ye dönüp:
“Seni bana gönderen Allah hakkı için soruyorum: Kim olduğunu söyler misin?” dedi.
Bedevi görünümlü adam:
“Ben Hızır’ım!” dedi ve gözden kayboldu.
(Kuşeyri)
|
Süleyman KÖSMENE
20.02.2007
|
|
|
|