Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Geçersiz tebligatlar ve...



Hatırlayacaksınız; yaklaşık bir buçuk ay kadar önce Bağcılar Cumhuriyet Savcılığı gazetemize üç ayrı haberimizde Basın Kanununun 19/3. maddesine muhalefet ettiğimiz iddiasıyla üç ayrı “ön ödeme tebligatı” göndermişti:

22.01.2007 tarihli gazetenin 1. sayfasındaki “Bu gençler eğitim sisteminin ürünü;” 23.01. 2007 tarihli gazetenin 3. sayfasındaki “Gençlik nereye gidiyor?” ve 25.01.2007 tarihli gazetenin 1 ve 4. sayfasında yayınlanan “Hayal: Pamuk akıllı olsun Samast cinayeti kabul etti” başlıklı haberlerde kanuna aykırı hareket etiğimiz öne sürülüyor, on gün içinde haber başına 10 bin 2 YTL ödememiz isteniyor; ödemediğimiz takdirde Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır hakkında kamu dâvâsı açılacağı bildiriliyordu.

Sonraki günlerde diğer gazetelere de gönderildiği ortaya çıkan bu tebligatlar, hep birlikte takip ettiğimiz üzere, büyük tepkiye yol açtı.

Derken, hafta başında gazetemize yeni bir tebligat daha ulaştı. Daha doğrusu iddianame.

İddianamenin konusuna bilâhare geçeceğiz.

Ama önce, altına düşülen notu aktaralım:

“Şüpheli hakkında 5187 S.K.nun 21/c maddesine muhalefet suçundan kovuşturma yapılmasına yer olmadığına dair ek karar verilmiştir.”

Bunun anlamı, yukarıda sıraladığımız üç haberden dolayı ön ödeme yapmamızı isteyen savcılığın, bilâhare verdiği ek kararla bu tebligatı geçersiz kılarak iddiasını geri aldığı.

Demek ki, o zaman o ödemeleri yapmış olsaydık, o paraların şimdi bize iade edilmesi gerekecekti.

Peki, gelen iddianame neyin nesi? Açılan dâvânın gerekçesi ne?

Bir defa, gönderilen yazıda “şikâyetçi” olarak gözüken isim dikkat çekici: Ogün Samast.

İsnad edilen suç, 5187 sayılı Basın Kanununun 19. maddesine muhalefet. Yani, soruşturma evrakı ile ilgili bilgilerin ele geçirilip yayınlanması suretiyle tahkikatın gizliliğinin ihlâli.

21/c tutmayınca, dahası bu maddeden kesilen ön ödeme cezalarına medyanın her kesiminden çok büyük tepki gelmesi üzerine apar topar “kovuşturmaya yer olmadığına dair ek karar” vermek mecburiyeti hâsıl olunca, bu defa 19. maddeyle netice alınmaya çalışıldığı anlaşılıyor.

İşin ilginç tarafı, her iki maddede de Samast adına yapılan şikâyetlerin savcılığı harekete geçirmesi. Ama 19. maddeye istinaden açılan dâvânın iddianamesinde Yeni Asya’nın cezalandırılmasının “kamu adına” talep edilmesi.

Şikâyeti Samast yapıyor, cezayı kamu adına savcılık istiyor. Bakalım, mahkeme ne diyecek?

Tabiî, mahkeme önünde Yeni Asya’nın da diyecekleri var. Meselâ, ceza talebine dayanak gösterilen ve devletin resmî haber ajansından alınarak yayınlanan kısacık haberin çok daha ayrıntılılarının, “özel, sızdırma, atlatma haber” sunumlarıyla başka yayın organlarında çıktığı...

Ya da, Yeni Asya’nın suçlanan haberinin, iddianamede “deliller” arasında sayılan “yetkili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 6.2.2007 tarihli ‘gizlilik kararı’ bulunduğuna ilişkin yazısı”ndan tam on gün önce yayınlanmış olduğu.

6 Şubat’ta alınan gizlilik kararı, 25 Ocak’ta neşredilmiş bir haber için geçerli olabilir mi?

Kararı mahkeme verecek. Bize düşen, adliyenin çok daha ciddî ve önemli konularla uğraşacağı günlere bir an önce erişmeyi dilemek...

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Özrü kabahatinden büyük



Elbette diplomasi sükûnet ve gizlilik ister. Basın aracılığıyla konuşmak ve atışmak hissiyata hizmet eder, ama maslahatı temin etmez. Belki zarar veriyor. Bazen bir çuval inciri berbat eder. İşte böyle bir olay Emre Taner ile Barzani arasında yürütülen gizli görüşmelerin başına geliyor. Gazeteci İlnur Çevik üçüncü taraflardan Emre Taner ile Barzani arasındaki görüşmelerin haberini alıyor ve bunu sütununa aksettiriyor. Mesele basına yansıyınca taraflar geri çekiliyor ve Türk tarafı bu haberleri yalanlıyor. Kuzey Irak’ta müteahhitlik hizmetleri yapan İlnur Çevik ise bu haberi sızdırdıktan sonra Barzani ile bir görüşmesinde Barzani’nin sitemine muhatap oluyor: “Bir çuval inciri berbat ettin...”

Ani darbeler ilişkiler üzerinde kalıcı hasarlar bırakabiliyor. Bundan dolayı bazı isimler katiyetle basının önüne çıkmak istemiyorlar. Sistani gibiler kendilerini basının ötesinde kamuoyundan da gizliyorlar. Hayatta iken gaip imam rolü oynuyorlar. Bu meyanda İran’da muhafazakâr ulemanın sembol isimlerinden olan ve Nejad’a arka çıkan Ayetullah Misbah Yezdi gazeteciler casus olurlar diye onlarla görüşmekten imtina ediyormuş. Emre Taner-Barzani ilişkisinde basının rolüne benzer bir olay bu defa El Cezire’ye rakip olarak kurulmuş, Suudlular tarafından finanse edilen El Arabiye tarafından gerçekleştirildi. Türkiye ile Iraklı Kürtler arasındaki ilişkilerin gerginleştiği bir sırada Barzani ile görüşen El Arabiye Kanalı bu görüşmeyi görüşme tarihinden 6 hafta sonra yayınlıyor. Böylece biri bitmeden diğer kriz başlıyor. Barzani ile Türkiye’nin ilişkileri yeniden geriliyor. Barzani sözkonusu Kanal’a 26 Şubat’ta konuşmuş. Bu hususta Milliyet’ten Utku Çakırözer’in haberi şöyle: “Dizai, Milliyet’e yaptığı açıklamada, Barzani’nin Türkiye’nin tepkisini toplayan demeci konusunda şunları söyledi: “Bu demeç bugünün ortamında değil 26 Şubat’ta verildi. O günlerde Türkiye’den askerî makamlar ve muhalefet sözcülerinden Kuzey Irak’a yönelik sert açıklamalar geliyordu. Gergin bir dönemde onlara cevap niteliğinde söylenen sözlerdi. El Arabiye kanalının bu röportajı neden 6 hafta sonra yayımladığını anlayamadık, ama Ankara’ya bu demecin yeni olmadığı mesajını çeşitli kanallarla ilettik. Umarız, ilişkilerde sağduyu ve iyi niyet hâkim olur ve Mart ayında girdiğimiz olumlu diyalog atmosferi korunur.”

***

Bu pekalâ bir kaza olabilir, ama Türkiye zamanlamadan çok sözlerin mahiyetiyle ilgileniyor. Bu hususta Türkiye’nin gizli koridorlar diplomasisi üzerinden gönderilen özür diler mahiyetteki yatıştırıcı sözlere pek kulak asmıyor. Zira Barzani tarafı çifte dil kullanıyor. Bu açıklamayı yaptıktan sonra kendisini ispat etmek istercesine bölge toplantısının İstanbul yerine Şermü’ş Şeyh’e kaydırılmasında etkin rol oynuyorlar. Yani yaklaşım düşmanca. Ve sadece 26 Şubat’ta değil, el’an kamuoyu önünde ağızlarına geleni söylüyorlar. Perde gerisinde özür diler mahiyette konuşuyor ve perde önünde bunu inkâr ediyorlar. Dolayısıyla ağzını sıkı tutma yerine tırmandırmayı seçiyorlar. Bir taraftan da gizli diplomasiyle bunun zararlarını en aza indirmeye kalkışıyorlar. Eğer ağızlarını baştan beri sıkı tutabilseler ve serinkanlı olabilseler aslında bu yol kazaları da olmayacaktı. Nitekim Dışişleri Sözcüsü Levent Bilman, Irak Kürdistan Demokrat Parti (IKDP) lideri Mesud Barzani’nin yaptığı açıklamaların zamanlamasına ilişkin soru üzerine şunları söylemekten kendisini alamıyor: “Beyanların ne zaman yapıldığı önem taşımıyor, bu beyanların yapılmış olması önem taşıyor. Bu beyanlarda söylenen hususlar açıktır...”

Art düşünceler ve şuuraltı genellikle kriz zamanlarında boşalır. Bu da gösteriyor ki, Barzani’nin sözleri Türkiye karşısındaki gerçek hissiyatını yansıtıyor.

***

Gizli diplomasiyle düşürmeye çalıştıkları tansiyonu kamuoyu diplomasisiyle tırmandırıyorlar. Böyle ikiyüzlü bir politika olabilir mi? Şimdi sözlerini tevil etmeye çalışıyorlar. Müdahale edeceklerini söylememişler aksine müdahaleye karşılık vereceklerini söylemişler. Bu meyanda Diyarbakır ile Kerkük’ü karşılaştırıyor. Bu insaflı ve gerçekci bir karşılaştırma değildir. Kerkük bağımsız bir ülkenin sınırları içinde olan bir mekân değildir. Bağımsız dedikleri yerin statüsünü Amerikalılar tayin ediyor. Kubat, Talabani de Barzani gibi Türkiye’nin içişlerine karışmak gibi bir niyetleri olmadığını aksine Türkiye’nin diyaloğa yanaşmadığını Talabani’nin sadece bölgesel güçlerin Irak’ın içişlerine karışmaması noktasında kendisini ifade ettiğini söylüyor.

Elbette ki bu sözler illetli. Çünkü Irak’ın içişleri diye bir husus yok. Sadece işgal ve bir de işgalden yararlanmak isteyen zümreler var. Bunlar ABD’yi de kendi emellerine alet etmeye çalışıyorlar. Ve Allavi’nin de dediği gibi bunlar ABD’yi de dar çıkarları çerçevesinde yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu da bölgesel huzuru daha da fazla bozuyor. Ve Talabani’nin Erdoğan’a özür diler mahiyetteki konuşması üzerine Barzani “bizi ilgilendirmez” diyor. Talabani’yi de dışladığına göre ‘ben’ demesi daha doğru olurdu. Dolayısıyla kendisi ve yandaşları sözlerini tevil etmek için boşuna nefes tüketiyorlar; çünkü zırva tevil götürmez.

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Gündem



15 Nisan’da başlayacak yeni cumhurbaşkanı seçim süreci, bütün yoğunluğu hissettiriyor. Muhalif cephede, muhtemel aday Tayyip Erdoğan’ın şahsında AKP’nin Meclisteki çoğunluğuna dayalı bir seçime karşı tahammülsüzlük var.

Her ne kadar demokrasi, teamül ve tahammül gerektirse de, bunun sol cenaha, özellikle CHP’ye nasip olması çok zor görünüyor. Bazı dernek ve kuruluşlarla gösteri ve miting düzenlemek, yasal çerçevede herkesin hakkı. Ancak bu hakkın demokratik tercihlerin kullanımına itiraz anlamında değerlendirilmesi büyük bir talihsizlik.

En son, beklenmedik bir üslup ve sertleşme ile DSP de oyundaki yerini aldı ve 14 Nisan’daki mitinge katılacakları açıklandı. Buraya kadar olana diyeceğimiz yok. Ancak bunun bir provokasyona dönüşmesi ve beklenmedik taşkınlıklara âlet edilmesi halinde, bu vebalin altından kimse kalkamaz.

Son günlerde terörün azdığı, Kuzey Irak sınırında kontrol edilemeyen sızmaların olduğu bir dönemde sağduyuya daha fazla ihtiyaç var. Üstelik Kuzey Irak’tan Barzani’nin ortamı geren sözlerinden sonra, iç tepkinin arttığı bir arefedeyiz.

Baharla birlikte terör eylemleri, son bir haftadaki şekliyle artarsa, beraberinde yeni sıkıntıların yaşanacağı ve gerilen ortamın şiddet ve çatışmayı körükleyeceği gözden uzak tutulmamalıdır.

İşsizlik ve yoksulluğun kavurduğu kitlelerin derdine çare olacak uzlaşma ve sükûnet kültürüne siyasetin henüz alışmadığı bir devrede, gerginlik toplumun zembereğini yanlış yere boşaltır ve enerjisini tüketir.

Bunun için cumhurbaşkanlığı seçimi, akabindeki genel seçim, halkın yaptığı ve yapacağı tercihlere paralel siyasî iradeye dönüşmeli ki, millî iradenin tecellisi herkesi rahatlatsın. Bu yönüyle toplumun kendisiyle barışık bir yakınlaşmaya ve diyaloğa eskisinden daha fazla muhtaç bir Türkiye var.

Farklı bahane ve gerekçelerle, “muhalefet edeceğiz” diye, düzelen bazı dengeleri ve AB sürecini baltalamaya yarayacak tarz ve tutumlardan kaçınmak herkesin aslî görevidir. En çok da siyasî sorumluluğu olanların dikkat etmesi gereken bir husustur.

Tam da darbe günlüğünün yayınlandığı, askerî cenahın suskun kaldığı ve siyasî imalarda bulunmadığı bir vasatta, sivil siyasetin beklenen olgunluğu gösterip, cumhurbaşkanlığı seçimini sûhuletle çözmesi gerekir.

Artık kabullenmeliyiz ki siyasî çoğunluğu olan ve tek başına yeterli üye sayısını bulan her hareket kendi içinden cumhurbaşkanını seçecektir. Uzlaşma dediğimiz, bütün cepheleri birleştirmek ve ortak noktalarda anlaştırmak gibi istense de, bunun geçmişte pratiği olamamıştır.

Bu yüzden, genel temayülün sandıkla barizleştiği bir zeminde, 367 ve benzeri hukukî teknik teviller yapmak ve seçimin uygulama şekli üzerinde yeni tartışmalar başlatmak, siyaseti toplumun esas problemleriyle ilgilenmek yerine, polemiğe dayalı kısır bir mücadelenin sıkıcı ortamına itmektedir.

Demokratik güçler ve partiler, düşünce ayırımı yapmaksızın ideolojik varlığını hukukun önünde gören anlayışa karşı işbirliği yapmalıdır. Önümüze konan negatif etkilere ve yasaları zorlayan tevillere karşı yekvücut sivil inisiyatifler tepki koymalıdır.

Hukukun üstünlüğü prensibi, bir gün herkese lâzım olabilir. Bunu görmezlikten gelirsek, birliği ve bütünlüğü siyasî hırsımıza kurban etmiş oluruz.

Gündem cumhurbaşkanlığına kilitlendiğine göre, bunun mâkul sürecini, bir olgunluk sınavı olarak değerlendirmek lâzım. Yoksa, bu hâl ve tartışma biçimi, dünyanın gündeminde dikkat çekmeye başlayan demokrasi imajımızı gölgeler.

Sonuçta, milletin sağduyusuna yaraşır ciddiyette cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağını ümit ediyoruz. Başka şekli, demokrasiyi zedeler.

Türkiye, içerde enerjisini bu denli tüketmemelidir. Gerçekten yazık oluyor. Bu sıkı ve sonuçlanmayan tartışmaların bitmesi gerekir. Zira, dozajı kaçan restleşmeler kimseye bir fayda getirmemiştir.

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yeni başkomutan!



Türkiye bir taraftan 11. cumhurbaşkanı tartışmalarını yaşarken, diğer taraftan da Irak Kürdistan Demokrat Partisi (IKDP) lideri ve ‘Kürt Bölgesi Başkanı’ Mesut Barzani’nin Türkiye’yi tehdit eden açıklamalarını tartışıyor.

Sezer’in son kez katıldığı MGK’da Barzani’nin tehditleri de görüşüldü. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Barzani’yi ABD’ye şikâyet etmesi hükümetin pasifliği olarak yorumlandı.

Ancak Barzani’ye en ilginç ve sert tepki BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’dan geldi, “Barzani’yi Diyarbakır’da yargılayıp, Habur’da infaz edelim” dedi.

Yazıcıoğlu hafta sonu toplanacak partisinin kurultayı öncesi gazete ve televizyonların Ankara Temsilcileri ve yazarları ile Ankara’da Aktif Metropolitan otelinde “Türkiye ve dünya gündemindeki gelişmeleri” değerlendirirken bu açıklamayı yaptı.

Son aylarda partisine katılımlar dolayısıyla dikkatle takip edilen Yazıcıoğlu’nun kürsüye “Millî mücadelenin yeni lideri, başkomutan” olarak çağrılması şaşkınlığa bir anlık şaşkınlığa yol açtı. Kimi gazetecilerin “yeni başkomutanımız hayırlı olsun” derken, kimileri de, “Artık Orta Asya cephe komutanı da Namık Kemal Zeybek olur” diyerek kendi aralarında espri yaptılar.

“Bunu da nereden çıkardınız şimdi” diyerek kürsüye gelen Yazıcıoğlu, hükümetin hem ekonomik, hem iç, hem de dış politikasını yerden yere vurdu.

Vatandaşın özgürlüğüne önem verdiklerini söyleyen Yazıcıoğlu, “Bireyin güvenliği için devletin, devletin güvenliği için bireyin özgürlüğünden taviz vermeyiz” derken, peşinden de, Türkiye için medeniyet ve özgürlükler projesi olarak görülen “AB’ye hayır” dedi.

Yazıcıoğlu, hükümetin içeride millî dokuyu parçaladığını düşünüyor. Türkiye’nin AB sürecinde “azınlıklar ülkesi haline getirildiğini” belirterek, hükümetin AB’nin ilerleme raporlarına her defasında “olumlu” demesine rağmen AB’ye üyeliğinin 2050’lere sarktığını ileri sürdü: “İlk fırsatta AB sürecini durduracağız. AB’ye hayır diyeceğiz.” Türkiye’nin AB’ye mahkûm olmadığını ve alternatifsiz olmadığını savundu.

Barzani’nin açıklamalarına hükümetin cesaret verdiğini söyleyen Yazıcıoğlu, “İktidar Irak’ın kuzeyindeki kukla devlet için finansörlük yapmıştır. Habur kapısı açık tutulmuştur. Barzani Habur’dan geçen tırlardan haraç toplamaktadır. Habur kapısı açık tutularak bu finansörlük yapılmaktadır. Kaçak ürettiği sigaraların Mersin limanından piyasaya sürülmesine göz yumarak bunları yapmıştır. Türkiye başına çuval geçirildikten sonra etrafını görmez hale gelmiştir. O zaman Türkiye’de bulunan ABD ajanlarının başına çuval geçirilseydi bunlar olmazdı” diyerek bu sözünün gerekçelerini açıkladı.

Yazıcıoğlu Barzani için en sert açıklamasını işte bu sözlerden sonra yaptı: “Derhal, hem de hemen Barzani Diyarbakır’da mahkemelerde yargılanmalı. İlk fırsatta Habur’da infazı yapılmalıdır…”

Son günlerde artan şehit cenazelerine de dikkat çeken Yazıoğlu, “Her gün şehit cenazeleri gelirken, Türkiye Kandil Dağına müdahale için hâlâ ABD’nin icazetini bekliyor” diyerek hükümeti eleştirdi.

Gazetecilerin az sayıda yöneltilen sorularına da cevap veren Yazıcıoğlu, ADD önderliğinde Cumartesi günü yapılacak mitingin hatırlatılması üzerine, “Demokratik ülkede yasalar içerisinde miting, yürüyüş ve konuşma hakkı vardır. Herkes iktidarı övmek zorunda değildir. Ancak öğrencilerin bu tarz siyasî oyunlara alet edilmesi kabul edilemez” derken, hükümetin bu mitingi duyurmak için elinden geleni yaptığını da vurguladı. “Türkiye iki kutuplu hale getirilmek isteniyor, bundan da menfaat elde edilmeye çalışılıyor. Bunu plânlı bir kayıkçı kavgası olarak görüyorum. Erdoğan’ı başbakan yapan Baykal, şimdi de onu Cumhurbaşkanı yapmak istiyor” yorumunu ekledi.

Basın toplantısı bittiğinde bunca konuşmanın ardından, herkesin aklında Yazıcıoğlu için söylenen “Millî mücadelenin yeni lideri, başkomutan” yakıştırması kaldı…

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Aradaki fark budur!



‘İşsizlik’, Türkiye’nin en büyük problemi olmaya devam ediyor. Ekonomideki ‘iyileşme’nin tabana yayılmaması, ‘büyüme’nin de yatırım ve üretimden değil; ‘tüketim’ ve ‘dış kaynak’tan sağlanmış olması sıkıntıların devam etmesine sebep oluyor.

İşsizliğin azalmamasının bir sebebi de, ‘iş beğenmeme’nin yanında; ‘kalifiye’ eleman yetersizliğidir. Gerçekten de bu durum, Türkiye’ye has çelişkilerden biridir. Bir yanda ‘işçi’ arayanlar, öte yanda ‘iş’ arayanlar... Bazı gazetelerin hafta sonu ‘ilân’ eklerine bakınca, “Bu kadar ‘işçi/eleman’ arayanların var olduğu bir ülkede, bu kadar işsizlik nasıl olur?” diye insanın aklına takılıyor.

Bir yanda işsizler, öte yanda işçi arayanlar. Ortak problem, ‘eğitilmiş, kalifiye eleman’ olmaması... Çünkü işçi arayanlar, ‘Ne iş olursa olsun, yaparım abi’ diyenleri değil; haklı olarak tarif edilebilir, eğitilmiş ve kaliteli iş gücü istiyor.

İşte bu noktada ‘meslek liseleri’ devreye giriyor ya da girmeli. ‘Meslek liseleri’ her konuda eğitim veriyor, ancak son yıllarda imam hatip liselerinin önünü kesmek için alınan kararlar, bütün bir sistemin canına okudu. Meslek lisesi mezunlarının üniversiteye girme hedefini sona erdirir hale gelen uygulama, dolaylı olarak sanayicileri de vurdu.

28 Şubat sürecinin icraatlarından olan bu uygulamaya başlangıçta sanayicilerimiz itiraz etmedi. Ancak son yıllarda kalifiye işçi bulmakta zorlanan sanayicilerimiz, bu suskunluğun faturasını dolaylı olarak kendilerinin ödediğinin farkına vardı. Öyle ki, en büyük holdinglerimizden biri “Meslek lisesi, memleket meselesi” diyerek meslek liselerini destekleyici kampanyalar açmak mecburiyetinde kaldı.

AB sürecinde ‘meslek’ ve ‘kalifiye eleman’ o derece önemli ki, meselâ bizce ‘basit’ gibi görülen ‘dönerci’ler için Almanya’da ‘Meslek Yüksek Okulu’ açılmış. “Almanya’da ‘Döner Üniversitesi’ açıldı” başlıklı haberde şu bilgiler yer almış: “Almanya’da dönerci ustalarına 6 aylık kurs ve ardından birer sertifika verecek olan Gıda ve Gastronomi Meslek Okulu, çalışmalarına başladı. (...) Türkler arasında kısaca, ‘Döner Üniversitesi’ olarak anılan okul, Temmuz ayında ilk mezunlarını verecek.” (Hürriyet, 8 Nisan 2007)

Meslek liselerinin önünü kesen YÖK’ü eleştiren Enis Berberoğlu da şöyle yazmış: “İmam hatipliler ülkeyi ele geçirmesin diye teknik okul mezunları üniversite kapısında mağdur ediliyor. Türban ipoteği nedeniyle laik aydınlar, YÖK’ü eleştirmekten kaçınıyor. Yabancı sevmez Almanya, 1970’de tanıştığı dönerin okulunu kuruyor. Türkiye’de üniversite giderek yasaklar cenneti haline geliyor. Aradaki fark budur!” (Hürriyet, 8 Nisan 2007)

Başlangıçta meslek liselerinin önünün kesilmesine ses çıkarmayan sanayiciler, ‘Meslek lisesi, memleket meselesi’ demeye başladıklarına göre, ciddî anlamda sıkıntı yaşadıkları anlaşılıyor. Türkiye’yi ‘idare eden’lere düşen, lüzumsuz inadı bir kenara bırakıp meslek liselerinin önünü açmak olmalıdır. Bu yolda atılacak küçük adımlar, büyük neticeler verebilir.

Aksi halde, ‘iş’ arayanlar da, ‘işçi’ arayanlar da katlanarak büyür.

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Çankaya'ya değil seçime bakın



Hani benim gerilimim gibi bir hava var Ankara’da…

Romatizma hastalarının dizlerini tutup, yağmur yağmasını beklemeleri gibi.

Hatta “karışık” bağlantıları olduğunu düşündükleri kişileri arayıp, “Hani çıkmadı” diye sordukları da kulağımıza gelmiyor değil.

Bugün iki önemli basın toplantısı olacak.

Önce saat 13.00’te Meclis Başkanı Bülent Arınç’ı dinleyeceğiz. “Genel Kurul salonunda 184 milletvekili olduğu takdirde Cumhurbaşkanlığı seçimine geçerim” diyen Meclis Başkanı, 367 iddiaları karşısında tavrını ortaya koyacak. Arınç’ın basın huzuruna TBMM’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik uygulamaları hakkında yaptırdığı kapsamlı bir bilgi notuyla çıkacak.

Saat 14.30’da ise Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın basın toplantısı başlayacak. Tüm gözler Büyükanıt’ın yapacağı toplantıya çevrilmiş durumda.

30 Ağustos’da bu göreve geldi Büyükanıt. İlk kez basın toplantısı düzenliyor. Büyükanıt’ın “darbe günlükleri” ve “andıç” konusunda TSK’ya yönelik eleştirilere yanıt vereceği söyleniyor.

Ama asıl beklenti Büyükanıt’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin bir söz ya da ima hatta uyarıda bulunup bulunmayacağı konusuna odaklanmış durumda.

Aslında her şey Çankaya seçimine endekslendi. Öyle ki, Meclis’te iktidar kulisinden girin muhalefet kulisinden çıkın herkes cumhurbaşkanlığı seçimini konuşuyor. En çok merak edilen de Başbakan Erdoğan ile görüşen milletvekillerinin ne dediği. İnanın ki milletvekilleri gazetecilerden daha sıkı takip ediyor, arkadaşlarının ne dediğini.

“İlk grup’ta 3 kişi aday olmayın” demiş gibi çeteleler tutuluyor. “İkinci grupta 6 kişi varmış, ama biri diliyle dişi arasında söylemiş” diye ayrıntı verenler bile var.

İlginç ama 367 tartışmasıyla çok ilgili gözükmüyorlar. Meclis eski Başkanı Ferruh Bozbeyli’nin dediği gibi, “Bu tartışmayı yapanlar, Meclis’e gelmeyenler. Meclis’in çalışma şeklini bilmiyorlar.” Kanaati hakim onlarda.

Bu arada ilginç bir şey oldu. NTV’de Can Dündar eski Meclis Başkanları ve TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın da katıldığı programda cumhurbaşkanlığı seçimi ve 367 konusunu tartışmaya açtı ya, yıllardır unutulan eski başkanlar bir an da ilgi odağı oldu. Dün Ferruh Bozbeyli ile konuştum. “Telefonlar susmuyor” diyordu.

Bu arada vekiller ile Başbakan’ın görüşmesine dönüp, birkaç ayrıntı vermek istiyorum.

“Hani yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat” derler ya biz tersini yapacağız. Milletvekillerinin Başbakan’a neler söylediklerini az çok biliyorsunuz ben size ne yediklerini, içtiklerini anlatayım.

Heyetler önce Başbakanlık Konutunun salonuna alınıyor. Ancak görüşme burada yapılmıyor. Salonun tam karşısındaki toplantı odasına geçiliyor. Başbakan önce geldiyse tek tek ellerini sıkıyor, yok eğer gecikirse, heyet içeri alınıyor Erdoğan doğrudan selâm verip toplantıyla geçiyor.

Salonda oturduklarında ya da toplantıda çayın yanı sıra daha çok soğuk içecekler, kuru pasta ve badem, fındık ve fıstıktan oluşan bir kuruyemiş tabağı sunuluyor.

Eğer toplantı odasında bir grup varsa, diğer heyet salonda ağırlanıyor.

Toplantı bittiğinde Erdoğan ellerini tek tek sıkıp uğurluyor.

Peki konuşmalar nasıl oluyor? Birçoğu veda konuşması yapıyor. Yani Cumhurbaşkanı olacak olan lidere samimi duygular iletiliyor ve siyasî veda yapılıyor.

Başbakan vekilleri tek tek dinliyor. “Çankaya’ya çıkarsanız siyasî mevta olursunuz” diyen Ersönmez Yarbay’ı da dinliyor, “O yüzden siz çıkmayın Abdullah Gül çıksın?” deyince, “O zaman Abdullah Beyi mi siyasî mevta yapıyorsun” diye espri yapıyor.

“Çankaya emeklilik yeridir” diyene, Berlusconi ile aralarında geçen olayı anlattığı gibi.

Birçok şeyi soruyor, ama tek bir şey sormuyor, “Başkası olsun mu?”

Başbakan bir anlamda gönül alıyor.

Bir not daha.

Devlet bakanı Ali Babacan İstanbul’da bir araya geldiği gazetecilere, “Seçimler erkene alınsın” mesajını verdi. Erken seçim kararını gazeteciler almayacak elbette ki. Bakan da bunun bilincinde.

Şöyle bir gelişme var.

Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı sermaye temsilcileri ve TÜSİAD yönetimi bir toplantı yapmış.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Türkiye hızla seçim sürecine girecek. Ancak Kasım ayına kadar hem merkezî hükümet, hem belediyeler hızla seçim ekonomisi uygulayacaklar. 2007 yılı böylece kaybedilecek. Bunun için “Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra hemen erken seçim kararı alınsın. Böylece seçim ekonomisinin süresi daralır Türkiye 1 yılı kaybetmemiş olur” şeklinde bir kanaat oluşturmuşlar. Bu görüş iktidara da aktarılmış.

Ayrıca bazı bakanlar da Eylül ve Ekim’de bitecek olan işlerin Mayıs’ta tamamlanması için çalışmaları öne aldılar.

Bunlar siyaset de önemli göstergeler. Bu yüzden Çankaya’ya değil, seçimlerin öne çekilmesine bakın derim…

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Medya gündemi



Medya Takip Merkezi 1700’ü aşkın gazete, dergi, TV kanalı ve haber sitesini inceleyerek bir rapor hazırlamış.

Mart ’07 dönemine ait “ayın medya gündemi” raporunda en çok işlenen konuları maddeler halinde sıralamış.

-Cumhurbaşkanlığı tartışmaları,

-Köprü ve otoyolların özelleştirilmesi,

-Kadir Has’ın ölümü,

-İbrahim Tatlıses’in kendisi hakkında çıkarılan iddialara cevap vermesi,

-İşgalin dördüncü yılına girmesi, birçok ülkede işgal karşıtı gösteriler düzenlenmesi, iç savaşın başlaması...

Dolayısıyla, Mart ayının en çok konuşulan konusu yine Irak oldu. Önceki aya göre haber sayısında küçük bir düşüş gözlenen Irak, Türk medyasının en önemli gündem maddesi olmaya devam etmiş...

Rapora göre Irak, gazete, dergi, TV kanalı ve haber sitelerinde toplam 21 bin 835 habere konu olurken, 200 saate yakın da TV ekranlarında yer almış.

Avrupa Birliği’ne ait haber sayısında ise Şubat ayına oranla ciddi bir artış gözlenmiş. Müzakerelere devam etme konusunda uzlaşma sağlanamayan AB, medyada 20 bin 154 habere konu olurken, TV ekranlarında kendine 102 saate yakın bir süre yer buldu.

Ya “küresel ısınma?” Gündemdeki yerini korumuş.

Hatta konunun, Türkiye’nin bilimsel alanda en yüksek karar organı olan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulunda (BTYK) masaya yatırılması ve insanlığı tehdit eden boyutlarının günden güne artması, medyanın da ilgisinin yüksek olmasını sağlamış... Küresel ısınma ile ilgili olarak medyada toplam 4 bin 747 habere yer verildi ve bu haberler, 53 saate yakın ekranlarda kaldı.

‘Tehlikenin Farkında mısınız? Cumhuriyetinize Sahip Çıkın!’ sloganlı reklam kampanyasıyla tartışılan Cumhuriyet gazetesi, RTÜK’ün reklamı incelemeye alması üzerine medyanın da gündemine yerleşmiş... Birçok yazarın köşesine taşıdığı konu, yazılı, görsel ve e-medyada toplam 1.120 kez haber olmuş. Cumhuriyet gazetesi Mart ayı toplamında 21 saate yakın ekranlarda kalmış.

Öyle görünüyor ki, bu ay darbe günlükleri medyada hayli yer aldı. Hele Çankaya yokuşu ve köşk yeni sahibinden sonra da epey konuşulacak gibi.

EVANJELİSTLER

Önceki hafta sonu NTV’de ekrana geldi. Evanjelist Amerikalıların çocukları nasıl “eğitim”den geçirdiklerini gösteren korkunç bir belgeseldi.

Öğretmenleri Yahudi ve Hıristiyan öğretilerle çocukları mümkün olduğu kadar ağlattırarak, bütün dünyayı “düşman” ilân eden konuşmalar yapıyordu. Arada bir Müslümanların gençlere nasıl silâh ve bomba eğitim verdiklerini anlatarak, kinlerini biliyorlar...

Yetmiyor, ABD Başkanı Bush’un portre resminin önünde çocuklara el öptürüyorlardı.

Hatta, seçimlerde sokakta küçücük çocukları kullandıkları gösterildi.

İşte dünyaya politikalarıyla yön vermeye çalışan Evanjelistlerin kafa yapıları...

KANALTÜRK’ÜN PARALARI

Vatan gazetesi yazarı Mustafa Mutlu’ya konuşan Tuncay Özkan,

“Ben veya Kanaltürk, CHP de dahil olmak üzere hiçbir kurumdan ya da kişiden bir kuruş hibe almadık. Eğer bir kişi çıkıp da ‘Biz reklam dışında Kanaltürk’e para verdik der ve bunu belgelerse, intihar ederim!” diyordu....

Hatta ekliyordu:

“Ben o kadar şerefsiz, namussuz, onursuz bir insan mıyım?”

Kuşkusuz öyle diyen yok.

Ama:

CHP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Özyürek, Kanaltürk’e 3 milyon dolar para aktarıldığını doğruladı.

Ancak bu para “hibe” değilmiş...

Belgesel film için “avans” olarak verilmiş.

Tabiî bu kadar büyük bir avans verilen belgeselin Dıscovery belgesellerinden daha iyi olması gerektiği de ortada!

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Duygular mecralarını bulunca



Herşey maksadına uygun kullanıldığında mecra, kıvam, denge ve kıymetini bulur, bir anlam kazanır. Bu da ancak kataloglarına uygun şekilde kullanılmalarıyla mümkündür.

Canlı bir makine olan insanın, kullanım kılavuzu ve katoloğu da Kur’ân’dır.

Evet, İlâhî bir katalog ve kılavuzdur Kur’ân. Huzur ve mutluluğu da ona uygun hareket etmesine bağlıdır.

İnsan görünen ve görünmeyen nice duygu, özellikle kâinatı kuşatan ve derinliğinin sınırı olmayan bir vicdanın sahibidir. Kalp penceresinden kâinatı seyreder vicdan. Akıl gözünü kapasa da, onun gözü daima açıktır.

Vicdanın dört unsuru ve ruhun dört duygusu vardır. Bunlar irade, zihin, his ve ince duygu anlamındaki latifedir. Herbirinin gaye ve maksatları vardır. İradenin hedefi Allah’a kulluktur. Zihin marifetullahı gaye edinir. Hissin gayesi muhabbetullah, yani Allah sevgisidir. Latife de herşeyde Allah’ın varlık, birlik, isim ve sıfatlarının tecellilerini seyreder ve nihayet Onu görmek ister.

İşte takva dediğimiz hakikat bu dörtlüyü birden içerisine alır. İslâm ise bunları yapı ve yaratılışlarına uygun tarzda kanalize ederek eğitir ve geliştirir.

İmanı tercih etmekle iradesini yerli yerine oturtan insanoğlu, yine tercihiyle herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında sonsuz güç, kuvvet, ilim ve hikmet sahibi Rabbine kullukta bulunmakla iradesine kıvamını buldurur.

Zihin ve fikir de Yaratıcısını isim ve sıfatlarıyla tanımakla yükümlüdür. Kendisini yoktan var eden, en üstün duygu ve yeteneklerle donatan, sayısız nimetlerle besleyip büyüten Rabbini nasıl olur da tanımaz?

Duygularıyla da ona bunca ikram ve ihsanlarda bulunan Rabbini sevecek ve Ona olan sevgisini emirlerini tutarak gösterecektir.

İnsanda bulunan latife de herşeyde Esmâ-i Hüsnanın tecellilerini müşahede ederek bu isimlerin sahibini görmek için can atacak, rızasını elde etmek için köşe bucak koşacaktır. Tâ ki Cennette cemâlullahı görmekle mutmain olabilsin, maksadına ulaşabilsin.

İşte bu olgun, kâmil ve ideâl bir insan olmanın yoludur.

Kısaca insan iradesini Allah’a kulluğa, zihnini Rabbinin isim ve sıfatlarıyla tanımaya, hissini O'nu herşeyden çok ve sevdiklerini de O'nun adına sevmeye yönelttiği, latifesiyle de herbiri birer ayna mahiyetinde olan sayısız varlıkta güzel isimlerinin tecellilerini müşahede ettiği ve ahirette de bizzat perdesiz görme iştiyakı içine girdiği müddetçe olgun, kâmil, ideâl bir insan olmanın yolunu bulmuş olur.

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Allah ne yaratmaya, ne başka şeye muhtaç!



Kimi zaman zihnimize takılır, kimi zaman da özellikle, “Allah yaratmaya muhtaç mı?” şeklinde gündeme sürülür. Akıl ile kalbimizin mutmain olması için birkaç temel ölçüyü ortaya koymamız gerekir. Vereceğimiz ilk cevap şudur:

Sonsuz isim ve sıfatlar sahibi olan Rabbimiz Samed’dir; yani, herşey Ona muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Güneş ışık vermeye muhtaç değildir. Güneş enerjisine biz muhtacız. Güneşin ışık ve ısı vermesinin sebebi, onun özelliğinin böyle olmasındandır. Rabbimizin Halık (yaratan) ismine bu zâviyeden bakalım. Allah’ın yaratmaya, lezzet almaya ihtiyacı yoktur. Çünkü, O Samed’dir. Ancak, Allah, Halık, Rezzak, Kerim gibi sayısız, sonsuz isim ve sıfatlar sahibi olandır. Bizim çoğu zaman ihtiyacımızdan dolayı “inşâ” sûretinde sanat eserleri ortaya koymamızla Onun yaratmasını değerlendirmeye çalışırsak şöyle bir sonuca varırız: Elbette Allah Mürid (istediğini yapan) ve Fail-i Muhtar, yani, faaliyetlerinde serbesttir, herhangi bir bağımlılığı veya zorunluluğu yoktur. Her faaliyet de ihtiyaçtan kaynaklanmaz. Meselâ, çok cömert ve ihsan sahibi birisinin fakirlere sadaka vermesi, insanlara ziyafet çekmesi, ikramlarda bulunması ihtiyacından dolayı değildir. Çünkü, onun böylesine güzel sıfatları vardır. Bu sıfatların icabı olarak ziyafet çeker, yardımda bulunur. Yoksa ihtiyacından dolayı, “Şu varlıklı adam, ziyafet ve sadaka vermek zorundadır” gibi bir mantık yürütemeyiz. “En yüce sıfatlar Allah’a mahsustur”1 sırrınca, Ezel, Ebed Sultanı olan Kâinatın Sanatkârı, nihayetsiz kemâlâtını, nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiş. Ve şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki, herbir mevcud pekçok dillerle Onun kemâlâtını zikreder, pekçok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının (en güzel isimlerinin) herbir isminde ne kadar gizli mânevî defîneler ve herbir ünvân-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî/gizli lâtifeler bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudâtıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki, bütün fenler, bütün kanunlarıyla, şu kâinat kitabını Hz. Âdem’den (as) beri mütâlâa ediyor.2

Her cemâl ve kemâl sahibi, cemâl ve kemâlini göstermek ister. Cenab-ı Hak da mutlak kemâlini ve kemâl derecesine varan mutlak cemâlini görmek ve göstermek istemiş ve bunun için kâinatı yaratmıştır. Kısacası, kâinatın yaratılması, gizli olan Esmâ ve özellikle rububiyet hazinesinin tezahürü ve bilinmesi içindir. “İnsanları ve cinleri, beni tanısınlar ve bana ibadet etsinler diye yarattım”3 buyuran Cenâb-ı Hak, kâinatı, Kendisini tanıtmak, Hallakıyetini, Rububiyetini bildirmek, şuûnâtını göstermek ve muhtelif aynalarda Kendisini müşahede etmek için yaratmıştır.

Bir diğer nokta, her faaliyette bir kemal, bir lezzet olması sırrıdır. Vâcibü’l-Vücud, yani, varlığı mutlak zaruri olan; zat, sıfât ve fiillerinde bütün kemâlatı kapsar. Elbette, o Zât-ı Vâcibü’l-Vücud’un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir sûrette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi ve lezzet-i mukaddesesi vardır.4

Ki, Onun iftihar, memnuniyet ve tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzehesi, o derece âlî ve mukaddestir ki; insanların tüm akılları birleşse, bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihâta edemez.5 Sonsuz isim ve sıfatlar sahibi yüce Yaratıcının sıfatları ile yaratılanların sıfatlarını karıştırmamak gerekir. Biz konuşurken ve işitirken bir takım organlarımızı ve ses dalgalarını kullanırız. Allah, ise yarattıklarına muhtaç olmadığına göre, onun konuşması elbette bizim konuşmamıza hiçbir şekilde benzemez. Sesten ve maddeden münezzehtir.

Sanatkâr, sanata hiç benzemez. Teşbihte hata olmasın, bir mobilya ustası mobilyaya, teyp yapan biri teybe benzemediği gibi, hiç şüphesiz ki, Allah yarattıklarından hiçbir şeye benzemez. Meselâ, Allah’ın Basir ve Semi’ sıfatları, asla bize verilen görme, işitme sıfatları gibi değildir. Bunlar yalnızca Onun sıfatlarını anlayabilmemiz için verilmiştir.

Yoksa, tüm görenleri ve görme çeşitlerini; işitme ve işitme türlerini yaratan sonsuz isim ve sıfatlar Sahibi’nin sıfatlarıyla varlıkların nakıs, değişik sıfatları Onun sıfatlarına benzetilemez. Yaratıcı, asla yaratılanlarla kıyas edelimez. Celâl sahibi Halık-ı Kâinat’ın, yaratmasında, mahiyetini anlayamadığımız bir lezzet-i mukaddesesi vardır. Yine, elbette bizim aldığımız lezzetlerden hareketle, Onun lezzetini asla kıyaslayamayız.

Dipnotlar: 1- Nahl Sûresi: 60; 2- Sözler, s. 527; 3- Zâriyât Sûresi, s. 56; 4- Mektubat, s. 277; 5- Sözler, s. 570.

12.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Darbe mantığı



Dünkü "tarih köşesi" yazımızda, 27 Mayıs darbecilerinin o kanlı günü nasıl "resmî bayram" olarak ilân ettiklerini anlatmıştık.

Aşağıda gördüğünüz bugünkü tarih köşesi yazısında ise, aynı ihtilâlcilerin Üstad Bediüzzaman'ın temeline harç koyduğu Isparta Tugay Camiine nasıl darbe vurduklarının hikâyesi anlatılıyor.

Darbecilerin marifetlerini gün gün yazmak mümkün. İlla ki, yıkmak, tahrip etmek babında birşeyler yaparlar. Asarlar, keserler, yakarlar, yıkarlar. Hiçbir şey bulamazlarsa, mezarında yatana dahi müdahale ederler. Nitekim etmişler: Meselâ, Tugay Camiinin temeline ilk harcı koyan Üstad Bediüzzaman'ın naaşını, medfun bulunduğu Urfa'dan alıp bir meçhûle götürmüşler.

Esasen, böylesi şeyler, darbe ve darbeci mantığının bir mahsûlüdür.

Darbeciler, sürekli şekilde neyi nasıl yıkacaklarını düşünür.

Bunun için günlük tutarlar, çetele tutarlar. Tıpkı, geçen haftalarda ifşâ edildiği gibi... Bunlar, önce not tutarlar, bir bahanesini bulup darbe yaptıklarında ise, tuttukları o günlükleri tatbik sahasına koymaya başlarlar.

Darbecilik oyunu böyledir. Başarılı olurlarsa kahraman, başarıya ulaşamadıklarında ise—ispat edilmesi halinde—"hain" muamelesi görür, idam edilirler. Talat Aydemir ve Fethi Gürcan misalinde olduğu gibi.

Her türlü fenalığa kaynaklık eden darbelerin bir daha yaşanmadığı ve darbe yapma ümidinin tamamiyle yok olduğu bir Türkiye'de yaşamak dileğiyle.

GÜNÜN TARİHİ 12 Nisan 1957

Bir darbe de Tugay Camii'ne...

Isparta'daki Er Eğitim Tugayı Camiinin temel atma merasimine iştirak eden Bediüzzaman Said Nursî, Besmele ve duâlarla temele ilk harcı koydu.

Ardından, inşaat çalışmalarına başlandı. Mabedin temeli yükselip tam şekillenmeye başlamıştı ki, 27 Mayıs Darbesi yapıldı.

Demokrat iktidarı deviren askerî ihtilâl, herşeye aynı darbe mantığıyla yaklaştı. Böylelikle, Isparta Tugay Camii'ne de bir darbe vurdu ve inşaatı durdurdu.

Cami için ayrılan yer, halen boş duruyor. Ümit ve temenni ederiz ki, bu caminin inşasına günün birinde yeniden başlanır.

Temel atma merasimi

Üstad Bediüzzaman'ın talebelerinden Kore gazisi Bayram Yüksel, o temel atma hadisesinin canlı şahitlerinden biridir. Merhum Yüksel, hatıralarında o günleri şöyle anlatır:

"Bir gün, Üstadımızla Barla'ya gidecektik. Zübeyir Ağabey de vardı. Şoför de Mahmut Çalışkan'dı.

"Isparta İmam-Hatip Okulu'nda Kur'ân Hocası ve Kesikbaş Camiinde imamlık yapan Hafız Feyzi Efendi Üstadımıza geldi. Tugay Camii temelinin atılacağını, Üstadımızın da gelmesini rica etti. Barla'ya hareket etmek üzereyken, Üstadımız Hafız Feyzi'yi kıramadı. 'Peki gideceğiz' dedi.

"Isparta'nın ileri gelenleri hep oradaydı. Üstadımız da kalabalığın içine girdi. Tugayın subayları Üstada bakıyorlardı. Çünkü hiç böyle bir zat görmemişlerdi. Kılık-kıyafeti şeair-i İslâmiyeyi gösteriyordu. Elinde şemsiyesi, gözünde güneş gözlüğü vardı. Biz de Zübeyir Ağabey ve Mahmut Çalışkan ile Üstadımızın arkasındaydık.

"Bütün nazarlar Üstadımızın üzerindeydi. Herkes birbirine 'Bu zat kim?' diye soruyordu. Bir yüzbaşı koşarak bir sandalye getirdi ve 'Buyurun efendim, oturunuz' dedi. Üstad da kendisine teşekkür ederek oturdu.

"Tugay komutanı çok güzel bir konuşma yaptı. Üstadımız da dinledi. Konuşması bittikten sonra Tugay Komutanı Üstadımızı işaret ederek, 'Hoca Efendi camiye harcı koysun' dedi. Üstadımıza Zübeyir Ağabey malayı doldurdu, verdi. Üstad 'Bismillah' dedi ve harcı attı. Bizler de Üstadımızın arkasındaydık.

"Tugay Komutanı Feyzi Fırat Bey, Üstadımıza ve Isparta halkına teşekkür etti. Ondan sonra birçok subay Üstada karşı hürmetle alâkadar oldu.

"Biz Isparta ve Barla'ya giderken, Üstadımız subaylara ve erlere daima eliyle selâm verirdi.

"Hattâ, Isparta'nın içinde orduevi vardı, oradan geçerken Üstadımız subayları gördüğünde daima onları selâmlardı. Onlar da Üstadın selâmını ayağa kalkarak alırlardı.

"Üstadımız askerleri çok sever, fazla alâkadar olurdu. Tugay Camiinin yapılmasını çok arzu ediyordu ve çok memnun olmuştu. Cami temeli kalkmaya başladı. Maalesef 27 Mayıs ihtilâli oldu ve cami kaldı. Yeri hâlâ boş duruyor." (Son Şahitler–III, s. 91)

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Birinci insanlar



İnsanlar vardır; şöhret olmazlar.

Bir kısmı bunu hak eder, bir kısmı ise onun uzağından bile geçemezler.

“Kim bilecek, sessiz yaşadım” diyenler kazanmıştır.

Kendini beğenmek, kendine önem vermek, kendinden bahsetmek... Bugün insanoğlunun en fazla arzu ettiği şeylerdir.

Birinci insanlar vardır aramızda. Ne makamları, ne mevkîleri, ne de şöhretleri vardır. Yalnızlıkta hep nur aramışlardır.

Vazifede önde, ödülde arkada veya kaybolmuşlardır. “İhlâs” buna deniyordu. İstemeden, talep etmeden, teşekkür beklemeden, takdir ifadelerini arzu etmeden...

Tıpkı Yunus gibi:

“Bir ben vardır, benden içeru” der gibi olmak

Tıpkı bir mahremiyetin getirdiği sorumluluk gibi.

Zira kendine güvenmek, gurur ve kibir alâmetidir.

Enaniyet de öyle.

İşte bunu Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm şu şekilde dile getirmiştir:

“İnsanlar helâk olur, ancak bilenler kurtulur. Bilenler de helâk olur, ancak bildiği ile amel edenler kurtulur. Bildiği ile amel edenler de helâk olur, ancak ihlâslı olanlar kurtulur. İhlâslı olanlar da onu her an kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.”

Kimsenin garantisi yok. Ancak birinciler hep gizlidir.

Geçtiğimiz hafta böyle bir insan aramızdan ayrıldı. Ölümü ne haber ajanslarında geçti ve ne de basında geniş yer aldı. Sadece birkaç gazetede küçük bir haber yer aldı. 1950’li yıllarda, “adam” mumla değil, projektör ile arandığı yıllarda Risâle-i Nurlara hayatını vakfeden bir ciddî insandı.

Bediüzzaman’ın yakın talebelerinden idi. Uzun yıllar neşriyat hizmetlerinde fedakârca görev aldı.

Bekârdı, gözlerini hayata yumduğunda “veraset ilâmı“ çıkaracak vârisleri yoktu.

Ama yaptığı hizmetler tarihe geçti. O Mehmet Emin Birinci idi.

12.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tilâvet secdesi ve zamm-ı sûrede tertip



Şanlıurfa’dan okuyucumuz:

*“Tilâvet secdesi nasıl yapılır? Kur’ân okurken secde âyeti geldiğinde hemen mi yapılmalı? Okumayı bitirene kadar beklesek olur mu? Bu şekilde bırakıp unuttuğumuz takdirde, sonradan hatırlandığında tekrar yapılır mı?”

Kur’ân’daki secde âyetlerinden birini okuyan veya işiten kimsenin secde yapması vâciptir. Peygamber Efendimiz (asm) secde âyetleri okunduğunda tilâvet secdesi yapmıştır.

İbn-i Ömer (ra) anlatır: “Allah Resûlü (asm), içinde secde âyeti bulunan bir sûreyi okuduğunda secde eder ve biz de kendisiyle birlikte secde ederdik. Öyle ki, bazen alnımızı koyacak yer bulamazdık.”

Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “İnsanoğlu secde âyetini okuduğunda secde ederse, şeytan oradan ayrılır ve ağlayarak der ki: ‘Eyvah! Âdem oğlu secdeyle emr olundu; secde etti. Onun için Cennet vardır! Ben de secdeyle emr olundum; fakat isyan ettim! Benim için Cehennem vardır!’”1

Tilâvet secdesi, iki tekbir arasında yapılan bir secdedir. Bu secdenin tek rüknü alnı yere koymaktır. Secdeye giderken tekbir almak ve secdeden sonra yine tekbir almak sünnettir. Secdeden sonra teşehhüt ve selâm yoktur.

Secde âyeti okunduğunda imkânı varken secdeyi geciktirmek tenzîhen mekruhtur. İmkân bulunamaz ise, secde ilk fırsata kadar geciktirilebilir. Unutulursa, hatırlandığında tilâvet secdesi yapılmalıdır.

Namaz kılan kimsenin tilâvet secdesini rükûya vararak veya bizzat secde yaparak ifâ etmesi mümkün olduğu gibi; hastanın da bu secdeyi îma ile yapması mümkündür.

Namazda iken secde âyeti okunduğunda, üç âyet okuma süresinden fazla secdeyi geciktirmemelidir. En faziletli olanı secdeyi hemen yapmaktır. Eğer secde âyeti, sûrenin sonunda okunmuşsa veya en fazla üç âyet daha okunarak rükûya varılacaksa, rükû esnasında tilâvet secdesine de niyet edildiği takdirde, yapılan rüku ile tilâvet secdesi îfa edilmiş olur. Rükû ile berâber tilâvet secdesine niyet edilmediğinde, namaz secdesi ile bu secde de yapılmış sayılır.

Namazda eğer secde âyetinden sonra üç âyetten fazla âyet okunacak ise, tilâvet secdesi geciktirilmez, hemen yapılır (bu durumda hemen yapmak vâcip olur); secdeden sonra kıraate kalındığı yerden devam edilir.

Secde âyetini işitenin, dinleme kastı ve niyeti olmasa bile tilâvet secdesi yapması gerekir.

***

Kıbrıs’tan okuyucumuz: “Şâfiî mezhebine göre namazda sûrelerin okunma tertibi var mıdır?”

Namazda Fâtiha’dan sonra zamm-ı sûre okumak Hanefî mezhebine göre vâcip; diğer üç mezhebe göre sünnettir. Şâfiîler ve Mâlikîlere göre, Fâtiha’dan sonra kısa bir sûre veya bir âyet ya da bir âyetin bir kısmının okunması yeterlidir. Hanefîlere göre, Fâtiha’dan sonra kısa bir sûre, uzun bir âyet veya üç kısa âyet okumakla vâcip yerine getirilmiş olur. Hanbelîlere göre ise, Fâtiha’dan sonra zamm-ı sûre için en az bir kısa sûre okunmalıdır. Eğer âyet okunacaksa, okunan âyetin müstakil bir mânâsı olmalıdır. Bir önceki veya bir sonraki âyetle bağlantılı âyetler kesilmeden okunmalıdır.

Namazda zamm-ı sûreyi birinci rek’atte, ikinci rek’atte okunandan daha uzun tutmak dört mezhebe göre sünnettir. İki rek’atte de eşit okuyan kimse, bu sünnete riâyet etmemiş olur. İkinci rek’atte daha uzun okumak ise mekruhtur.

Kalabalık cemaatler halinde kılınan Cuma veya Bayram namazlarında ise, imama yetişemeyenlerin ikinci rek’ate de yetişememelerinden endişe edilirse, Hanefîlere ve Şâfiîlere göre ikinci rek’atte zamm-ı sûreyi uzun tutmak sünnettir.

İkinci rek’atte okunan sûrenin, birinci rek’atte okunandan Kur’ân’ın tertibine göre daha üst tarafta olması dört mezhebe göre mekruhtur. Diğer bir ifâdeyle, ikinci rek’atte okunan zamm-ı sûre, birinci rek’atte okunandan daha aşağıda olmalıdır. Meselâ; birinci rek’atte Fîl Sûresi okunmuşsa, ikinci rek’atte bundan yukarıdan okunmamalı; daha aşağıdan, kendisinden daha kısa bir sûre okunmalıdır. Bu konuda dört mezhep ittifak halindedir.

Mâlikîler ve Şâfiîlere göre, ezberinde başka sûre veya âyet bulunanlar için, iki rek’atte de aynı sûreyi veya âyeti okumak mekruhtur. Hanefîlere göre bu kerâhet yalnızca farz namazlar için söz konusudur. Nafile namazlarda mekruh değildir. Hanbelîlere göre ise böyle okuyuş mekruh değildir. Mekruh olan, aynı rek’atte Fâtihayı tekrar etmek veya farz namazda Kur’ân-ı Kerîm’in tümünü hatmetmektir.

Dipnotlar:

1- Müslim, Îman, 133

12.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004